-Kürşad’ın narasıyla indik Tanrı Dağı’ndan/Ruhumuzu kandırdık Orhun’un kaynağından/Bu kaynaktan içenin yürekleri tunç olur/Türk’e kefen biçenin ölümü korkunç olur (Atsız)
70’li yıllarda Kürşad Marşı’nı çok söylemiş, Orhun Abideleri’ni daha çok “Ey Türk titre ve kendine dön” hitabından dolayı severken bizi Orhun Nehri’ne sevdalandıran daha çok bu marşın içinde geçen o mısra olmuştu: “Ruhumuzu kandırdık Orhun’un kaynağından!”
Mesela ben bu marşı ilk defa 1970 yılında söylemişsem, ruhumu gerçek manada kanıncaya kadar doyurabilmek için 44 – 45 yıl bekleyip hasret çekmişim demektir. Onun için, altmış kusur yaşındaki bir insan için çok yorucu olmasına rağmen bu yorgunluğun farkına varmadığımı, aksine en çok zevk aldığım, kendimi daha çok dinç hissettiğim bir gezi olduğunu söyleyebilirim.
1220 kilometre karelik bir alanı içine alan Orhun Vadisi, Hun, Göktürk, Uygur ve Moğol İmparatorluklarına kucak açmıştır. Burası, Orta Asya tarihinin en önemli gelişmelerine tanıklık etmiş olup Moil Deresi Paleolitik Ocağı, Uygur Karabalgasun şehri kalıntıları, Orhun Abideleri, Karakurum kalıntıları ve Manastırlar gibi tarihi ve kültürel değeri büyük olan eserleri barındırmaktadır.
Bunların dışında yüzyılların ötesinden gelen daha el değmemiş, gün yüzüne çıkmamış, çıkarılmamış nice hatıranın yeraltında olduğu, hatta orada burada sık sık rastlanan dikili düz ya da motifli taşların altında ne yattığı bilinmemektedir. Burada dikkate değer ve takdir edilecek bir hususu da belirtmeden geçmemek gerekiyor ki bu da şudur: Günümüzde Moğolistan sınırları içinde kalan ve Türkiyemizin iki katı yüzölçümüne sahip olan bu bölgede bulunan ve daha çok göçebe olarak yaşayan insanlar –üstelik kontrolü çok güç olmasına rağmen- bilinen ya da bilinmeyen tarihi eserlere, buluntulara kesinlikle zarar vermemektedirler. Hani insan, “Onca eser, onca dikili taş vb. bizde olsa kaçak kazı yapanların önüne geçilemez” demekten kendini alamıyor. Farklı konular gibi görülmesine rağmen bu anlayışı pekiştirecek iki örnek daha vermek istiyorum. Birincisi: Önceki bölümlerde anlattığım o sıkıntılı “safari” yolculuklarımız sırasında öbür araçlarımızda yolculuk yapan arkadaşlarımızdan biri kuş uçmaz kervan geçmez misali bozkırın ortasında ilerlerken elinde bulunan bir kâğıdı ya da poşeti atmak için arabanın camını açınca Moğol şoför elini tutuyor ve “atamazsın” işareti yapıyor. Özbekistan hatıralarımı anlattığım bölümü okuyanlar da, Taşkent’in içinden geçen su kanallarında en küçük bir çöpün, bir kâğıt parçasının, bir pet şişenin bulunmadığını, insanların bu konuda çok özen gösterdiklerini yazdığımı hatırlayacaklardır. İkinci örnek de şu: On bir gün süren Moğolistan gezimiz sırasında doğan, bozdoğan, şahin, atmaca, kartal, akbaba, karga, turna, ördek, geyik, tarla faresi vb. gibi yırtıcı ya da değil pek çok hayvanın ortalıkta cirit attıklarını, hatta insanlardan çekinmeden, tedirgin olmadan hayatın tadını çıkardıklarını gördük ve şaşırdık. Çünkü kimse onlara zarar vermiyor, ortalıkta avcı falan da dolaşmıyordu. Ve yine bir soru: Peki bizde bu hayvanlar insanları görünce neden kaçacak delik arıyor ve biz neden böyleyiz?
Yine Orhun Vadisi’ne dönelim… Vadi, Başkent Ulanbatur’a yaklaşık 400 kilometre uzaklıkta ve deniz seviyesinden 1500 metre yükseklikte, meşhur Gobi Çölü ve Sibirya ormanları arasında genellikle bozkırların hâkim olduğu bir tampon bölge gibi duruyor. Küçük dağlar ve tepelerden oluşan yükseltilerle çeşitli yerlerden gelip Orhun Irmağı ile birleşen çaylarla kimi yerlerde oluşan kanyonlar, büyüklü küçüklü vadiler ve ovalar bölgeye ayrı bir güzellik katıyor. Bütün bu güzellikler tarihi değeri ile birleşince Orhun Vadisi’nin önemi bir kat daha artıyor. Onun için Vadi, 2004 yılında UNESCO tarafından “Dünya Mirası” listesine alınmış durumda.
İşte biz, Moğolistan gezimizin son günlerine doğru Orhun Vadisi’nin “Milli Park” olarak da ilan edilen en güzel, en karakteristik bölümüne ve üstelik Irmağın asıl kaynağına ulaşmak üzere 3 Eylül 2014 Çarşamba günü Karakurum’dan hareket ettik. Yaklaşık 100 kilometre yolumuzun olduğu söylendi. 50 kilometre kadar normal sayılacak bir yoldan gittikten sonra yine o alıştığımız bozkır şartlarına göre belirlenen yollara düştük. Ana yoldan ayrıldıktan sonra önümüze Bat –Ulzii isimli bir ilçe çıktı. İlçeye giren ve çıkan yollar bile delik deşik ve kasislerle doluydu ki gerisini Allah bilir! Oradan ayrıldıktan sonra birkaç defa çıkmaza düşüp şaşırdıktan sonra karşımıza “Orkhon Valley National Park Tourısm Zone” yazan bir tabela çıkınca sevindik. Burası yüksekçe bir yerdi ve artık hedefe yaklaştığımızı gösteriyordu. Kısacası Orhun Milli Parkının giriş kapısında idik. Üç araç da orada durunca indik ve aşağıdaki kanyon içinden akıp giden Orhun’u seyre koyulup bol bol fotoğraf çektik.
Daha yolumuz vardı ama artık arabalarımızın altlarının vurması, kasisler, engeller bizi üzmüyor, at üstünde gördüğümüz bir bayan çobanın, çocukların, at, koyun – keçi, sığır ve bizim buralarda görülmeyen yak sürüleri ile tabiat manzaralarını fotoğraflayarak gidiyorduk. Böylece o sıkıntılı yolun farkına bile varmadan kendimizi kamp yerinde buluverdik. Düz bir alan, güzel bir yayla, mis gibi bir hava, etrafta çadırlar, atlar ve 100 metre kadar ileriden gelen Orhun’un şırıltısı…
Biz dört arkadaş daha hangi çadırda kalacağımızı öğrenip eşyalarımızı yerleştirmeden su sesinin geldiği yöne doğru gidiyoruz. Çünkü öğle vakti geçmek üzereydi ve Orhun’un suyundan abdest alacaktık ama o da ne? Bozkırın bitiminde derin bir kanyon, koca koca kayalar ve nehir yatağının kıyısında bilmem kaç asırlık olduğu anlaşılan orman ağaçları! Aşağı inmek imkânsız görünüyor. Nitekim terlikleriyle gelen bir arkadaşımız geri dönmek zorunda kaldı ve biz üç kişi uygun bir yer kollayarak Irmak kenarına inmeyi başardık. Orhun’un suyunun kirlenmediği ve en saf, en temiz, en berrak aktığı yerdeydik. İçip susuzluğumuzu ve hasretimizi giderdikten sonra abdest alıp çıkarken nehir yatağının kıyısındaki ağaçlık bölümde tanıdık bitkilere rastladık: Kuşburnu ve kekik! Kuşburnu meyveleri tam olgunlaşmıştı, birer avuç toplayıp yedikten sonra indiğimiz yerden dikkatle çıkarak bozkırda namazımızı kıldık ve hep olduğu gibi ecdadımıza dualar ettik, oraları görmeyi nasip ettiği için Allahımıza şükrettik.
Çadırların buluduğu yere döndüğümüzde arkadaşlarımız yerleşmiş, bize ait eşyaları da kalacağımız çadırlara bırakmışlardı. Şelalenin yerini sorduk, 500 - 600 metre kadar ilerde olduğunu söylediler. Bu arada öğle yemeği de hazırmış. Makarna çorbası diyebileceğimiz bir yemek yedik ve şortumuzu giyerek şelaleye doğru yürüdük. Öyle güzel bir yerdi ki, o çağların şartlarını düşünmeden arada bir “Atalarımız buraları niye terk edip gitmişler” diye söylenmeden edemedik. Bu arada yan çadırlarda iki İngiliz aile ya da arkadaş grubunun olduğunu da öğrenmiştik. Hadi biz bir amaç uğruna bu diyarı arayıp bulmuştuk ve bundan da çok mutluyduk da onlar niye gelmişler, burayı nasıl bulmuşlar ve o çileli yollara nasıl katlanmışlardı? Doğrusu insan şüphe ile bakmadan edemiyor.
Az sonra o muhteşem şelale karşımızdaydı… Su 5 – 6 kilometre kadar ötedeki asıl kaynağından akıp geliyor ve orada oluşan kanyona doğru çok güzel bir şelale olarak akıyor, suların düştüğü yerde de bir gölet oluşturduktan sonra akıp gidiyordu. Orhun, Karakurum’dan sonra Tola Nehrini içine alıyor, başka kollar da karışıyor ve ilerde Selenge Irmağı ile birleşip Baykal Gölü’ne dökülüyor.
Moğollar tıpkı başkentlerine “Kızıl Kahraman” anlamına “Ulanbator” dedikleri gibi Orhun Şelalesi’ne, kızgın ya da hırçın akan su anlamına “Ulan Sutgılın” diyorlar. Şelaleyi bulmuştuk ama tıpkı 500 metre kadar geride abdest almak için ırmak kenarına güç bela inebildiğimiz gibi aynı zorlukla karşı karşıya idik. Neyse ki daha öncelerden de buraya gelip gidenler olduğu için inilip çıkıldıkça uygun hale gelen bir yol bulduk ve kayalara tutunarak, bazen de atlaya zıplaya aşağıya inebildik. Su elbette soğuktu ama biz de Orhun’un kaynağında yıkanıp ruhumuzu kandırmaya ahdetmiştik. Hemen o serin sulara atlayıp hasretimizi dindirdik. Artık zamanı gelmişti; sudan çıktıktan sonra, buralara hasret giden ama sanki Orhun’un kıyısında yaşamışçasına ecdadımızın yaşadıklarını romanlaştırıp marşını yazan Atsız’ın ruhunun da bizlerle beraber olduğundan emin olarak topluca Kürşad Marşı’nı söyledik:
“Kürşad’ın narasıyla indik Tanrı Dağı’ndan/Ruhumuzu kandırdık Orhun’un kaynağından/Bu kaynaktan içenin yürekleri tunç olur/Türk’e kefen biçenin ölümü korkunç olur.
Delinse yer çökse gök, yansa kül olsa dört yan/Yüce dileğe doğru yürürüz yine yayan/Yıldırımdan boradan, kasırgadan yılmayan/Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz.”
O gün tam bir tatil yapmıştık. Arkadaşlardan bazıları ırmaktan sonra kaldığımız kampın atlarına dolaştılar, biz kırlarda dolaşıp mis gibi havayı doya doya teneffüs ettik ve akşama doğru odun ateşinde hazırlanan “Horhog” yemeğinin yapılışını seyrettik. Bir koyun kesilip etleri parçalanırken bir taraftan da Orhun Irmağının serin sularının yıkadığı yumurta büyüklüğündeki taşlar toplanıp geldi ve yakılan ateşin közleri içine atılarak “kızgın taş”lar elde edildi. Her şey hazır olduktan sonra bizim sokak sütçülerinin güğümlerine benzer bir güğümün içine bir sıra kızgın taş, bir sıra et, bir sıra patates, tekrar bir sıra kızgın taş, tekrar bir sıra et, bir sıra havuç, bir sıra soğan gibi güğümü tıka basa doldurup sıkıca kapattılar ve odun ateşinin üstüne koydular. Yemek piştikten sonra da, dışarısı karanlık ve soğuk olduğu için merkez çadır konumundaki bizim çadıra sofra düzeni kuruldu ve loş bir ışık altında afiyetle yedik. Burada çadırlar, güneş enerjisi ile depolanan akülerden beslenen ampüllerle aydınlatılıyordu.
Moğolistan’da bulunduğumuz süre içerisinde ilk defa o gece üşüdüm ve çadırdaki sobamızın yedek odunları bile akşam yakıldığı için çaresiz kaldım. Neyse ki sabah erken kalkıp etrafı kolaçan edince Horhog Yemeği’nin yapıldığı yerde artan odunları toplayıp geldim ve sobayı bir güzel yakıp ısındık. Kahvaltıdan sonra da Orhun’a veda edip Ulanbatur’a doğru yine zorlu bir yolculuğa çıktık.
Sanırım 300 – 350 kilometrelik bir yolumuz vardı ama sabah saat 08.00’de hareket etmemize rağmen Ulanbatur’daki otelimize ancak akşam karanlığında ulaşabildik. O yorgunlukta kimsenin yemeği düşünecek hali yoktu ve üstümüz başımız toz, vücudumuz kir içindeydi. Bir güzel banyo yapıp yattık ve rahatça uyuduk. Moğolistan’daki son günümüzü alışverişe ve ülkemizin oradaki temsilciliklerini ziyaretlere ayırmıştık.
Önce alışveriş…
Yazımın daha önceki bölümlerinden birinde otomobil ve akaryakıt fiyatlarının Türkiye’nin üçte biri olduğunu belirtmiştim. Elektronik eşyalar ve akıllı telefonlar satan bir mağazaya gittiğimizde onların da bizdeki fiyatlardan yarı yarıya ucuz olduğunu gördük. Mesela benim yaklaşık iki ay önce bin liraya aldığım akıllı telefon orada 200 dolardı. Grubumuzda elektronikçi bir arkadaş da vardı ve telefonların orijinal olduğunu söyleyip kendisi de aldı. Ben Moğolistan’ı hatırlatacak başka küçük hediyeler almayı tercih ettim.
Öğleden sonra Moğolistan Büyükelçimiz Sayın Murat Karagöz ve TİKA Bölge Koordinatörümüz Ekrem Kalan’la randevularımız vardı.
Sayın Büyükelçi bizi saat 16.00’da kabul etti ve çok yararlı bir görüşme yaptık. Karşımızda tatlı dilli, güler yüzlü bir diplomat vardı ve göreve başlayalı on ay olmasına rağmen Türk tarih ve kültürü ile ilgili eserlerin bulunduğu mekânlara defalarca gidip gelmiş, Türk kıyafetlerinden oluşan bir defile, Türk yemeklerinin tanıtıldığı bir organizasyon düzenlemiş ve mesela Moğolistan’a bizim Moğol Müzik Grubu’nu getirmiş. İş adamlarımız için iş imkânlarını araştırıp rapor etmiş ve onların gelip yatırım yapmalarını bekliyor.
Moğolistan Devleti’nin, başkentin en güzel caddelerinden birine Ankara Caddesi adını vermesi ve bu cadde üzerine Atatürk İlkokulu adıyla bir okul yaptırıp hizmete açmasından bizi sevdiklerini zaten biliyorduk. Büyükelçimiz de bunu teyit ettiler:
“- Normalde yeni atanan Büyükelçiler ilgili Devlet Başkanı tarafından 10 – 15 gün içinde kabul edilir ve niyet mektupları öyle sunulur. Ama ben daha geldiğimin ertesi günü davet edildim!”
Moğolistan hükümeti, devleti bize böylesine sıcak, yakın, orada gayretli bir Büyükelçimiz, hepsinden önemlisi ecdadımızın hatıraları, bengü taşları, daha doğrusu yüzyıllar önce taşa yazılan ve hala ayakta duran anayasaları, gelip gidene yol gösterecek TİKA temsilcileri var ama gelen giden yok!
Şimdi not alabildiğim kadarıyla Sayın Büyükelçimiz’in söylediklerini aktarayım:
“- Burada Türk Tarih, Türk Dil gibi kurum elemanlarıyla akademisyenlerin, iş adamlarımızın cirit atması lazım ama kimse gelmiyor. Ben on ay içerisinde üç ilim adamızın geldiğine şahit olmadım. Gidiş geliş 11 – 12 saatimi almasına rağmen ben on ay içerisinde tam beş defa Karakurum’a gittim. Türk Tarihi’nin burada ayağa kaldırılması lazım. Pek çok şey de yapılıyor ama ne yapsak yetersiz.
“Moğolistan 2013 yılında yüzde 11 büyüdü. Burada kömür, altın, bakır neredeyse hep yüzeyden çıkıyor. Dolayısıyla çıkarıp işlemesi kolay ama bunları Ruslarla Çinliler işletiyor. Belediyelerimizin, iş adamlarımızın, devletimizin bu coğrafya ile daha çok ilgilenmeleri gerekiyor. Burada ayrıca, öğrenimlerini Türkiye’de tamamlamış 3000’e yakın yetişmiş insan var. Takip ediyorum; bu öğrenciler facebook ve twitterde Türkçe yazışıyor ve Türk futbol takımlarının maçlarını takip ediyorlar.
“İşte, siz geldiğiniz günlerde burada Çin Devlet Başkanı vardı. O gitti Rus Devlet Başkanı geldi. Çin’le 30, Rusya ile 15 anlaşma imzalandı. Ne yazık ki burada bir TRT muhabiri ve Anadolu Ajansı’nın temsilcisi olmadığı için bunlar Türkiye’de iki satır bir haber olarak bile geçmedi.
“Dışişleri Bakanları kendi ülkelerinde düzenlenen bir dış temsilciliğin programlarına ya da özel günlerine katılıp on dakika kalır ve giderler ama Moğolistan Dışişleri Bakanı düzenlediğimiz Türk Günü’ne katıldı ve tam iki saat ayrılmadı.
“Burada daha önce büyük bir cami inşaatına başlanmış ama hukuki altyapısı oluşturulmadığı için öylece yarım kalmış. Şimdi yeni bir arazi talebinde bulunduk ve İnşaallah her şeyi usulüne uygun olarak yapıp tamamlayacağız.
“Burada yalnızca Göktürklere ait 200 kalıntı olduğu biliniyor ama bir envanteri çıkarılmamış, bunun için uğraşıyoruz. İmparator Kubilay’ın mezarı Alman, İngiliz ve Japonlar tarafından kazılıyor ama biz yokuz. Üniversitelerimiz ne yapıyorlar, bilmiyorum.
“Moğolistan baştan aşağıya bir hayvancılık ülkesi olmasına, 3 milyon nüfusa karşılık 50 milyonun üzerinde hayvan varlığı olmasına rağmen süt ve süt ürünlerinin yüzde 74’ünü Çin’den ithal ediyor. TOBB, Sanayi ve Ticaret Odalarımız ne yaparlar, onu da bilmiyorum. Kıgızistan’a, Özbekistan’a gittiklerini biliyorum da buraya niye gelmiyorlar? Bu ülkenin denize açılan kapısı yok diye ihracat için korkmasınlar. Bir yanda koca bir Çin, öbür yanda koca bir Rusya; bunlar kendi başlarına birer deniz ve hatta okyanus. Pazar hazır yani. Yeter ki yatırım yapılsın…”
İş adamlarımız, onların birlikleri, kurumları ve devlet yetkilileri İnşaallah bu sese kulak verirler ve bu imkânı değerlendirirler. Yalnız, Sayın Büyükelçimizin açıklamalarından yola çıkarak birkaç hususun daha altını çizmek gerekiyor. Orada Büyükelçilik ve TİKA olarak gayretli bir ekibimiz var ama internetten başka haberleşme imkânları yok. Kırgızistan ve Özbekistan gezimizde oralardaki kardeşlerimiz Türk dizilerini seyredebildikleri için bize Türk dizi kahramanlarını soruyorlardı. Moğolistan ise Tüksat’ın kapsama alanı dışındaymış. 3 milyon nüfuslu bir ülkenin en az 3 bini Türkiye’de öğrenim yapmışsa, geçmişimiz o topraklarda yatıyorsa, Moğol halkı bize “Amcaoğulları” diye hitap ediyorsa ve Moğol Devleti her türlü işbirliğine hazırsa biz niye ihmal ediyoruz? Moğolistan’da 46 kilometrelik Bilge Kağan, 11 kilometrelik Tonyukuk karayollarını yaparak bizleri gururlandıran devletimiz 10 – 11 kilometrelik Karabalgasun yolunu da yapar ve oralarda kazı çalışmalarını başlatır, iletişim ve yayın ağını genişletir, iş adamlarımız da bu imkânlardan faydalanarak orada büyük yatırımlar yaparlar. Buna yürekten inanıyoruz.
TİKA Bölge Koordinatörümüz Doç. Dr. Ekrem Kalan ve Koordinatör Yardımcısı Turan Can’la Moğolistan’a gidişimizin daha ilk gününde görüşmüştük. Ayrılacağımız gün de makamlarında ziyaret ettik ve başarılı çalışmaları ile bize sağladıkları kolaylıklardan dolayı teşekkür ettik.
Ulanbatur’daki son durağımız Moğolistan’ın dünya piyasasına hâkim olduğu en önemli ürünlerinden olan kaşmiri işleyip üreten bir fabrikanın satış mağazasını ziyaret etmek oldu. Orada da alışverişler yapıldıktan sonra İstanbul lokantasına gidip nefis bir akşam yemeği yedik. Yoğurt hastası olan ben o lokantada; Avrupa’ya, Balkan ülkelerine, Orta Asya’ya ve işte en son Moğolistan’a yaptığım bütün geziler sırasında yoğurda hasret kaldığım için bu aziz yiyeceği atalarımızın bulmuş olduğuna dair tezlere güvenimi yitirmek üzereyken -tıpkı evde yaptığım gibi- nefis bir yoğurtla karşılaştım. Bunun için işletmecilerine özellikle teşekkür ediyorum.
Bir teşekkürüm de elbette gezi hakkını bana devredip Turan ellerini görme imkânı sağlayarak hayallerimin gerçekleşmesini sağlayan hemşerim, akrabam, değerli iş adamı Turan Bey’le bu gezi organizasyonunu başarıyla gerçekleştiren yine değerli arkadaşım ve hemşerim Kadir Bey’e.
Yemeğin ardından otelimize çekildik, bavulumuzu hazırlayıp yattık. Hun, Göktürk, Uygur diyarı Moğolistan’dan çok güzel, çok özel hatıralarla ayrılacaktık ve sabah on saatlik bir Türkiye yolculuğu bizi bekliyordu.