Her dil mutlaka özgün bir kültüre mi tekabül eder?
Bu soru kanaatimce “demokratik açılım” tartışmalarında hayati bir yer işgâl ediyor. Çünkü Demokratik Açılım”ı inşa eden, savunan ya da yürütenlerin argumanlarının odağını bu ön kabul oluşturuyor.
Eğer böyle bir ilişki varsa; yani her dil kendine özgü bir kültüre tekabül ediyorsa/ederse, ve yine eğer Kürtçe dil biliminin kriterlerine göre bir dilse, bu durumda Türkiye’de Kürtlere dair ayrı bir kültürden de bahsediyoruz demektir.
Peki, kültür nedir? Her ne kadar tanımı, kavranması ve kapsanması öyle kolayca mümkün olmasa da kültürü en kısa olarak, “yaşama biçimi/üslûbu” olarak tanımlayabiliriz. Her ne kadar böyle kısa bir tanımın içinde insanoğlunun somut ve soyut; hayata dâir tüm anlam, duygu ve ürettiği nesneler ifade ediliyorsa da bu tanımı biraz daha açmak icap ediyor.
Bir insan topluluğunun hayatını yaşarken ortaya koyduğu; yani görünür kıldığı tüm soyut ve somut şeyler, bize kültüre dâir bir anlama çerçevesi sunmaktadır. Yani, şarkı, türkü, acı, hüzün ve bunların ifade ediliş biçimleri, halı, kilim motifleri; renkleri, kullandıkları kap/kacakların hem biçimi hem kullanılma tarzı, toprağı işleme biçimi, yemekleri; yani mutfağı, evlerini yapma tarzları, genel olarak mimarîsi, mabetleri, ibadetleri, bayramları, kutsal gün ve geceleri ve bunları kutlama biçimleri vs.
Görüleceği üzere kültür olarak tanımlayacağımız hemen her şey, insan topluluğunun hayatla, dünyayla, toprakla ve birbirleriyle kurdukları tüm ilişkileri anlatmaktadır. Ve buradan yine kolayca görüleceği üzere tüm bu görünür olanların arkasında insanın ve onun topluluğunun anlam dünyası vardır. Bir başka şekilde söyleyecek olursak, görünür olan tüm bu eylem ve nesnelerin arkasında bize ait bir dünya var ve tüm bu eylem ve nesnelere veya tüm bu üretimlere bu dünyamızdaki inançlar, duygular, motifler rengini ve biçimini veriyor. Dolayısıyla kültürden konuşurken de esasen bir algı ve zihin dünyasından; yani bir anlam dünyasından bahsetmekteyiz.
“Dil etnik değildir ‘otantik’tir diyor, Hüsamettin Arslan Star Gazetesi’nin 28.09.2009 tarihli nüshasında Açık Görüş sütununda ve şöyle devam ediyor: “Dil ‘anlam’ı taşır; kimliğimizi buyuran şey ‘anlam’dır. Anlam dünya görüşümüzde ve değerlerimizde tecessüm eder… Bir an için dilleri anlam kriterine göre sınıflandırmayı deneyelim. Klasik sınıflandırmaya göre Kürtçe, Farsça ve Batı dilleriyle aynı kategoride yer aldığı halde, anlam bakımından Arapça ve Türkçeye, Almanca ve İngilizceden daha yakındır. Türkiye’de otantik Türkler ve otantik Kürtler farklı dilleri konuşurlar; fakat kullanım konteksleri birbirine çok benzer olduğu için, dilleri aynı anlamları üretir. Farklı kelimeleri ortak anlamlarda kullanırlar, farklı kelimelerle aynı dansı yaparız; ortak anlamların dansı.”
Hüsamettin Arslan’ın bu “ortak anlamlar” dediği nedir? Hiç şüphesiz bu coğrafyada bin yıldır üretilen ve görünür alana çıkan ve bizim kültür adını verdiğimiz her şeydir: Mâbetlerimizdir, ibadet yapma biçimimizdir, türkülerimizdir, halı kilim motiflerimizdir, evlerimizdir, mimarimizdir. tarlalarımızdır, bahçelerimizdir, kıyafetlerimizdir, mutfağımızdır, yemeklerimizdir, bayramlarımızdır, kutsal gün ve gecelerimizdir; bunları kutlama biçimlerimizdir. Hiç dikkat ettiniz mi bilmem; Kürtçe söylenen türkülerde farklı olan sadece dildir, ezgi aynı ezgidir; yani müziğin, yani ezginin o içimizde titrettiği yer aynı yerdir.
Hiç şüphesiz hepimiz bir dile doğarız. Bu dil bize önce bir anlam dünyası sunar. Bu dili diğer dillerinden dışı itibariyle ayıran hiç şüphesiz ilk bakışta o dilin grameri ve sesidir. Ancak bu farkın başka bir kimlik üretmesi için bu fark yetmez. Başka bir kimlik için başka bir anlam dünyasına da ihtiyaç vardır. Öyleyse aynı anlam dünyasına yaslanan ancak, farklı ses düzenine sahip bir dilin bize başka bir kimlik tayin etme gücü yoktur. Kimliğimizi dil değil anlam üretmektedir.
Türkiye’de Kürtçenin Kürtler açısından farklı bir kimlik inşa etmesini câiz kılacak farklı bir ‘anlam dünyası’ yoktur. Kürtçenin Türkçe ile olan farkı ‘anlam’a değil gramer ve sese dâirdir. Bu durumda Kürtçenin siyasi bir projenin aracı haline getirilerek, buradan küresel emperyalizmin bölgede kendi çıkarları için üretmeye çalıştığı devlet hedefi konusunda, bu ülkenin öncelikle Kürt intelijansiyasının bir kere daha düşünmek mecburiyeti vardır.
Arslan da dil üzerinden yapılan tartışmaların bu boyutunda şöyle söylüyor: “ Resmi Türkçe bir yönetim dili olarak kendisini ‘de facto’ Osmanlıcanın yerine ikame etmiştir, devletin resmi ideolojisi onu budamış olsa bile. Türkçe ‘dilde ırkçılar’ın Türkçeye Haçlı seferlerine rağmen, Türkçe ‘Türklerin Dili’ olduğu için değil, politik şartlar bunu kaçınılmaz kıldığı için Türkiye’nin dilidir. Türkçe’nin Türkiye’nin yönetim ve eğitim dili olması imparatorluktan tevarüs edilmiş bir statüdür. Türkiye’deki otantik halkların Türkçeyi Türkiye’nin resmi dili olarak kabul etmek dışında bir alternatifleri olduğunu sanmıyorum. Çok dilli ülkeler vardır ve bundan daha doğal bir şey olamaz; fakat çok dilli devlet zordur. Hele Türkiye şartlarında imkânsızdır.”
Kaldı ki yukarıda da belirttiğimiz gibi Kürtçe Türkiye’de farklı bir kültürden; yani farklı bir anlam dünyasından doğmuyor. Veya farklı bir anlam ve değer dünyasına yaslanmıyor. Bu halde dil üzerinden yürütülen tüm kimlik ve farklılık söylemleri meşruiyetini yitiriyor. İyi niyetlerden hiç şüphe etmesek dahi, dil üzerinden yürütülen ve son tahlilde egemenlik paylaşımı anlamına gelecek olan argüman ya da açılımlar, bu ülkenin hayrına bir gelecek vaat etmiyor.
“Anlam”ın ne olduğunu ve nerede bulacağımızı da çok iyi biliyoruz ama yelkenlerini liberal rüzgârlarla doldurmuş bulunan yerli aydın ve siyasetçilerimiz bunu ifade etmeye cesaret edemiyorlar.