Daha birkaç ay öncesine kadar hükümet, kamu bankaları olan Ziraat ile Halk bankasını satmaya çalışıyordu. Üstelik bu satma düşüncesi, yaklaşık bir yıldan bu yana, ABD konut sektöründe ortaya çıkan ve etkileri tüm küreyi sarsacak olan “mortgage krizi” olarak adlandırılan olgunun ortaya çıkmasına rağmen, zayıflamadan bu günlere kadar da gelebilmişti.
ABD yönetimi , önleyemediği krizi karşılamak ve başlayan krizin 1929 ekonomik buhranına benzeyen bir yıkıma dönüşmemesi maksadıyla, “kutsal liberalizm”in “kutsal dogmaları”na tamamen aykırı olarak, batmakta olan banka ve finans kuruluşlarını ya devletleştirdi ya da onlara devlet desteği sağladı. Yani liberalizmin vatanında liberal kutsallar, müminleri tarafından ihlal ve hatta inkar edildi. Oysa piyasaya müdahale edilmemeliydi. Çünkü liberal bir piyasada tüm oyuncular akılcı davranırlardı; bu ise kendiliğinden optimal düzeni üretirdi. Ama olmadı. Dolayısıyla “Kutsal liberalizm” en büyük teolojik darbeyi kendi müminlerinden yedi. Bu gelişme sadece ABD’de mi oldu? Hayır, tüm Avrupa’da oldu. AB üyesi ülkelerde de ya bankalar kurtarıldı ya da devletleştirildi. Ve bu uygulamalar hala devam ediyor.
Bize gelince; gazete sayfalarında köşe sahibi, televizyon ekranlarında sıkça gördüğümüz liberal iktisatçılarımız, “din”leri derin darbeler alırken Allah için çok pişkin davrandılar; asla paniğe kapılmadılar; imanları hususunda zaafa düşmediler. Olup bitenleri, yüksek felsefi tahlil ve söylemlerle; “yaratıcı yıkım”, “yeni bir iktisadi dönüşüm” gibi tezlerle oldukça ikna edici(!) yaklaşımlarla piyasaya sunmaya devam ettiler. “Yahu arkadaş Kâbe’mizdeki bu devletleştirmeler de ne oluyor; bu dinimizin inkârı demektir” demediler, diyemediler. Tersine bu zevat büyük anlatılarına devam ettiler. Kaldı ki aslında bu zevat özellikle 1990’lı yılların başında tüm büyük anlatılara, postmodernizm adına savaş ta açmışlardı.
Postmoderniz denilince bir miktar hafıza tazelemekte yarar olacağı kanaatindeyiz: Postmodern akımdan ülkemizde en çok etkilenen ve heyecanlananların başında “İslamcılarımız” geldi. Çünkü onlar postmodern bir dünya ile “Medine” arasında çok kolay bir paralellik kurmuşlardı. Çünkü onlara göre postmodern söylem, bu arkadaşlarımızın tüm talepleri için özgür bir ortam oluşturuyordu. Buradan hareketle liberalizm anlatısı da tüm diğer anlatıların karşısında özgürlük anlatısı olarak hüsn-ü kabul gördü. Kaldı ki Sovyetler birliği de yıkılmış; bir büyük anlatı büyük gürültülerle çökmüştü. Şimdi postmodern ambalajlı yeni anlatılara ihtiyaç bulunmaktaydı.Bu yeni büyük anlatılardan birisi de “Yeni Dünya Düzeninde” kamuya ait her şeyin satılarak ya da tasfiye edilerek, piyasanın devlet dışı aktörlere bırakılmasıydı. Bu anlatının sonucu olarak Özal’la başlayan bu süreç, AKP hükümeti döneminde zirve yaptı. Peki, Kamunun piyasadan çekilmesi gerektiği fikri tamamıyla yanlış mıydı? Hayır, yanlış değildi. Yanlış olan bu fikrin rasyonel politikalar demeti olmasından çok, bir iman konusu olarak kabul edilmesiydi. Her ne pahasına olursa olsun kamunun piyasadan elini eteğini çekmesi fikriydi yanlış olan.
Nitekim elan yaşanmakta olan kriz pür liberal bir piyasanın olamayacağını tüm dünyaya apaçık göstermiş bulunmaktadır.
Çünkü her şeyi satalım yaklaşımı iktisat disiplinine ve sosyal gerçekliğe uyan bir yaklaşım değildir. Çünkü ne kadar liberalleşirseniz liberalleşin, kamu menfaatlerinin ve düzeninin optimal bir dengede tahakkuk etmesini, devletin sadece seyirci olduğu; ekonomik oyuncuların akıl, bilgi ve insafına terk edemezsiniz. Ederseniz “mortgage krizi” ya da başka bir kriz çıkar. Kaldı ki kriz olgusu, iktisadi liberalizmin doğasında vardır. Aslında sadece iktisadi alanda değil tüm alanlarda; sosyal alanda, kültürel alanda ve hatta siyaset alanında sıfır devlet anlayışı gerçekçi değildir.
İşte bunun için meselenin çok iyi farkında olduğu anlaşılan Sayın Başbakan’ın Hindistan’dan Türkiye’deki bankacılara seslenerek; “eğer bankalar bu durumu para kazanma için bir fırsat olarak görür, reel sektörü rahatlatacak yardım edici işlevler görmezler ise, biz hükümet olarak Kamu Bankaları ile piyasayı düzenleriz” ikazını, böyle okumak gerekiyor. Sayın Başbakan haklıdır: Türkiye’deki bankaların krizi hafif sıyrıklarla atlatabilmemiz için pozisyon almak; reel sektöre yardım etmek mecburiyeti vardır. Eğer bu pozisyonu almazlar ise yine Sayın Başbakan’ın kamu bankaları ile piyasaya müdahale etmeyi düşünmesi hem doğrudur hem de gereklidir. Hatta özel bankaların ne yaptığına çok da bağlı kalmadan Kamu Bankaları vaziyet almalıdır. Yani bu Bankaların, tüketim eğilimi yüksek olan kesimlerle KOBİ’lere kaynak aktararak, toplam talebi artırıcı etkiler yaratmaları ve böylece işadamı ve sanayicileri ve dolayısıyla istihdamı destekleyici bir hareketi başlatmaları düşünülmelidir. Doğrudan işadamı ve sanayicilere açılacak krediler, toplam talebi artırmazlar. Keza kamu harcamalarının artırılması da bir miktar enflasyon pahasına da olsa, toplam talebi artırıcı etki yaparak, durgunluğu önleyip işsizliğin artmasını frenleyebilecektir.
Dolayısıyla, ne Ziraat Bankası’nın ne de Halk Bankası’nın asla satılmaması veya tasfiye edilmemesi gerekmektedir. Keza Kalkınma Bankası’nın da aktif hale getirilmesi lazımdır.
Maslahat böyle olmakla beraber aklımıza takılan bir sorudan da zihnimizi arındıramadık: Sahi şimdiye kadar bu Kamu Bankaları da satılmış olsaydı, acaba Sayın Başbakan, piyasaya hangi mali kurumlarla müdahale edebileceklerinden söz edilebilecekti?