“…Kür Şad eliyle ilerde bir yeri gösterdi, “Oraya” diye gürledi. Gösterdiği yer Tanrı Dağı idi. Tepesinde ataların ruhları dolaşıyordu. Kırk bir şehidin ruhu bir fırtına gibi, bir musiki gibi, bir ışık gibi akarak Tanrı Dağı’na yürümeye başladılar. Onları orada, başlarında Alp Er Tunga olan atalar kafilesi bekliyordu. Bu kırk bir şehidin çevresini bir anda yüz binlerce başka şehitler sardı. Tanrı’nın huzurunda başlayan bu en muhteşem geçit resmi büyük, sonsuz boşluğu sararken biden bire bir türkü; azametli, ürpertici, Tanrısal bir türkü kâinatı titretti:
Delinse yer; çökse gök; yansa, kül olsa dört yan
Yüce dileğe doğru yine yürürüz yayan.
Yıldırımdan, tipiden, kasırgadan yılmayan;
Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz.
Bu türkü hâlâ göklerde çınlıyor…”
Atsız, 13 Nisan 1946’da tamamladığı BOZKURTLAR romanının birinci bölümünü bu cümlelerle bitiriyordu. Göktürklerin ve Kürşad’ın yaşadığı dönemi dikkate alırsak 1500, Çinlilere set çektiren Mete Han’ın dönemini dikkate alırsak da yaklaşık 2200 yıldan beri bu türkü göklerde ve Çin semalarında çınlıyor olmalı ki Türk kelimesinden ve Türk Ocakları’ndan hâlâ ürküyor ve korkuyorlar.
Bizler, 25’e yakın Türklük aşığı olarak bugün maalesef Çin sınırları içinde bulunan Doğu Türkistan’ı ziyaret edip atalarımızın hatıralarını görmek, Çin zulmü altında inim inim inleyen kardeşlerimizle hemhal olmak üzere bir program yapmıştık. İnsanların seyahat etme özgürlükleri vardı ve elbette devletlerin koydukları birtakım kurallardan da haberdardık. Çin Devleti Yeşil Pasaport taşıyanlara -güya- vize uygulamıyor, normal pasaport sahipleri için de kendi ülkesinden davet edilmiş olma şartının yerine getirilmesini istiyordu. 8 arkadaşımız için uzun uğraşlar ve yapılan masraflardan sonra davetiyeler temin edilmiş, davetiye temin edildiği için de uçak biletleri alınıp otel rezervasyonları yapılmıştı. Buna rağmen Çin Büyükelçiliği vize vermedi ve sekiz arkadaşımız mağdur edildi. Yeşil Pasaport taşıyan bizler ise burukluk içinde de olsa Çin Havayollarına ait uçakla 20 Mayıs’ı 21 Mayıs’a bağlayan gece yarısı hareket ederek Urumçi Havaalanı’na indik.
E, “uluslar arası anlaşmalar”, Çin’in verdiği “taahhütler” ve bizlerin “kapı gibi” Yeşil Pasaportlarımız vardı ya göğsümüzü gere gere pasaport kontrolü yapan polislerin önlerine dikildik… Çünkü, Yeşil Pasaport’un kapağının hemen içinde Türkçe ve İngilizce olarak şöyle bir cümle yer alıyordu: “Tüm yetkili makamlardan, bu pasaport hamiline, engelsiz geçiş hakkı tanınması ve gerektiğinde yardımda bulunulması ve koruma sağlanması rica olunur.” Polisler de pasaportumuzuevirdiler çevirdiler, bir gözlerimizin içine bir önlerindeki ekrana baktılar, tık tık yaparak tuşlarda gezinip bir daha, bir daha baktılar ve “Geç” işareti yaptılar ama pasaportlarımızı vermemişlerdi. Oturacak yer gösterdiler, oturduk. İyi niyetliyiz ya, hep olumlu bakıyor ve pasaportlarımıza giriş damgası basıp vereceklerini umuyoruz. Ancak tuvalet ihtiyaçları başlayınca durum da açıklığa kavuşur oldu. Çünkü kadın olsun erkek olsun wc’ye mevcutlu olarak gidip geliyorduk. Bizden yaklaşık bir saat sonra Rusya’dan gelip Urumçi Havaalanı’na inen uçağın yolcuları hiç bekletilmeden geçip gittiler. Bizimle aynı uçaktan inen ve Türkiye’deki Ulusal Kanal muhabiri olduğunu öğrendiğimiz bayanla Aydınlık Gazetesi’nin muhabiri genç de rahatlıkla geçmişlerdi. Onların, bazı arkadaşlarımıza, “İşiniz zor olabilir” mealinde bir şeyler söylediklerini daha sonra öğrendim. Bir süre sonra bizi yolcuların gelip geçtiği yerden alıp içeride bulunan genişçe bir odaya aldılar ve insafa gelip sıcak pilav servisi yaptılar. İlk defa çubukla yemek yerken iyi niyetimiz yine depreşti. “Bu ikram hayra alamettir” diye düşünüyorduk ki rehberimizi sık sık çağırıp sorgulamaya başladılar. Yedi sekiz saat sonraki son sorgulamanın ardından rehberimizin yüz ifadeleri değişmiş ve üzülerek sınır dışı edileceğimizi anlatmaya başlamıştı. Hemen Dışişlerimizi, elçiliğimizi aramaya koyulduk. Her arkadaşın ulaşabileceği birileri vardı ve Allah’tan telefonlarımıza el konmamıştı. Ancak hiçbir gayret işe yaramadı. Ya hapis hayatı yaşayıp 4 gün sonraki uçağı bekleyecek ya da hemen o akşam Kırgızistan ya da Kazakistan’a geçip ülkemize oradan dönecektik. Bu arada pasaport amiri rehberimize, “Boş yere sağa sola telefon edip durmayın, kesin olarak gideceksiniz” demiş ve ağzındaki baklayı çıkarıvermiş: “- Sen Türk Ocağı’na üye misin?” “- Türk Ocağı’nı tanıyor musun?” “- Bu gruptakileri biliyor musun?”
Mesele anlaşılmıştı… Bu gezinin duyurusu daha önce Türk Ocakları İnternet sitesinde yayınlanmış ve Türk Ocakları Doğu Türkistan Türklüğünün savunucusu “Rabia Kadir’e Özgürlük” diye bir imza kampanyası düzenlemişti. E, ben de Türk Ocağı Yönetim ve Denetim kurullarında görev almış biri idim. Haliyle gezi arkadaşlarım da aynı davanın neferleri idiler. Gerçi bizler Çin’e set çektiren Mete Han’ın ordusunda birer Çeri, Çin Sarayı’nı basan Kür Şad’ın yiğitlerinden birileri değildik ama Atsız’ın dediği gibi, “Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkler”in türküsü hâlâ Çin semalarında yankılanıyor olmalı ki Türk Ocağı onlara geçmişi bir daha hatırlattı ve çareyi bizleri sınır dışı etmekte bulduklar.
Urumçi Havaalanı’nın Dış Hatlar Gelen Yolcu bölümünden Giden Yolcu bölümüne götürülüşümüz görülmeye değerdi! Elinde pasaportlarımızla rütbeli polis amiri önde, sağımızda – solumuzda ve arkamızda askerler geçip sıraya dizildik. Polis amirinin oldukça heyecanlı olduğu her halinden belli oluyordu ve sanırım eksik bir iş yapıp üstlerinden fırça yemenin ve hatta işinden olmanın telaşı içindeydi. Bizleri önce sıraya sokup pasaportlarımızı verdi, sonra sahibinin yüzüne bakarak geri aldı, sonra bir daha sıraya soktu, sonra bir daha, bir daha derken girişte olduğu gibi pasaportlarımız damgalanmadan geri verildi. Güya biz Çin sınırlarına hiç girmemiştik ama pasaport fotokopilerimiz askerlerin elinde duruyordu. Kısacası bir daha oralara gidemeyecektik. Bununla da kalsa iyi… Bizlere adeta “azılı terörist” muamelesi yaparak üstümüzü başımızı didik didik ederek tekrar tekrar aradılar. Başörtülü kadınların örtülerini gevşetip elleriyle yokladılar, ayakkabılarımızı ve çoraplarımızı çıkarttılar. Onların Tien Şan dedikleri Tanrı Dağları’nı havaalanı binasının pencerelerinden görüyorduk ama resim bile çekemiyorduk. Uçağa doğru giderken Arama faslından kurtulunca çaktırmadan iki poz çekmeyi başardım.
KARDEŞ ÜLKE KAZAKİSTAN VE ALMATI
Almatı… Dost ve kardeş Kazakistan’ın önceki başkenti ve havaalanında dostça karşılanışımız… Urumçi’den gelen ama pasaportlarında Çin damgası bulunmayan bizlere hiç zorluk çıkartmadılar. Gezimizi organize eden Kadir Tosun kardeşimizin telefonla aradığı Ahıska Türkü kardeşlerimiz hemen havaalanına gelerek bizleri kalacağımız otele götürdüler. Orada bizi bir sürpriz bekliyordu; durumdan haberdar olan Almatı Başkonsolosluğumuz hazırlıklı imiş. Önce Konsolos Yardımcısı Sayın Altay Alper, ardından da Başkonsolos Rıza Kağan Yılmaz otele gelip “Hoşgeldiniz” dediler ve derdimizi paylaşıp teselli ettiler. Ertesi gün için de program yapmışlardı. 30 saatten beri ayakta idik ve tahmin edileceği üzere bu moralle deliksiz bir uyku çektik.
Sabah kahvaltısından sonra genç ve dinamik Konsolos Yardımcısı Altay Alper Bey bize güzel bir şehir turu attırdı. Öğle sonrası Başkonsolosumuz Rıza Kağan Yılmaz Bey nezih bir lokantada muntazam bir yemek ikramında bulundu. Yemeğe muhterem eşleri ve ikiz çocukları Batu ile Duru’nun da katılması bizi gerçekten duygulandırdı. Daha sonra Kök Tepe’den Almatı şehrini seyrettik ve en güzeli, en anlamlısı, çocukluğumuzdan beri hayallerimizi süsleyen Tanrı Dağları’nı, Ala Dağları, Altayları doya doya seyrettik, resimler çektik, çektirdik. Hele, 70’lik delikanlı Prof. Dr. Ramazan Demir Hocam benim ak saçlarımla Tanrı Dağlarını birleştiren bir resmimi çekti ki her şeye değer. Görenler bu resmi fotomontaj sanabilirler ama gerçeğin ta kendisi. Bizler, “Tanrı Dağı Kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslüman” olduğumuzu haykıra haykırarak büyümüştük ve işte o tablo: Ben, Almatı Kök Tepe’de Tanrı Dağları’nın en güzel fotoğraf karesini yakalamaya çalışırken bir de ne göreyim; bir Kazak kadını biraz aşağıdaki çimler üzerinde namaz kılıyor… Ağaçlar kapattığı için Tanrı Dağları ile ikisini aynı kareye almam mümkün olmadı ama o kardeşimizin huşu içinde kıldığı namazı tam da rükû halinde yakalamayı başardım.
İnsan yurt dışında, vatanından uzakta olduğu anlarda Devletini de yanında görmek istiyor. Vatandaşına tepeden bakan pek çok elçilik, konsolosluk, diplomatlık hikâyesi dinlemişizdir. Ben, Moğolistan’ın başkenti Ulanbatur’daki Büyükelçimiz Murat Karagöz ve Almatı Başkonsolosumuz Rıza Kağan Yılmaz’la Yardımcısı Altay Alper’in şahıslarında özlemini duyduğumuz diplomat resmini gördüm ve çok mutlu oldum. Atayurtlarımızı ziyaret edip fırsat bulunca oralarda yaşayan kardeşlerimizle dertleşmekten başka gayesi olmayan bizlere kucak açtılar ve 10 saatlik Çin zulmünü unutturmaya çalıştılar. Üstüne üstlük ertesi gün sabaha karşı saat tam 04’te otelimize gelen Altay Bey bizi Almatı Havaalanı’na kadar götürdü ve son arkadaşımız uçağa geçene kadar da oradan ayrılmadı.
İşin garipliğine ve hayatın cilvesine bakın ki Almatı – İstanbul yolculuğu için bindiğimiz Türk Hava Yolları’nın 351 sefer sayılı uçağındaki koltuk “arkadaşım” bir Çinli! Ben normal olarak bir Kazakistanlı kardeşimle yolculuk yapacağımı sanıyordum. Selam verince yüzüme baktı ve hemen “Nerelisin?” diye sordum. “Çinli” deyince birkaç saniye durdum. Bu arada cebinden bir şeyler çıkarıyordu. Baktım, Türkiye’den alınma ehliyet ve bankamatik kartları. Ne iş yaptığını sorunca “Elektronik” dedi. İstanbul ve Ankara arasında gidip geliyormuş. Demek ki Çinli bir firmanın temsilcisi ve Türkiye’de ikamet ediyor. “Bizi Çin’den kovdular” deyince anlamsız bir biçimde ellerini yana doğru açtı, konuşmak istemiyordu.
Biz, Türkiye olarak Çin Devleti rahatsız olur diye Doğu Türkistan davasının yılmaz savunucusu Rabia Kadir’i ülkemize kabul etmiyoruz ama Çinliler istedikleri gibi ve ellerini kollarını sallaya sallaya gelip buralarda gezip tozabiliyor, iş kurabiliyorlar. Piyasalarımız çocuklarımızın oyuncaklarından her türlü ev gerecine kadar Çin malları ile dolu. Elller bize tavır koyuyor, biz onlara kucak açıyoruz. Eller bizi sömürüyor, biz onlara fırsat veriyoruz.
Satırlarımı daha fazla uzatırsam nerede duracağım belli olmaz. Sinema Yönetmeni Nuri Bilge Ceylan gerçekten çok doğru bir söz söylemişti hani, “Güzel ve yalnız ülkem” diye. Türkiye gerçekten güzel ve yalnız ülke… Baksanıza, bırakın Çin’i - maçini, “dost” diyebileceğimiz bir tek sınır komşumuz bile yok. Devletimizi yönetenler de İnşaallah bunun şuuruna varırlar ve daha cesur, daha ağırbaşlı, ayağı yere basan, öngörülü kararlar alıp uygulamaya koyarlar. Konuyu dağıtmayayım ve fincancı katırlarını fazla ürkütmeden yine Çin’e döneyim:
Destan şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Kür Şad Destanı’nda şöyle diyordu:
“…Genişti Çin ülkesi…
Kırk gün at tepilse mola vermeden
Bir baştan bir başa erişilmez!
Azığı, akçası, ürünü boldur
Fakat pazarlığa girişilmez!
Savaşta bir Türk’e kırk Çinli düşer,
Teke tek vuruşulmaz!
Tanrı ta ezelden DÜŞMAN YARATMIŞ
BARIŞILMAZ!..”
Çin keferesi ile barışılmaz ama baş edilemez değil. Göründüğüne bakmayın; O, gölgesinden bile korkan bir “dev”den başka bir şey değil. Baksanıza, Türkiye’den gelen ve her biri 60 yaşın üzerinde olan 15 kişiden korktu ve sınır dışı ediverdi. Atsız Koca doğru söylemiş, uçsuz bucaksız Çin toprakları üzerinde hâlâ Kür Şad’ın ruhu dolaşıyor ve o türkünün sedaları yükseliyor:
“Delinse yer; çökse gök; yansa, kül olsa dört yan
Yüce dileğe doğru yine yürürüz yayan.
Yıldırımdan, tipiden, kasırgadan yılmayan;
Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz.”