Mehmet Hayati Özkaya’nın, Ötüken Neşriyat yayınları arasında çıkan ve Türkiye’nin yaşadığı bir devrin fotoğrafını çekip geleceğe postalayan P.K. 546 isimli eseri için yazdığım yazıya şöyle bir giriş yapmıştım:
“Ötüken Yayınevi peş peşe kitaplar yayımlıyor ve hepsini takip edemiyoruz. Özer Ravanoğlu Ağabey’in “Doğudan Batıdan Hikâyeler” isimli kitabından sonra “Tanrı Dağları’nın Gözyaşları” isimli kitabı da çıktı. Ben Özer Ağabey’in bu çalışmalarından haberdardım ve Türk Dünyası’nda gönüllü bir nefer gibi yıllarca çalışıp duran biri olarak anlatacağı çok şey olduğunu biliyordum. Hele birilerine ders vermek için anlattığı bir fıkra vardı ve kitaba bu konuyu yazacak mısın, diye sorduğumda ‘Karar veremedim.’ demişti. Ben de bazı gerçeklerin bilinmesinde fayda olduğunu ve mutlaka yazmasını söylemiştim. ‘Doğudan Batı’dan Hikâyeler’i okudum ama Tanrı Dağları’nın Gözyaşları’na henüz sıra gelmedi. Şöyle bir göz attığımda da o konuya rastlamadım. Kendisini defalarca aramama rağmen de ulaşamadığıma göre yine Tanrı Dağları’nın gölgelediği bir yerlere gitmiş olmalı…”
Nitekim tahminim doğru çıktı ve 15 Kasım günü, Kırgızistan’da kullandığı hattan kendisi ile konuşabildim. Söz açılmışken önce o fıkrayı anlatayım. Kitabı okuyacak olanlar sanırım anlatılanlarla bu fıkra arasında bir bağ kurabilirler. Ben yalnızca küçük bir ipucu vereyim. Aynı hacimli projeler, maliyetler, kaş yapayım derken göz çıkarmalar ve elbette insan unsuru!
Fıkra anlatmayı beceremesem de bu anlamlı fıkrayı yazarak nakledebilirim:
“Ormanda dolaşırken bir kediye rastlayan aslan, şaşkınlık içinde onu süzdükten sonra merakla sorar:
- Sen bana benziyorsun ama niye böyle küçücük kaldın?
Zavallı kedi, korkudan tir tir titreyerek cevap verir:
- İnsanoğlu efendim, beni insanoğlu bu hâle getirdi!
- Kimdir o? Göster bana bakalım!
Sonra birlikte ormanın derinliklerinde balta ile ağaç kesmekte olan bir oduncunun yanına doğru yürürler. Kedi, adamı gösterince aslan kükremiş:
- İnsanoğlu, insanoğlu! Sen, benim kardeşime ne yaptın da böyle çelimsiz bıraktın bakalım? Şimdi seni parçalayıp yutayım da cezanı çek!
Korkudan ne yapıp ne diyeceğini şaşıran adam, etrafına bakınır. Kaçsa kaçamaz, karşı koysa aslanla baş edemez. Aklına bir oyun gelir. Elindeki baltayı koca kütüğe var gücü ile saplar ki ne saplama! Sonra şöyle der:
- Aslan kardeş, ben bu baltayı çıkaramıyorum. Çoluk çocuk da evde üşümüş, yolumu gözler. Hele bir yardım ediver de baltayı çıkaralım!
Aslan bir elini kütüğe yaslayıp öbür eliyle baltaya yüklenince baltayı çıkarır çıkarmasına da kütüğün üstüne koyduğu eli baltanın çıktığı yere sıkışıp kalır. Aslan feryat figân kükrerken adam çoktan sırra kadem basarak köyünün yolunu tutuverir. Zor bela elini kurtaran aslan, kediye dönüp şöyle der:
- Haklısın kedi kardeş. İnsanoğlunun eline düşmeyegör, ben de onların eline düşsem kim bilir ne hâle gelirdim! Hadi hadi, sen yine de bu hâline şükret!”
Özer Ağabey’den daha önce dinlediğim bu fıkrayı, “incelemelerde bulunmak için” Bişkek’e gelen heyete de anlatır ama tepki vermezler. Ravanoğlu, kitabında bu konuyu bir cümle ile geçiştiriyor: “Hiç kimse, bu fıkrayı bize niye anlattın, demedi. Eğer sorulsaydı niye anlattığımı da söyleyecektim.” Fıkranınkitapta yer almamasının sebebi, sanırım kitabın 30 Temmuz 2016 tarihli Önsöz’ünde gizli:
“Çalışmam boyunca bu ülkelerde resmî ve gayrıresmî olarak bizimkilerin yaptığı yanlışlıklara ve yapılması gerekirken yapılamayan işlere de temas edilmiş, MÜMKÜN MERTEBE MÜESSESELERİMİZ YIPRATILMADAN olaylara ışık tutulmaya çalışılmıştır…”
Dile kolay, 25 yıla yakın bir süre Kazakistan ve Kırgızistan ağırlıklı olmak üzere Türk Cumhuriyetleri’ndeki kardeşlerimiz için canla başla çalışan; onlarla birlikte oturup kalkan; evlerine, yurtlarına, çadırlarına konuk olan; Türkiye Diyanet Vakfınca oralarda yaptırılan camilerle Manas Üniversitesi yerleşkesinin inşaat sorumluluğunu yürüten Özer Ravanoğlu, verdiği hizmetlerin yanında elbette pek çok hatıra biriktirdi. Orada bir “yabancı” gibi değil, onlardan biri ve aile fertleri gibi hareket edip çabucak kaynaştığı için de sevildi. Gerektiği zaman dert babası, gerektiği zaman aile büyüğü oldu ve kendisini misafir gibi hissetmedi. Bulunduğu yerlerde her nereye bakarsa baksın Türk Dünyası sevdalılarının hayallerini süsleyen Tanrı Dağları ile uzantıları karşısında duruyordu. Çoğu zaman başından karı buzu eksik olmayan o yüce dağlara bakıp ağlıyor, Türklüğün haşmetli çağlarından ayrı kalmanın hüznüyle dağların da sanki gözyaşı döktüklerini hissediyordu. Onun için, 574 sayfalık bir kitaba dönüşen hatıralarına bu adı vermeyi uygun buldu: Tanrı Dağları’nın Gözyaşları.
Kitap; Türk Dünyası’ndan İzlenimler, Kırgızistan Günleri, Batı Kazakistan ana başlıkları altında üç bölümden oluşuyor ve bu üç bölümde 183 ara başlık var. Kısacası, millî duygular, ticaret, iş kurma, araştırma yapma, genel kültür ve benzeri konulardan dolayı Türk Dünyası’na ilgi duyan herkes, bu kitapta bir şeyler bulacak ve faydalanacaktır.
Ben de kitapta, oralarda yaşananları ilgi ve heyecanla okuyup kimi zaman duygu seline kapılarak ağlamaklı olmanın dışında -serde yayıncılık olduğu için- ilk dikkatimi çeken hususlardan biri, 66. sayfadaki TRT İNT konusu oldu. 1990’lı yılların başı. Büyük bir heyecanla TRT İNT Kanalı kurulmuştur ve Türk Dünyası başta olmak üzere dış dünyaya Türkiye’mizin sesini duyuracak, oralardan haberler, görüntüler verecektir. Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan derken kendisini oralardaki işine kaptırıp Türkiye’den habersiz kalan Özer Bey, Kırgızistan’da görev yapan Din Hizmetleri Müşaviri Orhan Bey’in evindeki televizyona heyecanla bakar. Verilen haber, İstanbul’da su kesintisi yapılacak semtlerle ilgilidir. “Allah aşkına, İstanbul’da yapılacak su kesintisi, bu coğrafyada yaşayan hangi insanı ilgilendirir?” diye hayıflanır ve işine döner. O kanal da zaten amacına ulaşamadan sessiz sedasız kapanıp gitti ve şimdi TRT Avaz, bizim ve kardeşlerimizin avazına tercüman olmaya çalışıyor.
Özer Bey’in asıl işi, Kazakistan ve Kırgızistan’daki cami inşaatlarının sorumluluğudur. O işi büyük bir titizlikle yerine getiriyor ve anlaşmalar da yapılmış olmasına rağmen sürüncemede kalan inşaatlara hız veriyor, bir türlü başlanamayan inşaatları başlatıyor ve gittiği her yerde Ahıska Türkleri ile karşılaşıyor, dertlerini dinliyor. Şu sıralarda, büyük Ahıska Sürgünü’nün 72. yılını yaşıyoruz ve onlar hâlâ kendi topraklarına kavuşamadılar. Kazakistan, Kırgızistan, Azerbaycan ve Türkiye’de bölük pörçük yaşamaya devam ediyorlar. Keza aynı akıbete uğrayan Kırım Türklerinin de çilesi bitmedi. Vatanlarına dönenler bile âdeta esaret hayatı yaşıyor.
Ya Karabağlılar? Ya kitapta serencamı anlatılan ve Kazakistan’daki Talgar Pazarı’nda patates soğan satarken kendisiyle pazarlık yapmaya kalkan Aslan Usta’ya, “Allah’tan kork, men üç yetime bakarım.” diye çıkışıp “Men Azeriyem, Karabağlıyam. Bahtı karalıyam. Kader meni bu yere getirip attı!” diyen Rahime bacımız? O, dünyanın sessiz kaldığı Ermeni zulmünden kaçıp kurtulabilen, üç yetim çocuğu ve karnındaki doğmamış yavrusu ile birlikte kardeş ülke Kazakistan’da hayat mücadelesi veren bir Türk kadınıdır. Bu serzenişten sonra artık pazar alışverişlerinde mutlaka uğranılan bir yerdir onun tezgâhı. Artık şantiyedeki herkesin dostu olmuştur Rahime. Hayat hikâyesi yüreklerini burkmuş, ona yardımcı olan Gulmira ve Bahtıgül Hanımlardan sonra koruyuculuğunu devralıp çocuklarıyla sıcak bir yuvaya kavuşmasını sağlamışlardır. Onlar, Türkiye’den götürdükleri beş-on işçi ile Kazakistan ve Kırgızistan’da yalnızca cami yapmamışlar; gönüllere de girip dostluklar inşa etmişlerdir. Öyle ki, Rahime Bacı, gurbet elde doğan oğluna şehit kocasının adını değil, ısrarlarına rağmen mühendis Muzaffer’in adını verecektir.
Peki, ya Doğu Türkistanlılar? Arkadaşlarımla birlikte benim de on saat rehin kalıp sınır dışı edildiğimiz Urumçi’de kocası ile oğlunu rehin bırakıp Kırgızistan’a gelen Uygur Türkü bir kadınla kızının dramı da ayrı bir yürek yangınıdır. Bu kadın, Bişkek’te iş kuran bir Türk’ün olduğunu öğrenir ve kapısını çalar: Ben dönmek zorundayım, dönmezsem kocamla oğluma çok zulmederler ama kızımı götürmek istemiyorum. Oraya giderse onun için çok kötü bir hayat olur. Kızımı kendine nikâhlar mısın?
Orada Türkiye’den gelen bir Türk olduğunu öğrenip çaresizlik içinde kapısını çalan Uygur Türkü kadın, hiç tanımadığı, ilk defa karşılaştığı birine yalnızca Türk olduğu, Türkiye’den geldiğini duyduğu için böylesine güveniyor, sığınacak bir liman gibi görüyor. Hani, TRT’deki programda benzer örnekler verirken ağlaya ağlaya “Tarih Türk’ü çağırıyor kardeşim, tarih Türk’ü çağırıyor!” demişti ya Prof. Dr. Tufan Gündüz; evet, tarih Türk’ü çağırıyor ve bundan kaçıp kurtulamayız. Irak, Suriye, Balkanlar, Asya hatta Sibirya… Biz her yere ulaşmak, nerede bir Türk varsa dertleriyle dertlenmek ve onlara çare olmak zorundayız.
Nasıl olmayız ki?
İşte Bişkek Sosyal Bilimler (Humaniter) Üniversitesinde ders veren Edibe Hanım ve öğrencilerinin hazırladığı Duvar Gazetesi’ne aldıkları Ziya Gökalp’ın dörtlüğü de bizi çağırıyor:
Deme bana Oğuz, Kayı, Osmanlı
Türküm, bu ad her unvandan üstündür
Yoktur Özbek, Nogay, Kırgız, Kazanlı
Türk Milleti bir bölünmez bütündür.
Kırgızistan’a yaptığım seyahat sırasında, 1937 yılında, aralarında ünlü yazar Cengiz Aytmatov’un babasının da bulunduğu 153 Türk aydınının Stalin’in zulmüne uğrayıp bir kireç kuyusunda yakıldıkları yeri ben de ziyaret etmiştim. Aytmatov da vasiyeti üzerine oraya defnedilmişti. Özer Ağabey, konu ile ilgili olarak hazırladığım ve bu sayfalarda yayımlanan yazımda, “Atabeyit, bir hüzün durağı” diye ifade ettiğim o yerle ilgili daha teferruatlı bilgiler veriyor. Kırgızistan’da uzun süre kaldığı, cami inşaatları yanında Manas Üniversitesi binalarının kurulmasında da görev aldığı için gözlemleri sonucu tespitlerde bulunuyor. Ona göre Kırgızistan’ı bekleyen “iki büyük tehlike” var: Çin ve misyonerlik faaliyetleri.
Dünyada her alanda söz sahibi olma yolunda hızla ilerleyen Çin’in, kendisine yakın konumda olan Türk Cumhuriyetleri üzerinde daha etkin rol oynamakta olduğuna, iki günlük ziyaretimiz sırasında ben de şahit olmuştum Bilge Kağan atamızın asırlar öncesinden “Çinli’nin güler yüzüne, yumuşak ipeğine aldanmayın.” diye ikaz ettiği bu ülke, günümüzde sahip olduğu ekonomik güç ve teknoloji ile her kapıyı açmaktadır. Misyonerlik faaliyetleri ise Kırgızistan’ı baştan sona sarmış durumdadır. Diyanet ya da özel kuruluşların oralarda yaptığı birkaç cami için ileri geri konuşanlar, herhâlde bu tehlikenin farkında değiller. Oysa Atatürk, ta 1933 yılında bu tehlikeye işaret etmiş ve “Sovyetler birliği yarın dağılabilir ve sımsıkı tuttuğu dili bir, soyu bir kardeşlerimiz bir boşluğa düşebilir; bugünden yarına hazırlıklı olmalıyız.” diye ikazda bulunmuştu. Biz devlet olarak o hazırlığı yapmadığımız için pek çok fırsatı kaçırdık. Öyle ki, artık 1991 yılından beri bağımsız birer cumhuriyet olan Türk devletlerinden bazıları ile hâlâ sağlıklı bir ilişki kurulamadı.
Kırgızistan, bu konuda en iyi işbirliği yaptığımız Türk Cumhuriyetlerinden biri. Devletimizin TİKA aracılığı ile Kırgızistan’a verdiği hizmetler kitapta bir bir sıralanıyor. Özel teşebbüs tarafından açılan işyerlerinin çoğu ise ne yazık ki bir ara ülkede baş gösteren istikrarsızlık yüzünden kapanmış, faaliyetlerini durdurmuştur. Buna rağmen bugün bu ülkeye gidecek kardeşlerimiz hiç yabancılık çekmeyeceklerdir.
Türk Ocaklarının daha çok Türk Dünyası’na yönelik olarak organize ettiği kurban kampanyasının Kırgızistan bölümünü de yıllarca yürüten Özer Ravanoğlu, bir hatırasını şöyle anlatıyor:
“…bana gönderilen isim listesine göre her şahıs için bir kurban keserek sorumluluğu yerine getirdim. (Orada Türkiye’ye göre ucuz olduğu için) artan bedelle de Türkistan şehitleri için kurban keserek onların ruhlarına hediye etmeyi düşündüm. Bu konuyu rahmetli kardeşim, elli yıllık dava arkadaşım Nevzat Kösoğlu’na danıştım… O da yürekten tasvip ederek, çok iyi düşünmüşsün deyince otuz kişi adına gelen parayla elli altı koyun temin edildi. Otuz adedi asli şahıslarla ilgili, yirmi altı dedi Türkistan şehitlerimizle ilgili olmak üzere elli altı kurban kestik.
Ölüm tutanağına ‘Şehid-i Âlâ, Gazi-yi Namdar Enver Paşa’ olarak yazılan Enver Paşa başta olmak üzere Kuşçubaşı Hacı Selim, Derment Bey, Buhara Genelkurmay Başkanı Osmanlı Binbaşısı Ali Rıza Efendi ve kıymetli eşi Meryem Hanım olmak üzere kurbanlarımızı kestik. Yapmış olduğumuz bu ibadetten ruhlarını haberdar etmesi için Cenab- Hakk’a niyazda bulunduk…”
Evet… Biz ne yaparsak yapalım, nereye kaçarsak kaçalım tarih bizi çağırıyordu ve Özer Bey de bu sese kulak vermişti. O, insanların dinî hassasiyetlerini kullanarak kirli emellerine alet eden birtakım güruhtan ayrı olarak Türk Dünyası’nda okullar kuran Prof. Dr. Turan Yazgan ve tıpkı Kırgızistanlı öğrencilerin yetişmesine, orada cami yapılmasına önayak olan Prof. Dr. Mustafa Erdem hocalar gibi sesiz ve derinden, büyük bir ihlasla gösterişsiz hizmet etmeye çalıştı ve başardı. Hatıralarını da dostlarının teşviki ile yazdığını biliyorum. Okuduktan sonra diyorum ki iyi ki de yazmış. Kitabın her sayfası bize Türk Dünyası’nı daha yakından tanıtıyor ve yol gösteriyor. Alınacak dersler ve yapılacak çok daha büyük işler olduğunu da görüyoruz. Bu işler için devlet imkânlarının yanında daha nice Özer Ravanoğulları’na ihtiyaç olduğu da ortada.
***
Özer Ravanoğlu’nun “Doğudan-Batıdan Hikâyeler” isimli ikinci kitabında ise Doğu’dan sekiz, Batı’dan on beş hikâye yer alıyor. Hikâyeler kurgulanmış olmanın ötesinde yaşanmış oldukları ve gerçekleri yansıttıkları için yaşanan yerlerin aynası durumundalar. Doğudan Hikâyeler’de yer alan “Ayakkabı” hikâyesinin gözler yaşarmadan okunabileceğini sanmıyorum. Ya “Bir Aşk Masalı”. Bu hikâyede de Bahtıgül’le Mirlan’ın bir türlü vuslata dönüşemeyen aşkları sizi alıp kim bilir nerelere götürecek? “Bir İnsan Kaç Defa Müslüman Olur?” isimli hikâye, yetmiş yıl Rus zulmü altında esaret hayatı yaşayan kardeşlerimizin İslami hassasiyetlere nasıl dikkat ettiklerini anlatıyor. Cengiz Aytmatov çok güzel anlattığı için “mankurt”un ne olduğunu biliriz de, peki “gözkaman” nedir? Kitapta yer alan “Gözkaman” başlıklı hikâyeden de bunu öğreniyoruz: Her şeyi bilerek yapan bir hain!
Kitabın “Doğudan Hikâyeler” bölümünde yer alan on beş hikâye ise hepimizin yanımızda yöremizde şahit olduğumuz, olabileceğimiz hayat hikâyelerinden oluşuyor. Bu hikâyeler belki okuyucuyu da yazmaya teşvik edebilir ve yeni eserler çıkmasına vesile olur.
***
Özer Ravanoğlu’nun, rahmetli Nevzat Kösoğlu ile birlikte yaşadıkları bir hatıradan daha önceki yazılarımdan birinde söz etmiştim. Şimdi tekrarında fayda var. Bir seçim çalışması sırasında arabalarıyla Toroslara tırmanırlarken kiraz satan çocuklara rastlarlar. Durup kiraz alırlarken de çocuğa takılırlar:
- Kirazlarda kurt yok değil mi?
- Yok ağabey… Biz ülkücüyüz, bizde yalan olmaz!
Bu cevap karşısında çarpılmışlardır. Özer Bey, “Gördün mü Nevzat, der. Biz yorulduk, artık şu işi bırakalım, diyoruz; tam bu noktada böyle bir söz duyuyoruz, tut tutabilirsen!”
“Motivasyon” denen şey gerçekten çok önemli. Özer Ağabey, şimdi seksenine merdiven dayamış bir ihtiyar delikanlı olarak hâlâ yazıyor, üretiyor, Türk Dünyası’nın dertleriyle dertleniyor.
Ötüken Yayınları, Türkiye’de hemen bütün kitapçılara ulaştığı için öteki yayınları gibi Özer Ravanoğlu’nun Doğudan Batıdan Hikâyeler ve Tanrı Dağları’nın Gözyaşları isimli eserlerine sahip olmak da oldukça kolay.
Ey okuyucu, bizler de Türk Vatanı, Türk Milleti, Türk Dünyası için ya bir şeyler yapalım ya da yazılanları alıp okuyalım.