Gençlik yıllarımızda kütüphanemizi oluştururken aldığımız kitaplardan biri de Prof. Dr. Faruk Sümer’in “Oğuzlar” isimli eseri idi. 45 yıl sonra aynı ana başlıkla bir kitap daha geçti elime: “OĞUZLAR, Dilleri, Tarihleri ve Kültürleri.”
Bu kitap, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nce düzenlenen ve Başbakanlık Tanıtma Fonu, TİKA, Türk Dil Kurumu ve Yunus Emre Enstitülerince desteklenen “5. Uluslar arası Türkiyat Araştırmaları Sempozyumu Bildirileri”nin kitaplaştırılması ile ortaya çıkmış. Enstitü Müdürü Prof. Dr. Yunus Koç tarafından bana ulaştırılan kitabın editörlüğünü Tufan Gündüz ve Mikail Cengiz yapmışlar.
21 – 23 Mayıs 2014 tarihleri arasında Hacettepe Üniversitesi Beytepe Yerleşkesi’nde iki ayrı salonda yapılan sempozyuma yurt içinden ve dışından seksenden fazla bilim adamı katılıp bildiri sunmuş ve ortaya 768 sayfalık koca bir kitap çıkmış.
Enstitü Müdürü Prof. Dr. Yunus Koç’un sunuş yazısından öğrendiğimize göre daha önce de bu tür beş uluslar arası toplantı düzenlenmiş ve onlar da kitap olarak yayınlanmış. Üniversitelerimizin bu tür toplantılar yapıp ilmi yayınlar neşretmesi gerçekten çok önemli. Tarihimizle gurur duyuyor, atalarımızla övünüyoruz ama bilgilerimizin çoğu afaki ve hatta efsanelere, tevatürlere dayalı. Yalnızca tarihle ilgili değil, dini konularda bile çoğu zaman uydurmalar, hurafeler baskın geliyor. Onun içindir ki üniversitelerimize ve akademisyenlerimize büyük görev düşüyor. Bu ve benzeri ilmi toplantılar hemen her alanda yapılmalı, devletimiz lüks ve israfından arınarak bu tür çalışmalarla projelere kaynak bulmalıdır.
***
“Kınık gibi, Avşar, Kayı, Bayındır, Eymür, Karkın, Bayat, Yazır ve daha fazlasıyla tüm Oğuz boyları ve Oğuz varlığı, Türkiye’nin bin yıldan beri süregelen toprağa yerleşme serüveninde canlılığını korumuş ve korumaya da devam edecektir. İster özgün adını taşısın ister taşımasın Kazakistan – Türkmenistan’dan Balkanlara kadar tüm alanlarda Oğuz yerleşmesi bulunuyor, Oğuz alt boylarının adını taşıyan milyonlarca aile, insan yaşamaya devam ediyor. Kısacası Oğuz’a mensubiyetimiz devam ediyor.”
Yunus Bey böyle diyor ve doğru söylüyor da bir yaramı deşip geçiyor… Evet, Türkiyemizin pek çok yerinde Oğuzlara ait isimler taşıyan köyler, kasabalar var fakat ne yazık ve hangi akla hizmet ki bazılarının adları değiştirilmiş ya da değiştiriliyor. Memleketim Burdur’da da benzer adları taşıyan pek çok köy ve kasaba var. Kayı, Büğdüz, Ürkütlü, Yüreğil, Yazır ilk aklıma geliverenler. Hatta ve hatta şimdi “Bucak” diye bilinen ilçemizin bir zamanlar Oğuzhan olarak anıldığına Devlet Salnamelerinde ve Türk Ansiklopedisi’nde de işaret ediliyor. İlçemizde açılan ilk ilkokulun, tek spor kulübünün isimlerinin “Oğuzhan” olması, Oğuzhan Mahallesi’nin, Oğuzhan Camii’nin ve aynı adla faaliyet gösteren iş yerlerinin bulunması, orada görev yapan memurların çocuklarına Oğuzhan adını vermeleri başka nasıl izah edilebilir ki? Bir de şu “Kayı” köyümüz… Çocukluk ve gençlik yıllarımda bu köyün resmi adı Kayı iken sonra ne oldu, nasıl oldu bilmiyorum, birden “Demirli” oluverdi. Orada demir madeni çıkmıyor, demirci ustaları yok, Demirci Mehmet Efe’nin köyü de değil ama adını “Demirli” olarak değiştirmişler. Daha yenilerde, 1800’lü yıllara ait nüfus bilgilerinin de yer aldığı bir kitap yayınlandı, bu köyün adı orada da Kayı olarak geçiyor ve o yıllarda yaşayıp köyde oturanların isimleri, sülale adları belirtiliyor.
Velhasılı, Türkiyemizin çeşitli bölgelerinde bulunan bu ve benzeri yerleşim yerleri Oğuz Türklerinin Anadolu’ya vurduğu mühürlerdir. Bu mühürleri söküp atmak kimsenin hakkı da değildir haddi de. Nitekim burada söz konusu ettiğimiz bildiriler kitabında yer alan tam yetmiş beş bildiri de aslında bunun bir belgesi. Bu bildirilerin yalnızca isimlerini sıralamaya kalksak derginin en az 3 – 4 sayfasını doldurur. Bu yazıyı hazırlamam ve –herhalde- ilk defa bir üniversitemizin yaptığı toplantı ve yayınladığı kitabı konu etmemin sebebi açık: Bu tür ilmi toplantılara ve yayınlara çok ihtiyacımız var. Başta da işaret ettiğim gibi tarihimiz, kültür ve medeniyetimiz ve hatta dini konularımızın kulaktan dolmalık ve afakîlikten arındırılması gerekiyor. Keşke mesela Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi de dini konularda uluslar arası bir sempozyum düzenleyip kafa karışıklığı olan konulara çözüm arayabilse, mevcut İlm-i Haller mutabık kalınacak bilgiler ve doğrular ışığında yeniden düzenlense. Ru’yet-i hilal, İmsak, Cuma Namazı’nın nafileleri, Namazlarda Seferilik, Kurban, Farz - Sünnet, Hadis vb. konularda her yıl bir Hocaefendi ya da Akademisyen çıkıp bir şeyler söylüyor ve kafalar iyice karışıyor. Geleneksel anlayış baskın olduğu için de pek çok doğru kaynayıp gidiyor ya da tepki çekiyor.
Sonuç olarak şunu ifade edebilirim. Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü’nün bu faaliyeti elbette tarihin derinliklerinden gelen Oğuzlarla ilgili bilinmezleri ortaya çıkarıp görüş ayrılıklarını tamamen gidermiş değildir. Ancak geleceğe ışık tutması ve yeni araştırmalara kapı aralaması bakımından oldukça önemlidir. Benzeri faaliyetlerin devamı dileğiyle sempozyumun düzenlenmesinde ve kitaplaştırılmasında emeği geçenleri ve bildiri sunanları tebrik ediyorum.