Tanzimat’tan beri Türkiye küresel ekonomiyle bağlantılarla önce Avrupa’nın, sonra batı dünyasının yörüngesine girdi. İç ve dış baskıların örtüştüğü ortamda Türkiye dışa açıldı. Tek taraflı ‘kapitülasyon’ tavizleriyle Avrupa’ya eklemlenen belli başlı şehirlerde Avrupalı koloniler oluşuyor, artan ithalat yoluyla giderek batılılara hammadde ihracatcısı olma yönünde dönüşüyor, ayrıca borçlanmak yoluyla mali ve parasal açıdan onlara bağlanıyordu. Cumhuriyet döneminde bu gelişme batıya açılma politikası ile devam etti. Özellikle İkinci Dünya savaşı sonrası, dünyanın en güçlü devleti olarak ortaya çıkan ABD’nin milletlerarası ilişkilere getirdiği dönüşüm sonucu, bu ülke tek tek devletlerle ilişkileri yürütmek yerine, kurulmasına öncülük ettiği, örgütler vasıtasıyla tekil devletlerle ilişkileri yürüttüğünü gözlemlemek mümkündür. Doğal olarak bu örgütlerin temel politikalarını, ABD ve Batı’nın zengin ülkeleri belirliyorlardı. Burada amaç savaş sonrası dağılan Batı Avrupa sömürge İmparatorluklarının yerine kurulan az gelişmiş ülkelerin bu yoldan denetime alınmasıydı. Türkiye kurulan bu örgütlere üye olurken aynı sistemin içine çekilmiş oluyordu.
Batılı ülkelerin ikinci dünya savaşı sonucu ortaya çıkan soğuk savaşta, hem kendi kamplarını güçlendirmek, hem de Amerikan sermayesinin kullanımı ve güvenli yatırım alanını sağlamak ancak bütünleşmiş bir dünya’da mümkün olacaktı. ABD ve batılı Devletlerin öncülük ettiği kurumlar (IMF ve uluslar arası para sistemi-Bretten Woods sistemi; Dünya Bankası ve GATT)ve askeri yardımlar ve Marshall planı çerçevesinde verdiği ekonomik yardımlar kendi sermayelerinin egemenliğini sağlamayı da hedefliyordu.
Uluslar arası Para Fon"un(IMF) amaçları IMF'yi kuran ana sözleşmenin birinci maddesinde belirtilmiştir. Bunlar genel olarak; uluslararası ticaretin genişletilmesi ve uluslararası parasal işbirliğinin teşvik edilmesidir. Buna göre IMF, üye ülkelerin ödemeler bilançosu açıklarını azaltmada onlara yardımcı olacaktır.Ayrıca dış ödeme güçlüğü çeken üye ülkelere kredi açarak onların dış dengelerini sağlamaya yardımcı olur ve uluslararası para sisteminin dengeli işlemesine katkıda bulunur.
Bretton Woods Konferansı'na katılan 44 ülkeden 30'u, 1945 yılında IMF üyeliğini kabul etmişlerdir. Son yıllarda bağımsızlıklarını kazanan birçok ülkenin fona üye olmasıyla, üye sayısı 1956'da 58 iken, 2009 yılında 186"ya yükselmiştir.
Küreselleşme sürecinin önemli bir özelliği millî sınırların önemini yitirmesi ve millet-devletin ekonomi üzerindeki denetiminin yavaş yavaş ortadan kalkmasıdır. Küresel sermaye, nerede ve de ne zaman yatırım yapacağı ve nereden çekileceği seçimini gitgide daha çok yapabilmektedir. Bir başka açıdan bakılırsa, büyük sermaye çevreleri artık dünyayı ülkelere veya ülkelerle bölümlenmiş bir küre olarak görmek istememektedirler. Yeryüzünü serbestçe yatırım yapabileceği ve kârını sürekli ve yüksek tutabileceği inisiyatifi elinde tutup denetleyeceği bir alan haline getirmek istiyorlar. Diğer taraftan, küreselleşmenin liberalleşme ile birlikte ele alındığı gözlenmektedir. IMF ve Dünya Bankası gibi milletlerarası finans kurumlarının, gelişmekte olan ülkelere istikrar programı adı altında sağladıkları finans imkânlarını bu sürece uyum gösterme şartına bağladıkları da bir gerçektir. Uluslararası finans kuruluşlarının borç erteleme ve yeniden yapılanma için kaynak sağlanmasını, dışa açılma, ticari ve mali serbestleşme şartına bağlamaları küreselleşme sürecini hızlandıran bir faktör olmaktadır.
Amerika Birleşik Devletlerinin inisiyatifi ile kurulan Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve GATT gibi kuruluşların amacı, dünya ekonomisinde ve dış ticaretinde piyasa kurallarının iyi işlemesini sağlamak suretiyle bir yandan iktisadî gelişmeyi, öte yandan ülkeler arasındaki iktisadî ve siyasî dayanışmayı güçlendirerek her sahada küreselleşme hareketine hız vermektir. Yirmibirinci yüzyılın başlarında dünya geleneksel siyasî blokların ortadan kalktığı, her alanda liberal eğilimlerin güçlendiği, teknolojik gelişmenin sınır tanımaz bir şekilde önemli değişmelere yol açtığı bir dönemden geçmektedir.1980'lerden itibaren hem gelişmiş ülkelerde hem gelişmekte olan ülkelerde ticaret politikalarında önemli bazı değişmeler olmuştur. Gelişmekte olan ülkeler, ticaretin liberalleşmesi yolunda bir takım tedbirler alarak dışa açılma yollarını denemeye başlarken gelişmiş ülkeler ise, aynı kapalı bir iktisat politikası uygulayarak, tarife dışı engeller ve bölgesel ticaret anlaşmaları ile iç pazarlarına yabancı mal girişimlerini sınırlamışlardır. Finansal piyasalardaki gelişmeler de, ülkelerin dış ticaret sektöründeki gelişmelere paralellik göstermektedir. Diğer taraftan gelişmiş ülkelerde bloklaşma sürecinin hızlanması, bloklar dışında bulunan ülkelerin serbestleşme çabalarını güçleştirmektedir.
Küreselleşme sürecinde IMF araçlardan biridir. Kimse sizi IMF’e üye olmaya zorlamıyor. Ancak dünyadaki gelişmelerden kopmak istemiyorsanız, oyunu kuralına göre oynamak durumundasınız. Dış dünyada ile ilişkiler ve dış kaynak bulmanın yolu için ya kendiniz güven sağlayacaksınız veya IMF gibi milletlerarası bir kuruluştan akredite olacaksınız. ister istemez
Dünya’daki petrol krizi ya da küresel krizler gibi dışsal nedenleri bir kenara bırakacak olursak, birçok krizin arkasında ekonomi politikasındaki ‘beceriksizliklerin’ ve kısa vadeci ‘ucuz popülist’ yaklaşımlarının bol miktarda izleri görülüyor. Tabii ki ciddi bazı yapısal sorunlar çözümlenememesi de sorunları müzminleştiriyor. Tasarruf-yatırım dengesizliği içinde büyümesini cari açığa bağlamış bir ekonomide uzun bir süre ‘döviz kıtlığı ya da bolluğu’ en önemli ekonomik parametre olarak ortaya çıkıyor. Çok cüz’i miktarlarda bile dövize muhtaç olunan dönemlerin kötü anıları hep belleklerde kaldığı için dış tasarrufu ne pahasına olsun yurda çekme gayretini ortaya çıkarıyor. Sonuçta gerçeklerden kaçmak için de ‘kolaycı yol’ IMF’ye kızmak ve onun yöntemlerinin ne kadar kötü olduğunu ifade etmek oluyor. Fakat neden acaba IMF’nin eline ya da programına muhtaç olunduğu hep göz ardı ediliyor.
Ya kendi irademizle doğruları bulup gereğini yapacağız ya da ‘dışarıdan güdümlü’ kişiler ‘ithal’ programları uygulayacaklar. Kısa vadeci’ ve ‘göz boyayıcı’ yaklaşım ne siyasi ne de ekonomik bir sonuç getirebilir. Başarısızlık halinde ülke yeniden ithal ‘bir kurtarıcı’ peşine düşmek zorunda kalır ve olumsuz ekonomik sonuçlar da, ne yazık ki, her birlikte milletçe çekilir.
Türkiye ile IMF arasında ilk stand by 1 Ocak 1961 yılında imzalanmış ve 31 Aralık 1961 tarihine kadar sürmüştür. Türkiye, 1961 yılından, 1970 yılına kadar her yıl, IMF ile bir stand by gerçekleştirmiştir. Anlaşmalar genellikle bir yıl dolmadan sona ermiştir. 1970'ten, 1978'e kadar IMF ile görüşmelere sekiz yıllık bir ara veren ve bu süre içinde stand by anlaşması yapmayan Türkiye, 1978 yılından, 1980 yılına kadar, IMF ile yeniden birer yıllık stand by anlaşmaları imzalamıştır.18. stand-by düzenlemesine 4 Şubat 2002'de başlayan Türkiye, 3 Şubat 2005'te bu anlaşmanın sona ereceği tarihten önce Ocak 2005'te 19. stand-by görüşmelerine başlamış ve 11 Mayıs 2005"te 19.stand-by anlaşması imzalanmıştır. 19. Stand by düzenlemesi ise 10 Mayıs 2008 tarihinde tamamlanmıştır. Türkiye son 52 sene boyunca toplam 28 seneyi kaplayacak kadar IMF programı imzalamış. Yani, ortalama olarak her yılın altı buçuk ayını IMF desteğiyle geçirmiştir. IMF'ye olan borç stokumuz SDR cinsinden olup, 14 Ekim 2009 tarihli USD/SDR (1 SDR = 1,59285 USD) kuruyla hesaplandığında IMF'ye olan borcumuz 23,5 milyar ABD Dolarından 8,07 milyar ABD Dolarına inmiştir.
Geçtiğimiz günlerde IMF ve Hazine’den yapılan açıklamalarla IMF heyetinin 4. Madde konsültasyonu yapmak üzere Mayıs ayının ilk yarısında Türkiye’ye geleceği ve. Türkiye ile Stand-by görüşmelerinin devam etmeyeceği duyuruldu. . Böylece 2008 yılının başından bu yana iki yıldan uzun bir süredir devam edip giden IMF ile program ve stand by tartışmaları da şimdilik sona ermiş oldu. Ancak IMF heyeti Mayıs sonu Haziran başı gibi Türkiye ekonomisiyle ilgili bir rapor hazırlayacak. İki yılda bir IMF üye ülkelerde kuruluş sözleşmensin 4. maddesine göre bir değerlendirme yapmak durumundadır. Biz yine IMF ile 4. Madde konsültasyonumuzu yapar ve sonucuna göre de geleceğimize karar veririz. IMF ile Türkiye diğer ülkeler gibi sıkıntıya girdiği anda IMF ile görüşmelere başlayabilir.
IMF olmadan yola devam edecekken, hükümetçe daha önce ilan edilen Orta vadeli Planının (OVP) yeterliliğinin ve güvenilirliğinin artması için bazı konularda daha somut bazı bilgilere ihtiyaç var. Bunlardan biri "Mali Kural" ın kapsam ve içeriğinin netleşmesi, bununla ilgili yasasının en kısa zamanda TBMM'ne gönderilerek yasalaştırılması. Bu kararlılığın ortaya konulması açısından büyük önem taşıyor. Bunun yanı sıra gündemde olan reformların takviminin açıklanması da bekleniyor. Ayrıca yerel yönetimlerin personel alımlarındaki disiplin de önemle izlenecek bir konu olarak karşımıza çıkıyor. KİT'lerde uygulanacak verimlilik ve şeffaflık artırıcı yeni yönetişim modellerinin belirlenerek toplumda tartışmaya açılmasından sonra, uygun düzenlemelerin yapılması. yerel yönetimlerinin kendi gelir kaynaklarını geliştirici, kamuya yüklerini azaltıcı reformların yapılması. yatırım ortamının iyileştiren ve istihdamı artıran, işsizliğe fren olacak uygulamaların hayata geçirilmesi. yatırımlarda kamu-özel sektör işbirliği modelleri geliştirilerek kamu yatırımlarında borç baskısının azaltılması. Bu ve diğer reformlar birbiri ardından gerçekçi bir takvime bağlı olarak açıklanmalı ve toplumun izleyebileceği bir denetime tabi tutulmalıdır.
Bir kere daha ifade edelim ekonomide yapısal tedbirler alınmazsa, ekonomi politikasındaki beceriksizlikler devam eder ve kısa vadeli ‘ucuz popülist’ politikalara devam edilirse dışarıya el açmaya, en azından kendimiz güven veremediğimiz sürece dış kaynaklı güven tazeleyici raporlara yani; IMF gibi küresel kuruluşların desteğine muhtaç oluruz.