Dr. Mehmet Güneş için yazdığım kaçıncı kitap tanıtım yazısı olacak şu anda bilemiyorum. O, hem kendi meslektaşlarına, hem de bu topraklar üzerinde yaşayan herkese güzel bir örnek. Bir yandan mesleğini icra ederken bir taraftan da okuyor, araştırıyor, yazıyor ve bizlere ikram ediyor. Hep şikâyet eder dururuz “kitap okunmuyor, gazete okunmuyor” diye ama doğrusunu isterseniz ben artık gazete okunmasına gerçekten ve hem de şiddetle karşıyım. Sebebi malum; Türkiye’de maalesef gerçek anlamda gazete ve gazetecilik yok. Gazeteler tamamen siyasete hizmet eder hale gelmiş/getirilmiş, yazar ve muhabir etiketli kişiler birtakım çevrelere kul/köle olmuş durumdalar. Onun için gerçek, objektif, tarafsız habercilik kesinle mümkün değil. Televizyon ve radyolar deseniz yine aynı. Onun için ben gazete ve televizyonları protesto ediyor, radyo ve televizyonu daha ziyade müzik dinlemek için açıyorum. O halde ne yapacağız? Elbette kitap okuyacağız. Çünkü -şimdilik- o piyasada rahat hareket edebilir, isteğimiz ya da ilgi alanımıza göre kitap alıp okuyabiliriz. Okunmaya değer eserlere imza attığı için Dr. Mehmet Güneş’i ayrıca tebrik ediyorum.
Asıl mesleği olan doktorlukla ilgili olarak iki kitap neşretmiş olan Güneş, şiir ve nesir olarak da yedi – sekiz kitap daha yayınladı. Bildiğim kadarıyla sırada başkaları da var. Bir sohbetimizde, “Kitaplarından telif ücreti almadığını” söylemişti. Bu yazımızda konu edeceğimiz ve Gönüllerde Birlik Vakfı’nca yayınlanan “Ufuk Çizgisinde İz Bırakan Yazılar” kitabının önsözünde de bunu şöyle ifade ediyor: “Uzun yıllardır kalemi elinden bırakmayan fakir; muhtelif dönemlerde çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanan dini, edebi, içtimai, siyasi analiz ve tespitler ihtiva eden deneme ve makalelerini bir kitap haline getirmek için değil, OKUDUKLARININ ZEKÂTINI VERMEK ve çeşitli konulardaki düşüncelerini ifade etmek gayesiyle kaleme almıştır…”
Zekât fakirlere verilen mal ve para ile yapılan bir ibadettir malum. Bizler de millet olarak okuma fakiri olduğumuza göre Dr. Mehmet Güneş’in niyeti yerini bulmuş olur ve onun bu zekâtı hepimize düşer. Onun için -bize düşer mi düşmez mi diye düşünmeden- kitaplarını tereddütsüz ve gönül rahatlığı ile kabul edip okuyabiliriz!
Gönüllerde Birlik Vakfı Genel Başkanı Dr. Hamdi Vefa Aloğlu’nun takdimi ve yazarının önsözü ile başlayan kitap konularına göre tanzim edilmiş sekiz bölümden oluşuyor: “Gül Olmasaydı”, “Beyaz Dilekçe”, “Gönül Gönderimizin Bayrakları”, “Türkülerimiz”, “Alperenkler Bir Aşılmaz Dağdılar”, “Hüzün Düşer Yadımıza”, “Siyasete Dair” ve “Maziden Seslenen Mizahi Yazılar”.
Birinci bölüm, daha önce “Gül Aşkın Mihrabıdır” başlığı altında iki cilt olarak yayınlanan kitapta da yer alan 4 Gülnâme’den oluşuyor. O kitap, daha önce farklı dergilerde de yayınlanan ve “Gül” remziyle ifade edilen Peygamber Efendimizi yeterince bilip anlamayanlara O’nu anlatmak için yazılmış; ay takvimine göre Peygamberimizin her yaşına bir Gülnâme gönderilerek 63 Gülnâme’den oluşmuştu. Bu kitaba ise “O Gül Aşkın Mihrabıdır”, “Gül Olmasaydı”, “Bir Gül Cemresi Bekliyoruz” ve “Gel Ey Sevgili, En Sevgili” başlıklı Gülnâmeler alınmış.
İkinci bölüme, Bahattin Karakoç’un “Beyaz Dilekçe” isimli Nat’ı isim olmuş ve o Naat’tan birkaç beyitle başlıyor. Ardından da, “Gözyaşı Rahmettir”, “Beyaz Dilekçe”, “Hoş Geldin Ya Şehr-i Ramazan” ve “Bayram Duası” başlıklarını taşıyan dualar, yakarışlardan oluşuyor.
“Gönül Gönderimizin Bayrakları” başlığını taşıyan üçüncü bölümde yine, “Annelerimiz”, “Başörtüsü İnanç Sancağıdır”, “Müjdeli Şafaklar” ve “Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor” başlıklarını taşıyan dört yazı var. İkinci bölümdeki “Bayram Duası” başlığı rahmetli Galip Erdem Ağabeyimizden, üçüncü bölümdeki “Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor” başlığı da değerli Bayrak şairimiz Arif Nihat Asya’dan ödünç olarak alınmış.
“Bizim Türkümüz” başlığını taşıyan dördüncü bölümün serlevhasında, daha sonra bu bölümün ikinci başlığı olarak gelecek olan ve oğlu Ahmet Kürşad’a ithaf edilen “Türkülere Destan”dan bir dörtlük yer alıyor:
Türkü vardır; şahı dize getirir,
Türkü vadır; Kaf Dağı’nda oturur,
Türkü vardır; bizi alıp götürür,
Bir tayy-i mekandır bizim türküler…
Sonra “Türkülerimiz” başlığını taşıyan yazıya, Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi isimli romanından, okuduğum yıllarda beni de çok etkilemiş olan bir bölümle giriş yapılmış… Esir ya da köle olarak yaşamaktansa “Vatanlarının bir türküsü için canlarını feda eden insanlar!” Bu ne müthiş bir sevgi, bir aşk ve bir yüceliktir… Burada hemen, “Biz ahrette birbirimizi türkülerimizle tanıyacağız” diyen rahmetli Nevzat Kösoğlu Ağabeyi hatırladım ve içimden, “Bu bölüm de O’na ithaf edilmiş olabilir mi” diye geçirdim. Bu bölüm aynı zamanda bir “Türküler Geçidi” gibi. Dinlediğimiz zaman hepimizi etkileyen, arada bir mırıldandığımız ne kadar türkü varsa hatırlatılıyor.
"Alperenler Bir Aşılmaz Dağdılar” başlığını taşıyan beşinci bölüm bir hüzün durağı. Burada, yazarın ifadesi ile “12 Eylül öncesinin ihanet, ölüm ve barut kokulu o zor günlerini yaşayıp baharlarına kan damlayan ve“ "din ü devlet, mülk ü millet” uğrunda hayatlarını sebil eden idealist bir neslin hikayesi anlatılıyor. Destan Şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun, bölüme ad olupserlevhaya da alınan şu mısraları zaten her şeyi özetleyip anlatıyor:
“Alperenler; bir aşılmaz dağdılar,
Aydınlığa gönül verip yıldızları sağdılar…
Nurlanıp, nur üstü nurdan,
Tekbirlerle doğdular…
Tek başına destandılar,
Tek başına çağdılar…
Tufan olup sığmazlarken evrene,
Sevgi olup, gönüllere sığdılar…
İman ile, erdem ile, aşk ile,
İnsanlığı kenetleyen bağdılar…
Ezandılar, mehterdiler,
Sancaktılar, tuğdular…”
Ve altıncı bölüm: “Hüzün Düşer Yâdımıza…”Beşinci bölüme “Hüzün durağı” demiştik ya, meğer yazar bizi hüzünlendirmeye devam edecekmiş…Burada ilk olarak yıllardır kanayan ve kanamaya da devam edeceği aşikâr olan Filistin konusuna yer verilmiş. Filistin bizlere çok şeyler çağrıştırıyor ama daha 9 – 10 ay önce gittiğimde olup biteni ve bugünlerde yaşananları haber veren uygulamaları görünce hep, “Aah Osmanlı ah” deyip duruşumu unutamıyorum. Hala da ah çekmeye devam ediyorum; çünkü Osmanlı ecdadımız Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytin Dağı” isimli hatıratında da vurguladığı gibi oralarda yalnızca jandarmalık/bekçilik yapmış. Yalnızca Mescid-i Aksa’nın onarımını yapıp çevresine bazı yapılar kondurmakla iş bitmiyormuş meğer. Bizden sonra gelen İngiliz bölgeyi elimizden almakla kalmamış, kısa zamanda yediden yetmişe herkese kendi dilini öğretmiş. Ben, yerli halktan Türkçe konuşan kimseye rastlamadım. Keşke diyorum, keşke Balkanlara uygulanan politika oralarda da uygulansa idi…
Neyse, bu ayrı bir konu, kendimi tutamadım… Altıncı bölümün ikinci yazısında Mehmet Karanfil’in, “Bir sağdan bir soldan astık” diyerek nasıl da “adil” davrandıklarını anlatırken aslında hırsız kedi misali şecaat arz ederken sirkatin söyleyen Netekim Paşa ve arkadaşlarının yaşattığı zulmü anlattığı “Gül Hüznü” romanından söz ediliyor. Bu bölümün üçüncü ve dördüncü yazılarıolarak da Ülkücü Gençliğin ateş çemberinden geçtiği dönemde imtihanını İzmir’de veren “Gül kokulu, kıble yürekli hilal bakışlı ve ülkü denen nazlı geline sevdalı bir güzel insan” olan Hüseyin Aras’ın vefat haberinin verdiği hüzün ve “7’den 77’ye” herkesin sevgilisi, Türk kültürünü, milli duygularımızı, örfümüzü adetlerimizi şarkılarına yedirip sunan, ölümünün üzerinden yıllar geçse de unutulmayan ve unutulmayacak olan Barış Manço’yukonu alan“Bir Osmanlı Çelebisi” başlıklı yazılar yer alıyor.
Sonra ah siyaset… Kaçsak kurtulamıyor, girsek içinde boğuluyoruz. Kitabın Yedinci Bölümü’nün başlığı “Siyasete Dair…” Aslında Dr. Güneş, bölüm başına kondurduğu beş beyitlik şiiri ile bu bölümün özetini vermiş. Bu konuda başımıza gelenlerin anlatılabilmesi için aslında ilk beyit bile yetiyor: “Meydan-ı siyasetin sinsi hileleriyle/Her devirde kündeye gele gele yorulduk…”
Bölüm, gençliğe ithaf edilen ve “Gençlik ve Toplum Mühendisliği” başlığını taşıyan ders nitelikli bir yazı ile başlıyor. Sonra, “Gecenin Karanlığı” ve “Siyasete Dair” başlıklı iki yazı daha ve ikisi de siyasilere, siyasete atılmayı düşünenlere birer ders niteliğinde.
Sekizinci ve son bölüm ise “Maziden Seslenen Mizahi Yazılar” başlığını taşıyor. Bu bölümün, “Tespitler, tenkitler ve teklifler”den oluşan ilk yazısı“ Beşiktaş Nasıl Kurtulur?” üst başlığı ile verilmiş ve bizi 12 Eylül 1980 günlerine götürüyor. O gün de “buluttan nem kapan” bir yönetim vardı ülkemizde. “Vatan Sevgisi” deseniz, “Vatansever Gençler” deseniz belki sorgusuz sualsiz içeri atılabilir ama ilkokul mezunu bile olmayan bir erin “Söyle bakalım İstiklal Marşı’nı” emrine muhatap olabilirdiniz. Bunu aşmak için bir dehaya ihtiyaç vardı ve o tarihlerde ligdeki durumu kritik olan Beşiktaş’ı Türk Vatanı yerine koyan Galip Erdem, “Beşiktaş Nasıl Kurtulur”,“Peri Padişahının Kızı”, “Keman Çalmak” başlıklı yazılar kaleme almış, Beşiktaş ya da türküler, masallar üzerinden mesajlarını vermişti. Galip Erdem’in tedrisinden geçen, O’nun yazılarını okuyan Dr. Mehmet Güneş de bu son bölümde, “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit” kabilinden yazılara yer vermiş. 368 sayfadan oluşan kitabın son sayfasında yer alan son paragrafla bitirelim:
Hülasa, Soylu Kurt Obası’nın derdi de dermanı da kendi içinde saklıdır. Yeter ki Soylu Kurtlar bu irfana, bu iz’ana, ve bu idrake sahip olsun; önce derdinin ne olduğunu bilsin, sonra da derman arasın derdine… Gerisi laf-ı güzaf… Bu hali ne de güzel ifade ediyor Niyazi Mısri:
“Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş/Bürhan sorardım aslıma, aslım bana bürhan imiş…”
Yine de Galip Erdem Ağabey’i yâd etmeden olmaz. O da, Milliyetçi Camiada 12 Eylül sonrası başlayan darmadağınıklığa çare bulabilmek amacıyla düzenlenen “Türk Milliyetçiliği’nin Meseleleri” konulu konferansa konuşmacı olarak çağırılmıştı ve tek cümle söyleyip kürsüden inmişti: “Türk milliyetçiliğinin yalnızca bir meselesi vardır, o da Türk Milliyetçileridir!”
Sahi hâlâ da öyle değil midir?