TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

İpek Kalpli Gelin

Kapının önünde bulaşık yıkarken içerideki sesleri duydu. Babasıyla amcası kendisinden bahsediyorlardı. Anadolu’nun töreyle yoğrulmuş topraklarında, bazı çevrelerce “ayıp” denilen şeyler kutsal görülüyor, dedikodu mahiyetinde olan sözler sevdanın bile önüne geçiyordu. Kız dediğin çamaşır yıkar, yemek yapar, on beş yaşına gelince de ailesinin uygun gördüğü birine verilirdi. Çünkü eğer bir kız, hayatı ve kendini tanırsa kimseye boyun eğmez, töre diye dayatılanlara itiraz ederdi. Bir de gerçek törenin ne olduğunu öğrenirse maazallah eşini bile dinlemezdi. Geceleri; yatağına girmek zorunda kaldığı, zaman zaman korku veren, yabancı adama karşı bile gelebilirdi. İşte bu nedenlerden dolayı, Zeynep de çocuk yaşta, daha vücudunu tanımadan uygun birine verilmeliydi. Bu uygunluğun neye göre olduğu sorgulanmazdı. Bir erkek eli nasıl dokunur, bir çift erkek gözü nasıl bakar, bilmek bir yana; bütün bunları hayal ederken bile Zeynep’in yanakları kızarıyordu. 


Bir eşya, ruhsuz bir varlık yahut daha farklı sıfatlara layık muamele görmek “kader” sayılırdı. Böylece insanların istikbali için hüküm vermek de kutsallaştırılmış olurdu… Her şeyin yolunda gitmesi, saadetler içerisinde bir aile olunabilmesi için ise evliliğin ilk yılında bir bebek kucaklanmalıydı. Hem doğan çocuk mutlaka erkek olmalıydı. Soyun devamı sağlanamazsa evlenen adamda insan içine çıkacak yüz kalmazdı. Gelin ise bir oğlan doğuramayacak kadar beceriksiz olduğu için türlü hakaretlere maruz kalırdı…

İşte Zeynep, babasıyla amcasının kapı ardında konuştuklarını tesadüfen işittiğinde, kendisini amcasının oğlu Ramazan’a vereceklerini öğrenmiş oldu. Hiç şaşırmadı, hiç heyecanlanmadı. Yalnızca, normal koşullarda kendisi için çok erken olan evlilik hayallerine yenilerini ekledi. Demek, tarlada bahçede çalışırken bakışacağı, büyüklerinin yanında konuşmaktan çekineceği, kocam diye itaat edeceği, hatta ödünün patlayacağı adam, amcasının oğlu Ramazan’dı.

Zeynep çeşmede, çamaşırda, köyün genç kızlarıyla sözlüsünü konuşmaya başlamıştı. Öyle ya artık onlardan üstün bir yönü vardı. Köyün genç kızlarının hayran olduğu fidan boylu, astığı astık kestiği kestik, aslan yürekli o delikanlı yakında kocası olacaktı. Eşi olmayacaktı, sevdiği olmayacaktı sadece kocası olacaktı… Kızlar, Zeynep’in Ramazan’a verildiğini duyduklarında çok heyecanlanmış, Zeynep’e gıptayla bakmışlardı. Tabii Zeynep de sıradan bir kız değildi: Kuğu gibi uzun boynu, simsiyah ceylan gözleri, gece rengi saçlarıyla Ramazan’a pek yakışırdı. Elinden her iş geliyordu: Oyalar, danteller, yemekler… Bütün bu meziyetlerden daha önemlisi, Zeynep’in küçük yaşına rağmen yardımseverliği ve köylüler tarafından sorunlara çözüm bulucu, kurtarıcı gibi görülmesiydi. Sanki Allah onu insanlara yardım etsin diye yaratmıştı. Zeynep, herkesin her işine koşuyor, zekâsıyla insanları kendine hayran bırakıyordu.

Bu işi uzatmayalım dedi Ramazan’ın babası. “Gençleri bir an evvel baş göz edelim. Oğlum on yedi yaşında, daha askere gidecek. Askere gitmeden evlensin ki dünyanın bin türlü hâli var; muradı gözünde kalmasın.” Zeynep’in babası da ağabeyini kıracak değildi elbet. Zeynep, amcasına da amcasının oğluna da feda olsundu, ne olacak... Kaybedecek bir şeyi mi vardı ki dört kız daha yetişiyordu Zeynep’ten sonra. Onları da ağabeyi gibi iyi, doğru, dürüst, namuslu insanlara gelin etseydi, geceleri rahat koyardı başını yastığa.

Zeynep Gelin’e köy yerinde ev düzülecek değildi. Evlenince Ramazan’ın ailesiyle bir arada oturacaklardı. Odanın birine bir döşek, bir yorgan; kıza bir iki çamaşır, üç beş yazma yeterdi işte. Hayatının hizmetçilikten ibaret olacak kısmı amcasının evinde geçecekti nasıl olsa. Derken hazırlıklar başladı, düğün yapıldı. Ramazan’la Zeynep dünya evine girdi. İpek kalpli gelin, öyle derin ve temiz hisler içerisindeydi, öyle saftı ki kendini dünya saadetinin kollarına bıraktı. Yıllarca uzaktan uzağa, hayranlıkla izlediği amcasının oğlu Ramazan şimdi kocası olmuştu. Kendini bu yönüyle diğer kızlardan biraz daha şanslı görüyordu. Ailesinin tercihi bile olsa, köyün en yakışıklı delikanlısıyla evlendirilmişti. Binlerce kez şükretti…

İkisi de büyüklerinin uygun görmesi neticesinde gerçekleşen bu evliliğin, zamanla büyük bir aşka dönüşeceğini tahmin etmemişti. Zeynep, her ne kadar amcasının oğlunu önceden beğeniyorsa da Ramazan, evlendikten sonra bu masum kadına âşık oldu. Nasıl oldu da daha önce fark etmedim diye kendine şaşırıyordu. Günü geldi, Ramazan, davulla, zurnayla, kınalar yakılarak askere uğurlandı. Kolay değil, dört yıl askerlik yapacak, vatan borcunu Zeynep’in hasretiyle ödeyecekti. Yazdığı mektuplarda karısına açıkça bir selam bile gönderemeyecek, karısı yıllarca, hâlâ sevilip sevilmediğinden habersiz, ama sadakatle, sabırla Ramazan’ı bekleyecekti.

Zeynep, içini yakan ayrılık ateşine katlanmaya çalışırken bir yandan da Ramazan’dan önce kendisiyle evlenmek isteyen Bilal’e verilmediğine seviniyordu. Ramazan’ı dört değil on dört yıl bekleyebilirdi.

Genç ve güzel Zeynep, köyde herkesle samimiydi, herkesin yardımına koşuyordu. Çocuğu olmamışsa da Ramazan’ın hasretiyle yaşasa da hayatından memnundu. Aynı zamanda kayınvalidesi olan yengesinin, evdeki bütün büyüklerinin bir dediğini iki etmiyor, âdeta onları başının üzerinde taşıyordu. Külfetsiz nimetin olmayacağına inanıyordu. Ona göre isyan etmek, şikâyet etmek gereksizdi. Kimsenin huzurunu kaçırmıyor, Allah’a kul olmaya çalışıyordu. Köyün genç kızlarına telkinlerde bulunuyordu. Onlar da Zeynep’le akran olmalarına rağmen onu ablaları gibi kabul ediyor, hayata ipek bir pencereden bakan bu kızın sözlerine güveniyorlardı.

Bilâl’in kız kardeşlerinden biri Zeynep’in arkadaşıydı. Köyün kızları bazen birbirlerinin evlerinde toplanır; birbirlerine el işlerinde yardım ederler, hayallerinden bahsederlerdi. Bir gün Bilâl’in kız kardeşi Zehra, genç kızları kendi evlerine davet etti. Zeynep de çekinmesine ve gitmeye gönlü razı olmamasına rağmen diğer kızların ısrarlarına dayanamayarak davete katılmak zorunda kaldı. Bilâl de evdeydi. Zeynep’i görünce, derdi depreşti. O günden sonra Zeynep’i her gördüğü yerde bir şey bahane ederek lafa tutuyor, böylece bütün kem gözleri üzerine çekiyordu. Bilâl, bu diyalogların çevredeki insanların dikkatini celp ettiğini fark edince, Zeynep daha da zor duruma düşsün diye sağda solda onun adını dilinden düşürmüyor, âdeta Zeynep Gelin’in kendisine yüz verdiğini ima ediyordu.

Yıllar su gibi akıp geçti. Ramazan ara sıra mektup yazıyorsa da büyükleri kınamasın diye mektuplarında karısından hiç söz etmiyordu. Zeynep’in, mektuplara yazılan cevaplar hakkında da bir fikri yoktu. Çünkü o, okul nedir bilmemiş, işten güçten nasırlaşmış parmaklarıyla kaleme kâğıda dokunmamıştı. Aklında, fikrinde kötülük olmayacak kadar da saftı. Herkesi kendisi gibi sanıyor, tamamen iyi niyetlerle yardımına koştuğu insanların etrafta yaptığı dedikodulara kulak asmıyordu. Nasıl olsa Ramazan’ın gelmesine çok az zaman kalmıştı. Daha çiçeği burnunda bir gelinken askere uğurladığı kocasının hasreti yakında sona erecekti. Kocası, birkaç basiretsizin arkasından konuştuğu sözleri umursayacak birisi değildi. Zeynep’e değil de kendini bilmezlerin çıkardığı dedikoduya mı kanacaktı. Kalbine kötülük girmemeliydi. Bu zamana kadar kimse için bir fenalık düşünmemişti. Bundan sonra da düşünmemeliydi. O, en kötü durumdan bile mutlaka hayırlı bir sonuç çıkacağına inanırdı.

Ne var ki köyde yayılan dedikodular aile büyüklerine kadar ulaşmıştı. Günden güne tenkitler artıyor ve çirkinleşiyordu. Kayınvalidesi bile işittiği bühtanlara inanıyor, gelinine karşı açık tavır koyuyordu. Ona göre ateş olmayan yerden duman çıkmazdı.

Ramazan, bugün yarın kapıyı çalabilirdi. Ancak ev halkı, söylentilerden dolayı insan içine çakamayacak hâle gelmişti. Kendi deyimlerine göre gelinleri namuslarını iki paralık etmişti. Namus lekesi başka hiçbir şeye benzemiyordu. Dolayısıyla artık Zeynep en ağır cezayı hak ediyordu. Ramazan askerden bir dönsün, köyün ileri gelenlerinden oluşan bir heyet toplanacak, bu işe bir çözüm bulunacaktı. Bu şekilde kayınpederlerin, kayınvalidelerin, kayınbiraderlerin, kardeşlerin, herkesin namusu temizlenmiş olacaktı.

Bir sabah Ramazan geldi. Asker ocağında başına bir kötülük gelmesin, üzülmesin diye karısıyla ilgili dedikoduları ondan saklamışlardı. Ancak Ramazan, karısının ailecek dışlandığını gelir gelmez anladı. Eli kınalı gelinken bırakıp gittiği karısını etrafta göremeyince annesi olanı biteni daha doğrusu kendisinin de inandığı dedikoduları, oğluna anlattı. Ramazan öyle üzüldü ki “Ölseydim de bunları duymasaydım!” dedi. Demek, yıllardır kendisini bekliyor sandığı karısı, Ramazan asker ocağında şafak sayarken ona ihanet etmişti. Herkes bunu konuşuyordu. Bahçelerde, bağlarda çalışırken; koyun kuzu güderken konuşmadığı düşüp kalkmadığı kimse kalmamıştı. Bu da yetmiyormuş gibi, Bilâl denilen adamla sağda solda cilveleşmeler… Sonunda el âlemin diline düşmüştü. Anlaşılan o ki Zeynep, aile şerefini iki paralık etmişti.

Ramazan, yıllardır hasretini çektiği Zeynep’i görmek bile istemedi. Bir an evvel büyüklerle istişare edilip bir karara varılmalıydı.

Köyde herkes Ramazan’ın askerden gelişinden çok, karısıyla ilgili ne hüküm vereceğini konuşuyordu. Kimileri Zeynep’in ne kadar iyi kalpli bir kadın olduğunu savunuyorsa da bu görüşte olanlar seslerini duyuramıyorlardı. Ramazan’ın gözü hiç kimseyi görmüyor, namusum da namusum diyordu… Köyün ileri gelenleri kendi adaletlerini ortaya koymakta geç kalmadılar. Zeynep Gelin, ailesinin başını yere eğdirmişti, cezasını çekecekti. Günlerdir bir şey yiyip içmeden dışarıya çıkmadan oturduğu odasında, dua etmeye devam ediyordu. O, kimse için kötülük düşünmemişti. İnsanlar onun gibi ipek kalpli birine neden böyle veballer yüklemiş, neden onu türlü iftiralara maruz bırakmışlardı, bir türlü anlam veremiyordu. Ama Zeynep, inanıyordu ki Rabbi iyilerle beraberdir. Başına ne gelirse gelsin, nihayetinde dualarla aydınlığa kavuşurdu.

Anadolu’nun töreyle yoğrulmuş topraklarında, aslında insanlar kendi cehaletlerine kılıf uyduruyorlardı. Zeynep’i, hayatının baharında masum tabiatını gözetmeden iftiralarla boğan da bu cehaletin kılıfıydı. Ramazan, büyüklerinin kirli düşünceleriyle aldıkları kararı infaz için hazırlandı. Namus borcunu eda ettikten sonra alnının akıyla dolaşacaktı. Çifte kırma tüfeğini alıp bir zamanlar bağrında türküler yaktığı ıssız dağın yamacına gidecekti. İçi içini yiyecek karısına bir türlü kıyamayacaktı. Eğer Zeynep’e kesilen cezayı uygulayamazsa ömür boyu, ailece başları eğik kalacaktı.

Ramazan, o gece hiç uyuyamadı. Vakit yaklaşıyordu. Zeynep de başına gelecekleri fark etmiş olmalıydı ki sabaha kadar dualar etti. Kocasına kırgındı. Döndüğünden beri bir kez olsun yüzüne bakmamış, ona dokunmamış, bir çift söz söylememişti.

Derken, karanlık güneş doğdu.

Bağnazlık, Ramazan’ın içine öyle işlemişti ki yıllardır hasretini çektiği Zeynep’i ölüme götürürken göğsü iğrenç bir gururla kabarıyordu.

Zeynep, “Rabbim beni bu hâle düşürenleri senin adaletine havale ediyorum!” dedi.

Sonra, Ramazan’ın ve herkesin namusu temizlendi…

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 25.02.2011 Ankara)