Ötüken Yayınevi, peş peşe kitaplar yayımlıyor ve hepsini takip edemiyoruz. Özer Ravanoğlu’nun Doğudan Batıdan Hikâyeler isimli kitabından sonra Tanrı Dağlarının Gözyaşları isimli kitabı da çıktı. Ben, Özer Ağabey’in bu çalışmalarından haberdardım ve Türk Dünyası’nda gönüllü bir nefer gibi yıllarca çalışıp duran biri olarak anlatacağı çok şey olduğunu biliyordum. Hele birilerine ders vermek için anlattığı bir fıkra vardı ve “Kitapta bu konuyu yazacak mısın?” diye sorduğumda, “Karar veremedim.” demişti. Ben de bazı gerçeklerin bilinmesinde fayda olduğunu ve mutlaka yazmasını söylemiştim. Doğudan Batı’dan Hikâyeler’i okudum ama Tanrı Dağlarının Gözyaşları’a henüz sıra gelmedi. Şöyle bir göz attığımda da o konuya rastlamadım. Kendisini defalarca aramama rağmen de ulaşamadığıma göre yine Tanrı Dağları’nın gölgelediği bir yerlere gitmiş olmalı.
Derken, kitapçıda bakınırken iki yıl önce bir görev için birlikte bulunduğumuz, Almanya’da, Kıssa-i Aşk isimli romanını imzalayıp veren Edebiyat Öğretmeni Mehmet Hayati Özkaya’nın P.K. 546 isimli kitabı gözüme ilişti. Nedendir bilmem, kitabın ismi ve kapağı bende önce bir polisiye romanla karşılaşacağım hissini uyandırmıştı. Ön sözü okuyunca durum anlaşıldı. Kıssa-i Aşk’ta anlatılan, iki gencin yürekler burkan aşk hikâyesinin aksine burada yürekleri vatan ve millet aşkıyla yanıp tutuşan memleket sevdalılarının mücadelesi vardı. Bizim kuşağın ya da Adana dışındakilerin daha çok Ankara’da tanıdığı değerli eğitimci, dava adamı Necdet Özkaya’nın Adanalı yıllarında orada tüttürdüğü bir ocak olan Adana Kültür Derneği çevresinde gelişen olaylar, orada verilen mücadele anlatılıyor ve dolayısı ile Türkiye’nin bir ateş çemberinden geçtiği 1970-1980 döneminin bir fotoğrafı çekiliyor.
Özkayalar, Türk milletinin “var olma” mücadelesinde şehitler ve gaziler veren bir aile. Teyze çocukları Ahmet Serdar Tanrıtanır, kardeşleri Yavuz Özkaya şehit olurken Oğuz Özkaya yaralanıyor, kitabın müellifi de hastanelik olmaktan kurtulamıyor. Düşünebiliyor musunuz? 25 Aralık 1978’de teyzesinin oğlu, komünizmin maşaları tarafından şehit edildikten yalnızca 19 gün sonra 12 Ocak 1979’da genç bir öğretmen olan ağabeyi Yavuz aynı akıbete uğruyor. Üstelik Oğuz ağabeyi de yanında ve ağır yaralanmış. Hastaneye bir gidiyor ki Yavuz ağabeyi morgda, Oğuz ağabeyi beyin cerrahide, ablası psikiyatride… O yıllar öyle yıllardı ve kitap, yaşananları anlatması bakımından ayrıca önem taşıyor ve tarihe not düşüyor.
Kitapta da bahsi geçtiği gibi, Necdet Ağabey, benim de hizmetkârı olarak görev yaptığım Devlet gazetesinde Mehmet Özkan imzası ile yazılar yazardı ve bizler dizgiden sonra tashih yaptığımız için o yazıları herkesten önce okurduk. İlkokul mezunu bile olmayan bir “Bakan”ın asansöre “Hasanasör” dediğini, Şahların sarayını gezen bir bürokratın hiç tuvalet görmeyip sorması üzerine rehberinden, “Onlar Şahtır, nereye isterlerse yaparlar.” cevabını aldığını hep onun yazılarından öğrenmiştik. Anlayan için iğneleyici, dokunaklı ve mesaj dolu yazılardı.
Milliyetçi-Ülkücü Hareket’in tarihinde, Adana’nın önemli bir yeri vardır. MHP Lideri Alparslan Türkeş, 1969 ve sonraki seçimlerde Adana’dan milletvekili seçilmiş; İl Başkanı Faruk Akkülah’ın gayreti ve örnek kişiliği bunda önemli rol oynamıştır. Faruk Akkülah, 1960’lı yılların başlarında Türk Ocaklarının Adana Şubesi Başkanı olarak da önemli görevler yürüten ve Necdet Hoca, ailesi ile birlikte Adana’ya geldiğinde onlara kucak açan kişidir.
Necdet Özkaya, Millî Mensucat Ortaokulu öğretmeni iken öğrencileri ile birlikte çıkardıkları “Özleyiş” isimli aylık fikir ve edebiyat dergisinde, “At Üstünde Doğan, At Üstünde Ölmeyi Gaye Edinen Ataların Torunları Kahve Köşelerinde Vakit Geçirmemelidir” başlıklı bir yazı yayımlamış; Atsız, Türkeş ve arkadaşlarının yargılandığı 1944 Turancılık Davası’ndan tam 20 yıl sonra aynı “suç” isnadıyla hakkında dava açılıp beraat etmiştir. Ne yazık ki Türk milliyetçilerinin kaderi hep bu olmuş ve vatanını milletini sevmek suç olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Öyle olunca da ülkemiz adım adım bugünkü karmaşa ortamına sürüklenmiş, bölünme tehlikesi konuşulur olmuştur. Askerlik ve dava arkadaşı Ayvaz Gökdemir’in 1975 Mayısında Millî Eğitim Bakanlığı Öğretmen Okulları Genel Müdürlüğü’ne atanmasından sonra Necdet Hoca’ya da Ankara yolları görünmüş ve aynı yılın Kasım ayında Genel Müdür Yardımcısı olarak tayini çıkmıştır. Bu, elbette çok normaldir de bugün için hasret kaldığımız bir haber çıkar, 17 Kasım 1975 tarihli Van-Serhat gazetesinde:
“Memnuniyetle haber aldığımıza göre hemşehrimiz öğretmen Necdet Özkaya Orta Öğretim Genel Müdür Yardımcılığı görevine tayin edilmiştir. Sayın Necdet Özkaya çalışkan, bilgili, karakter sahibi şahsiyetli bir TÜRK MİLLİYETÇİSİ’dir. Necdet Özkaya’nın bu göreve getirilmesi ŞEHRİMİZDE SEVİNÇLE KARŞILANMIŞTIR…”
İşte Van ve Vanlı budur ve bu ifadelerle günümüzü karşılaştırdığımızda geçen 40 yıl içinde Türk milleti ile nasıl bir oyun oynandığını da gözler önüne sermektedir.
Peki, kitabın adı neden P.K. 546? Bu, Adana Kültür Derneğinin Adana Büyük Postanede bulunan posta kutusunun numarasıdır. Necdet Hoca’ya ve Dernek’e gelen “Aziz Dostum”, “Sevgili Oğlum”, “Kıymetli Ağabeyim…” diye başlayan pek çok mektubun ve çeşitli yerlerden gelen dergi ve gazetelerin buluşup ilgililere dağıtıldığı kutucuktur o. Mehmet Hayati Özkaya da Dernek’in en genç müdavimi ve hizmetkârı olduğu için posta kutusunu açıp gelenleri bir müjde gibi sahiplerine ulaştırma görevi çoğu zaman ona düşmekte, verdiği emanetin karşılığı olarak da kendisine yemek ısmarlanmaktadır. Şimdi hâlâ var mıdır bilmem ama yemekler genellikle rahmetli Ali Karataş’ın Bankalar Lokantasında ikram edilir. Ali Karataş vatanperver bir şahsiyettir ve ülkücü gençleri çok sever. Bir gün Oğuz Bey’e, “Bana Dernek’ten on öğrenci gönder, öğle yemeklerini burada yesinler, benden.” der. Bu, o zaman için bulunmaz bir nimettir. Gençler bir iki gün lokantaya giderler ve vazgeçerler. Ali Bey’in durumu merak etmesi üzerine, Oğuz Bey gençlere sorar ve aldığı cevap karşısında duygulanır. “Ücret ödemeden yemek yemeyi utanılacak bir şey” olarak değerlendirmişlerdir. Bu durumu öğrenen lokanta sahibi Ali Bey de duygulanır ve “İşte ben bu yüzden seviyorum bu ülkücü çocukları!” demekten kendini alamaz. Gönüllerini hoş edecek bir formülü de hemen bulur: “Gelip yemeklerini yesinler ve veresiye defterine yazdırsınlar. İş güç sahibi olduklarında da borçlarını öderler!” Oysa lokantanın bir veresiye defteri yoktur. İşte, su katılmamış ülkücüler ve ülkücülük böyle bir şeydi.
Mehmet Hayati Özkaya, Adana Kültür Derneği çevresinde gelişen ve Türkiye tarihinde bir döneme ışık tutan hatıralar demetini derleyip toparlamış ve yine P.K. 546’ya koyarak kutuyu açanlar okusunlar diye emanet etmiş. Millî yayıncılığın nişanesi olan Ötüken Neşriyat da daha geniş kitlelere ulaşması için bu notları kitap hâlinde yayımlayıp okuyucuya ulaştırmış. Kitap, yine Adana Kültür Derneğinde yetişen şair Mehmet Ali Kalkan’ın “Gök Aradık Tuğlara” isimli şiiri ile bitiyor:
Gök aradık tuğlara
Türk’ü yazdık çağlara
Aşk atını dağlara
Yıldırımca sürdük ya!
Üç ettik ayımızı
Çok ettik sayımızı
Asya’dan yayımızı
Bismillahla gerdik ya!
Güneş ardınca gittik
Türk adını dirilttik
Gün oldu dağ erittik
Demire can verdik ya!
Eri, Hakanı, Beyi
Pir bildi Yesevi’yi
Göklerdeki maviyi
Yeryüzüne serdik ya!
Yürürken Oğuz Boyu
Bilmedi hiç korkuyu
Gökçek Anadolu’yu
Adaletle ördük ya!
Adaletin şaşmaması ve Türk kültürüne hizmet eden, Türklüğün beka davası için çalışan Ocakların hep var olması dileği ile Mehmet Hayati Özkaya’yı tebrik ediyor, yeni eserlerini bekliyoruz.