Ötüken’i, ya da Moğolistan’ı bilmeyenler “Teker İzinde Ötüken” ismini yadırgayabilirler. Oysa o diyarları bilenler için anlamı açıktır ve hemen Moğolistan’da sıkça söylenegelen şu sözü hatırlarlar: “Her Moğol’un bir yolu vardır!”
Ramazan Hoca’nın da dâhil olduğu ve onun, “Ötüken Grup” olarak adlandırdığı 16 kişilik bir ekiple yol arkadaşlığı yaparak 27 Ağustos 2014 tarihinde, çağlar ötesinden bize, “Ey Türk titre ve kendine dön” diye seslenen Bilge Kağan’ı, Kültigin’i, Tonyukuk’u ziyaret etmek, Orhun’un kaynağında yıkanıp arınmak; Hun, Göktürk ve Uygur atalarımızın at oynattıkları bozkırlarda dolaşarak onlar gibi çadırlarda kalmak niyetiyle Moğolistan seferine çıkmıştık. Geziyi, bir önceki yazımda konu ettiğim Türk Dünyası Sevdalısı Kadir Tosun kardeşim organize etmiş, ben de bu geziyi yine bu sütunlarda ve Türk Yurdu Dergisi’nde beş bölüm halinde anlatmıştım. Ben, gidemediğim yerlere de gittikten sonra Türk Dünyası’nın büyük bir bölümünü içine alan seyahat notlarımı topluca kitaplaştırma hazırlıkları yaparken, ilmi, kültürel başka eserlere de imza atan Prof. Dr. Ramazan Demir Hocam birlikte çıktığımız bu seyahati kitaplaştırdı bile.
Beş bölümden oluşan kitapta, 10 – 11 gün süren ve çoğu tabii ortamlarda yapılan safari niteliğindeki yolculuklarla çadır hayatına dayalı gözlemler, incelemeler, tespitler, yaşanan hatıralar, duygular, düşünceler tutulan günlüklerin ışığında düzenli olarak aktarılmış. Kitapta ayrıca, o geniş coğrafya hakkında verilen tarihi ve coğrafi bilgiler de yer alıyor.
Ramazan Hoca, 70’e doğru yaklaşan yaşında bu seyahate niçin çıktığını şu cümlelerle ifade ediyor kitabın “Öndeyiş”inde: “Elli yıldan beri görme hayalini kurduğum ; ‘Atayurdu’ Ötüken ve Orhun Vadisi’ndeki Orhun Kitabelerini/Abidelerini/Anıtlarını/Yazıtlarını yakından görmek ve nihayet kısmet oldu. Teoride bildiğim, okuduğum Bilge Kağan ve Kültigin ile Bilge Tonyukuk külliyelerini yakından görmek, dokunmak, atmosferinde soluklanmak, kutsallık derecesindeki bilgilenmeyi ve incelemeyi yapmak için bu seyahati yaptım.”
Ramazan Hoca -bize göre- ilerlemiş olan yaşına rağmen ıssız bucaksız Türk Dünyası’nın en meşakkatli gezilerinden birinin yapılabileceği o bozkırlarla, çöllerle kaplı Moğolistan coğrafyasında dolaşırken sanki 18 – 20’li yaşlarında bir delikanlı gibi idi. O heyecan gerçekten hepimizi sarmıştı ve ben Türk Dünyası seyahatlerimde yaklaşık 20 ülkeyi dolaşmış olmama rağmen bu en zor gezide duyduğum hazzı hiçbirinde duymadım. Zaten, Bilge Kağan atamızın at oynattığı ve “Türk Milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım” dediği topraklarda bu heyecanın duyulmaması da mümkün değildi.
Bir akademisyen olarak sürekli not alan, ilgi ve dikkatini çeken her şeyi sorup soruşturan Ramazan Bey hemen hiçbir ayrıntıyı atlamadığı için o bölgeye gitmeyi planlayanlar ve araştırma yapacak akademisyenler için bir rehber kitap hazırlamış.
“Atayurdunu, Ötüken coğrafyasını bir baştan bir başa dolaşıp tarihi belgeleri ve mekanları gezerken bişr gerçekle yüz yüze geldim;yüzyıllardan beri hep batıya yönelmişiz, doğuyu, atayurdunu hep geri planda bırakmışız, ya da kulak ardı etmişiz…
Bu atayurdunu, bu coğrafyayı, Orhun Kitabelerini tanımak, tanıtmak, anlamak, anlatmak, yüklenen tarihi misyonunu ve derin anlamını özümlemek için çok geç kalmış bir seyahat…” (Syf.12 – 13)
Evet, bizim için “geç kalmış” bir seyahatti ama bizden sonra gidecek olanlara ışık tutması, yol ve rehberlik etmesi bakımından çok yararlı ve verimli bir seyahat oldu.
Biz, 30 Ağustos 2014 günü, yani Türk İstiklal Savaşı’nın yıldönümünde Bilge Han diyarında idik. Bakın, Ramazan Hoca o günkü duygularını nasıl anlatıyor:
“…Ötüken coğrafyasında da bir zamanlar Türk yiğitlerinin yeni akınlara doğru at sürdüklerini düşündüm… Rüzgârdan hızlı bozkırın yiğitleri, şimşekten daha etkili atlı yağız yiğitleri, Bozkurtları düşündüm… Türk’ün Ötüken’den Çin Seddi’ne, Orhun Vadisi’nden Altaylara, Urallara, Toroslara, Adriyatik kıyılarına yönelişlerini düşündüm bu zafer günümüzde…” (Syf. 85)
Türkiye yüzölçümünün iki katı bir coğrafyada, Hun, Göktürk ve Uygur hanedanlarından Türk Hakanlarının ayak bastığı, hatıraları olan geyikli taşların, balbalların ve en önemlisi Türk’ün ilk yazılı anayasasının kazındığı Orhun Abidelerinin bulunduğu diyarlarda zaten heyecanlanmamak, bir duygu seline kapılıp yorgunluğu, açlığı, susuzluğu ve uykusuzluğu unutmamak mümkün değil:
“…Ve zaman tüneline girip çağlar öncesine çok kısa bir yolculuk yaptım; düşündüm, duygulandım, geçmişten bugüne kadar intikal eden bu kültür mirası her birine ayrı yüklenmiş derin anlamlarıyla düşündükçe bir çıkmaza girdiğimi anladım… Ve kendi haline bırakıp zaman tünelinden çıktım.” (Syf. 91)
Aslında orada pek çok şey ve atalarımızdan kalan hatıraların çoğu kendi haline bırakılmış. Moğolistan’ın 1,5 milyon kilometre karelik toprağının hemen her karışının altında tarihe ışık tutacak belgeler yatıyor ve gün yüzüne çıkaracak ehil ellerle onlara imkân tanıyacak devlet gücünü bekliyor. Gezip görünce anladık ki bizim için en önemli görülen Bilge Kağan, Kültigin ve Tonyukuk Abidelerinden başka pek çok hatıra ilgi ve alaka bekliyor. Sahipsiz ve korumasız olmalarına rağmen dimdik ayakta duran, buna rağmen bizde olduğu gibi kaçak kazı yapılmayan kurganların, kilometrelerce uzayıp giden balbalların altında, yanlarında yörelerinde kim bilir neler yatıyor!
O coğrafyada ilgi ve alaka bekleyen yalnızca taşlar ya da toprağın altı değil. Toprağın üstünde dolaşıp hala yüzyıllar öncesinde Hun, Göktürk ve Uygur atalarımızın yaşadığı gibi yaşayan kardeşlerimiz de var. Mesela, varlıklarından son yıllarda haberdar olunup “Kayıp Türkler” diye adlandırılan Dukha Türkleri. Bir tesadüf mü diyelim, iyi niyetimizden dolayı Allah’ın sunduğu bir lütuf mu bilemiyorum çetin bir yolculuk sırasında onlara rastlamıştık:
“…Epeyce uzak bir yamaçta, ormanın kenarında bir kalabalık görünüyordu… Çadırlarını sökmüşler, yola gitmeye hazırlanan bir hal var ortada, kalabalıkça bir aile… ‘İşte size Dukha Türkleri!’ dedi Erpolat… (Rehberimiz) Şansımız yaver gitmişti; bizi bir sürpriz bekliyormuş, görmeyi çok arzu ettiğimiz ve ‘Kayıp Türkler’ ya da ‘Geyik Türkler’ olarak medyada yer alan Dukha Türkleri ile karşılaşacağımızı tahmin bile etmemiştik…” (Syf. 98 – 99)
Onlarla konuşup dertleştik, geyikleri ve kendileri ile hatıra fotoğrafları çektirdik ve geyik boynuzları ile kemiklerinden yaptıkları hatıra eşyalardan satın aldık…
"…İlk etapta sergi haline gelmiş çıkınlardan çıkan el yapımı hediyeliklerin resimlerini çektim. Bunların arasında farklı bir yapım dikkatimi çekti. Elime alıp dokunmaya fırsat kalmadan, diğer ürünlerle birlikte resmini çektiğim bu nesnenin özelliğini ve özgünlüğünü tam anlamıyla anlayamadan Osman Oktay’ın eline aldığını ve evirip çevirdiğini görünce, aynısını aradım açılan diğer çıkınlarda, fakat yoktu aynısı, bulamadım… İki ok ve yaydan oluşan sembol… Bu son derece ilginç bir tasarımdı, çünkü Türk Kayı Boyu simgesi olarak biliniyordu… Osman Oktay sembolü satın almıştı, artık onun elindeydi… Bereket ki resmini daha önce çekmiştim. Ali Yıldız da meraklıydı ve Osman Oktay’dan resmini çekmek durumundaydı.” (Syf. 99 – 100)
Selçuklu Türklerinden çok çok önce yaşayan Hunların, Göktürklerin yaşadığı hayatı yaşayan, teknolojiden, televizyodan, İnternetten habersiz bu insanlar birtakım objeler yapmışlardı ve bunlardan biri tıpkı Selçukluların simgesi idi. Buna hiss-i kablel vuku mu denir, Türk tarihinin bir bütün olduğuna mı işaerettir bilemiyorum ama Ramazan Hoca’nın da yazdığı gibi gruptaki arkadaşların gözdesi olan o simge bana nasip olmuştu.
Yalnız bu da değil; Ther Tsagan (Erhel) Gölü kenarındaki çadırlarda yaptığımız bir gecelik kamptan ayrılıyorduk ki…
“Arabalara binildi, harekete hazır beklerken karşıdan elinde bir kova ve kepçe benzeri bir araçla güzel bir Moğol kızı belirmeye başladı. Ardımızdan bir şeyler serpiyordu, bunun kımız (veya süt) olduğunu öğreniyoruz!.. Anadolu’da bilinir, adettendir, haneden dışarıya gidenin ardından su dökmek… Bu gelenek aradan geçen yüz yıllardan sonra bile yaşıyor Ötüken coğrafyasında…” (Syf.125)
Yolumuz, Hunlardan izler taşıdığı bilinen ve düz bir alanda kendi başına dikilip duran Taykar Kayası’nın bulunduğu bir kamp yerinden geçiyordu. Kamp görevlisi bayanla tanıştık ve Türk olduğumuzu öğrenince çok duygulanmıştı…
“… Yaa, siz buraları bırakıp gittiniz, biz kaldık… Biz kardeşiz… Kardeş çocuklarıyız. Sizler bizi bırakıp gittiniz ve geri gelmediniz… İki üç sene önce buraya bilim adamı bir Türk geldi. Bana bayrak getireceğini söyledi nama ne kendisi geldi ne de bayrak…” (Syf.134 – 135)
Ve bizler tedbirli arkadaşlarımızın getirdiği Türk bayraklarından birini oraya, Ötüken Coğrafyası’nın tam ortasındaki bayrak direklerinden en baştakinde dalgalandırıp gölgesine sığınarak resim çektirmiştik.
Sonra Ötüken Uygurlarının başkenti Karabalgasun, Göktürklerin başkenti Karakurum ve Bilge Kağan’la Kültigin’in otağlarını kurduğu, bize kadar ulaşan ilk Türk Anayasası’nı abideleştirdikleri diyarlara gidip ruhumuzu doyurduk, hasretimizi giderip şükürler ettik ve Orhun Nehri Şelalesi’ne kadar uzanarak suya girip yündük arındık, marşlar söyledik. Şimdi ben kitapta geçen her şeyi aktarırsam işin büyüsü bozulur. Prof. Dr. Ramazan Demir bütün bunları çok güzel anlatmış ve kitabı bitirir bitirmez hasret duygularımla o coğrafya ya tekrar gitme arzularım kabarmış halde iken bu satırları yazıverdim. Kendisine çok teşekkür ediyor ve dostların bu kitabı elde ederek okumalarını tavsiye ediyorum. Tabii, bir teşekkürüm de bu kitabı yayımlayan Dinar Belediyesi’ne…
İmkânlar içinde yüzen pek çok belediye lüzumsuz işlerle uğraşıp şenliklere şamatalara para akıtırken Dinar gibi mütevazı bir Belediye bu kitabın yayınlanmasına katkıda bulunmuş. Onun için öncelikle Dinar Belediye Başkanı Sayın Saffet Acar’ı, Dinar Belediyesi Kültür Müdürlüğü’nü ve emeği geçenleri tebrik ediyorum.