(Lütfen bu yazıyı, sabırla okuyun!)
Yukarıdaki başlığın “Kürtler Ne İster?” kısmı, kamuoyu tarafından “İslamcı Kürt” yazar olarak bilinen Altan Tan’ın, 25-26 Aralık 2007 tarihli Zaman Gazetesinde neşredilen “yorum” yazısının başlığı. İkinci kısım bize ait.
İslamcı olmasına rağmen nasıl olduysa bir dönem HADEP’te siyaset te yapmış olan Tan, bu yazılarında fahiş bir biçimde tarihi ve şahsiyetlerin hal tercümelerini çarpıtarak, “Kürtçülük” davasına İslam’dan referanslar üretmeye çalışmış. İki gün üst üste yayımlanan bu yazı, uzun ve içinde hakikaten bilgisizlik veya atlama ile karşılanamayacak mühim hatalar var. Ve bu nedenle bizim bu yazımız da bir miktar uzun olacak; bunun için okuyucudan sabır istirham ediyoruz.
Yazar, “bölgede devlet din ilişkileri” alt başlığı altında şu görüşleri dile getirerek buradan bir sonuca ulaşmaya çalışırken, müthiş bir tenakuza düşüyor ama bunu fark edemeyecek kadar gözünü dindarlığına rağmen ırkçılık bürümüş:
“Dünyadaki tüm istihbarat örgütleri (ve derin devletler) mevcut güçlü düşmanlarına karşı ancak ileride tehlike oluşturabilecek henüz zayıf gurup ve cemaatleri, bir denge unsuru olarak bir müddet destekler veya en azından palazlanmasına göz yumarlar. İkinci dünya Savaşı’ndan sonra, birleşik büyük ve güçlü bir Hindistan isteyen Hindu Gandi’ye karşı, İngilizlerin Hindistanı, Hindu-Müslüman olarak bölen Pakistan ve Bangladeş devletlerine yol vermeleri; İsrail’in El-Fetih örgütüne karşı Arapları bölme amacına yönelik olarak Hamas’ın çalışmalarına bir müddet müsamaha göstermesi buna örnek olarak gösterilebilir.”
dedikten sonra bu değerlendirmelerin hemen arkasından sözü Şeyh Sait İsyanına getirip;
“1925’teki Şeyh Sait olayı Türkiye’nin içine bölücü ve ayrılıkçı bir İngiliz işbirlikçiliği olarak takdim edilirken, Avrupa ve Dünya kamuoyuna ise şeriatçı-dinci-gerici bir başkaldırı olarak lanse edilmiştir” diyor.
Yani daha önce verdiği örneklerin gerçek içyüzünün aksine bu isyanda dış güç aramanın doğru olamayacağını, bunun tamamen iç dinamiklerle açıklanabileceğini ima ediyor. Peki durum bu ise başta verdiğiniz örneklerde; örneğin Hint Müslümanlarının devletleşmesini niçin bir İngiliz oyunu olarak takdim ediyorsunuz? Eğer bu doğruysa, ta Osmanlı’dan beri coğrafyamızın yaşadığı Kürtçü siyasal hareketlerin dış güçlerden tamamen bağımsız oldukları iddiasının garantisi nerede kalıyor? Kaldı ki 19’ncu yüzyılın sonları, 20’nci yüzyılda ve el’an yaşamakta olduğumuz Bölücü Kürtçülük hareketlerinin tamamında dış güçler olduğu hiçbir tereddüte meydan bırakmayacak kadar açıktır.
Yazar, Ali Bulaç tarafından yıllar önce yazmış olduğu bir yazısında belirttiği yüksek analizleri(!)’nden hareketle; “Osmanlı’dan beri ‘Türk-İslam anlayışı’nın var olduğunu, bunun 1517’de hilafetin Mısır’dan İstanbul’a getirilmesiyle Türklerde bir liderlik bilinci, dolayısyla ‘milliyetçi-lider-ağabey’ anlayışıyla, milliyetçilikle iç içe girmiş bir İslamcılık bilinci oluşturduğunu; buradan ordunun ‘peygamber ocağı’ olarak adlandırıldığını, ‘asker millet’, ‘devlet-ebed-müddet’ kavramlarının bilinçlere kazındığını” hayıflanarak belirtiyor; buradan hareketle, “bu zihni yapının, Kürtlerin haklarının verilmesinin önündeki engeli oluşturduğunu, Kürtlerin de bu zihni yapının etkisinde kaldıklarını ve ayrıca yine milyonlarca kilometrekarelik Osmanlı coğrafyasının cebren ve hile ile parçalanmasının Türkiye’deki İslami kesimlerde de bir bölünme fobisi oluşturduğunu, bunun da Kürtçü hareketi engelleyen bir sonuç ürettiğini” teşhis(!) ediyor.
Ayrıca yazar yazının bir yerinde “Kürtlük komünistlikle eş tutulup damgalanarak tehlikeli ve zararlı bir fikir olarak dışlanmıştır” derken, yine sehven olması düşünülemeyecek bir hata daha yapıyor; Kürt olmanın komünist olmakla aynı şey olabileceği gibi. Oysa bunun doğrusu “Kürtçülükle komünistlik aynı tabaktan beslendiler” olmalıydı ve ülkemizde böyle olmuştur. Tüm Kürtçü hareketlerin fideliğini 1990’lara gelinceye kadar komünist yapılanmalar yapmıştır.
Yazar, “Kürtlerin Türkler’den 200 yıl önce Müslümanlaştığından” bahisle Müslüman/dindar okuyucunun bilinçaltına ustaca, “biz dinde sizden daha kadimiz” demeye getiriyor. Kürtler’in Türklerden 200 yıl önce Müslüman olması bahsini, başka bir yazının konusu olabileceği için burada ihmal ederek, asıl diyeceklerimizi yazarın iddiasından hareketle diyelim:
Kürtlerin Türklerden 200 yıl önce Müslüman olması hiç şüphesiz Allah indinde, aynı günlerde tebliğe muhatap olmuş, ancak Müslüman olmamış bir Türk’e nazaran bir Kürt’ü makbul yapabilir; bu tamamen Allah’ın kendi hukuk ve hükümranlık alanına dair bir husustur. Bununla birlikte, Türkler’in Müslüman olması da Kürtler’in Müslüman olması da Allah’ın takdiri ile olmuştur. Yine bu takdirin sonucu Türkler, 1400 yıllık İslam tarihinin son bin yıllık birinci öznesi olmuşlar; 1400 yıldan beri Haçlı-Siyon ittifakına karşı Türkler, Allah’ın Dini’nin, yine O’nun takdir ve ihsanlarıyla fedaisi ve bayraktarı olmuşlardır. Ve yine bu gün de Allah’ın takdiri ve ihsaniyle bölgemizde kurgulanmaya çalışılan Haçlı-Siyon ittifakının oyunların bozmak için canın dişine takmış bir mücadele veriyor; buna karşılık kendilerini Akif’in o çok güzel ifadesiyle “Şarkın o büyük sultanı Selahattin’in torunları olduklarını iddia edenler, Allah’ın rızasına, Hz. Peygamberin sünnetine ve Bediüzzaman Said-i Nursi’nin de sıkı sıkı tembihatına rağmen , Haçlı-Siyon ittifakıyla siyasi emellerini tevhid ediyorlar.
Yazar yazısında bazı tarihi hadiselerden ve şahsiyetlerden hareket ederek, dikkatsiz okuyucunun zihnini iğfal edecek çarpıtmalar yapıyor. Şimdi bunları göstermek istiyoruz:
Yazar, şöyle diyor yazısının bir yerinde: “ Son birkaç yüzyılın en önemli dinî önderlerinin büyük bir kısmı Kürt'tür. İstanbul başta olmak üzere Anadolu'daki tüm Nakşibendî tarikatlarının piri Süleymaniyeli Mevlânâ Halid Kürt'tür. Necip Fazıl Kısakürek ve Işıkçılar cemaatinin şeyhi Abdülhakim Arvasi; Menzil tarikatının şeyhi Abdülhakim Erol, Erenköy cemaatinin lideri Şeyh Esad Erbili ve Risale-i Nurların müellifi Said-i Nursi de Kürt'tür. Bu isimlere yüzlerce isim ilave etmek mümkündür.”
Bu şahsiyetler Kürt olabilirler ancak bu şahsiyetler asla “Kürtçü” değillerdi. Ayrıca yazarın çok iyi bilmesi lazım gelen bir husus olarak, bir tarikat silsilesine dayanan veliler ya da şeyhler, bir taraflarından şecerelerini Hz. Peygamberle irtibatlandırırlar ve bu keyfiyet, o şahsiyetleri sadece mü’min, muvahhid, mürşid yapar başka bir şey değil.
Tam burada yeri gelmişken; Yazarın adını zikrettiği ve Üstad Necip Fazıl’ın kendi ağzından; “gönlüne sonsuzluk çivisini çakan Abdulhakim Arvasi’nin medreselerle ilgili değerlendirmesini iyine Necip Fazıl’ın kaleminden okuyalım: “medreseler kendilerini zaten kapatmışlardı.”
Ayrıca bir kişinin Doğu’lu olması, Güneydoğu’lu olması, soyadının Arvasi olması, bu kişilerin “Kürtçü” olması için asla bir neden olmadığı gibi, aksine Türk milliyetçisi olmaları için de bir engel teşkil etmiyor. Nitekim bu şahsiyetlerden bir diğeri olann S. Ahmed Arvasi’yi Yazarın tanıyıp tanımadığını bilmiyoruz. Ama eğer tanımıyorsa Türk milliyetçisi bir mütefekkir olan ve muhiti içerisinde hak ettiği karşılığı, Türk milliyetçisi olduğu için bulamamış olan bu rahmetli büyüğümüzün; Kendini Arayan İnsan, İnsan ve İnsan ötesi, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz ve Türk İslam Ülküsü ve Doğu Anadolu gerçeği isimli kitaplarını bu tür hataları yapmaması için salık veririz.
Şimdi Yazarın bir başka çarpıtmasına temas etmek istiyoruz: Yazar şunları yazıyor bir takım zevat hakkında: “Yine tarihte Kürt isyanları olarak belirtilen hareketlerin liderleri Şemdinanlı Şeyh Übeydullah Nehri, 1925 hareketinin lideri Şeyh Said-i Palovi, İttihat ve Terakki'nin 1913'te Bitlis'te idam ettiği Kamran İnan'ın dedesi Seyyid Ali Arvasi, Barzani ailesi, Talabani ailesi ve meşhur Şeyh Mahmud-i Berzenci'nin ailesi de tarikat ehlidir. İngilizlerin 1919'da Kürdistan kralı olarak ilan ettikleri Şeyh Mahmud-i Berzenci 'İslam halifesine ihanet etmem' deyince İngilizler tarafından önce Hindistan'a, daha sonra ise Afrika'da Madagaskar'a sürgün edilmiştir.” Yani yazar’a göre bu zevatın tümü “muhterem ve muteber Kürtler”i oluşturuyorlar.
Ama herkes böyle söylemiyor: Örneğin bir başka “İslamcı” yazar, yukarıdaki şahıslar hakkında şunları yazıyor: “Bedirhan Bey’den sonra Şemdinanlı Şeyh Ubeydullah Nehri’nin hareketine değinelim. Bu zat, büyük Nakşı şeyhi Taha’nın oğludur. Zap bölgesinde oldukça geniş ve etkin bir güç oluşturur. Hristiyan ve Asur aşiretleriyle İran yönetiminin müslümanlara yaptığı zulme seyirci kalan Osmanlı yönetimine karşı bağımsızlığını ilan eder. 20 bin kişilik kuvvetiyle İran topraklarına girer. Oğlu Seyyid Abdülkadir (Şeyh Said olaylarından sorumlu tutularak 1926’da İdam edilmiştir.) ile birlikte büyük etkinliklerde bulunur. İran ve Hristiyan güçlere ağır kayıplar verdirir ve Asuri aşiretlerini kendisine itaat ettirir. Osmanlı-İran gizli anlaşmaları sonucu, hareket, daha fazla gelişememiş ve bastırılmıştır. 1880 yılında Amerika konsolosluğuna gönderdiği bir mektupta, Osmanlı ve İran yönetimlerinden ayrı bağımsız bir yönetim olmak istediklerini bildirmişse de olumlu bir cevap alamamıştır.
1881 yılında teslim olmak zorunda kalan Şeyh Ubeydullah, sürgün edildiği Mekke’de 1888’de vefat eder. Oğlu Seyyid Abdulkadir daha sonra İstanbul’a yerleşir ve çok önemli siyasi çalışmalarda bulunur; etkinlikler gösterir. Üstad Bediüzzaman ve Şeyh Said döneminin çalışmaları içinde de bulunur.” (Fidan Güngör, Teoriden Pratiğe İslami Harekete, Fıtrat yayınları, Şubat 1997. İstanbul) .
Görüleceği gibi, Yazar’ın “tarihte Kürt isyanları olarak belirtilen hareketlerin lideri” dediği Şemdinanlı Şeyh Ubeydullah, 1880 yılında; yani tarihimizin 93 Harbi olarak bilinen o zorlu günlerin getirmiş olduğu sıkıntılı zamanlarda, İslam’ın Halifesi olan; Haçlı-Yahudi ittifakının taleplerine, içinde bulunulan tüm iktisadi ve siyasi sıkıntılara rağmen dönüp bakmayan Ulu Hakan Abdulhamit Han’a ve daha sonraki yıllarda Bediüzzaman’ın “Aman ha! Türk milletine; Allah’ın Dini’nin bu yılmaz savaşçılarına asla isyan etmeyin” dediği bu millete karşı isyan ediyor; ama Yazarımız işin bu yanın görmezden geliyor.
Ardından Yazar, Şeyh Sait’i, “1925 hareketinin lideri olarak tanımlayarak” konu hakkında yeterli bilgi sahibi olmayan okuyucuda bu zat için, çok masum ve muteber bir portre çizmeye çalışıyor. Fidan Güngör Şeyh Sait’in geçmişi hakkında da şunları yazıyor:
“Şimdi şeyh Said ve onun hareketine değinelim. Şeyh Said-i Palewi, aslen Amed (Diyarbakır) şehri ile şimdiki Bismil ilçesi arasında bulunan Çılstun (Kırksütun) köyünden olduğu bilinmektedir. Sultan Murat’ın meşhur Bağdat seferi dönüşü Diyarbakır’daki misafirliği sırasında kendisine yeterince iltifat etmediklerinden dolayı Şeyh Said’in ailesini cezalandırır. Çılstun köyü yakılıp yıkılır ve aile Palo’ya oradan da Hınıs’a göçer.”
Yani Şeyh Sait’in aile geleneğinde Osmanlı da olsa Türke (veya daha masum bakışla otoriteye) bir husumet olduğu görülüyor
Yine Yazarın meşhur Şeyh Mahmud-ı Berzenci olarak takdim ettiği şahısla ilgili olarak Fidan Güngör’ün kaleminden şunları okuyoruz:
“ İngiltere’nin Kürdistan sorumlusu meşhur binbaşı Noe’in tasvipleriyle Süleymaniye’de yapılan bir toplantıda, Şeyh Mahmud Berzenci Güney Kürdistan Kralı olarak kabul edilir.
Uluslar arası gizli anlaşmalar sonucu İngilizler daha sonra desteklerini çektikleri gibi, Irak rejimi ile anlaşarak Berzenci’ye karşı savaşırlar. 1918’li yılarda susturulan Şeyh Mahmud Berzenci 1919 yılında yeniden kiyam eder. Yaralı olarak yakalanır Bağdat’a götürülür. Sürgün dönüşünde yeniden ayaklanır, fakat İngilizler’in yardımı ile 1932 yılında hareket bastırılınca, tekrar Bağdat’a sürgüne götürülür. Ve 1956 yılında Bağdat’a vefat eder.
Fidan Güngör tüm bu bilgileri verdikten sonra şu hükme varıyor:
“Hareket ve siyasi anlayışları Asr-ı Saadet dönemindeki Resulullahın pratiklerine tam uygun olmamışsa da niyetlerinin Allah rızası olduğu ve samimi oldukları kanaati, müslümanlar arasında yaygındır. Ayrıca bu hareketlerin o dönemin geleneksel İslam anlayışını yansıtmaları da tabiidir.”
Bu hükme katılmamak mümkün değildir. Gerçekten dün olduğu gibi bu gün de failleri, önderleri, ne kadar dindar/mümin ve Müslüman görünürse görünsün; veya bir başka şekilde kendilerini ne kadar “İslami hareket” olarak tanımlarlarsa tanımlasınlar, ayrılıkçı, bölücü, Haçlı-Siyon ittifakıyla işbirliği ile devlet kurmaya kalkarak, Müslüman coğrafyada emperyalizme hizmet eden tüm yapılanmalar ve kişiler, Allah’ın rızası ve muradı, Hz. Peygamberin sünneti ve talimatları karşısında durumlarını gözden geçirmek mecburiyetindedirler. Çünkü hadi bu gün için Devletle ve onun dayandığı değerlerle sorunlarının olduğunu varsayalım; 1850’lerden bu yana yapılan isyanları hangi dini anlayışa oturtmak mümkün olabilir? Yani onların ifadesiyle “ümmet-devleti” olan bu yıllarda isyanlar neyin nesi dir?
Ayrıca,kendisini “Müslüman/dindar/İslamcı Kürtçü” olarak tanımlayan kişi ve hareketlerin, Hz. Peygamber’in yalancı peygamber Müseyleme’nin üzerine neden ordu gönderdiğini açıklamaları gerekir. Haşa Hz. Peygamberin kendi peygamberliğinden bir şüphesi mi vardı? Haşa Hz. Peygamber, dünyevi bir rant peşinde mi koşuyordu da Müseyleme’nin ortadan kaldırılması talimatın verdi. Sonuçta din “sadece tebliğden ibaret” değil miydi? Ama durum tabii ki böyle değildi; Hz. Peygamber bir düzen ve devlet oluşturuyordu. Bunun için bozguncuları bozuyordu.
Keza Hz. Ebubekir, zekat vermeyeceğini söyleyen kabilelerin üzerine zorla gidiyor ve zekat alıyordu. Sonuçta zekat vermemeyi tercih eden bir kimse ya da topluluk, dinden çıkardı ve bu durum bu yükümlülüğün bunlardan düşmesi demekti. Dolayısıyla Müslüman olmayanı zekatla zorlayamazdınız; ama zorlanmıştır. Çünkü burada da bir kamu düzeni ve devlet otoritesi söz konusuydu.
Son olarak Yazar, “tarih boyunca Kürdistan’daki medreselerin eğitim dili Kürtçe olmuştur” diyerek bir çarpıtma daha yapıyor. Kürdistan derken nereden bahsediyor bilmiyoruz ama Anadolu coğrafyasının da bir bölümünden bahsediyorsa eğer, yazı yazdığı gazetenin, Editörü, Ekmeleddin İhsanoğlu olan “Osmanlı Medeniyeti Tarihi” isimli kitabın, yine Ekmeleddin İhsanoğlu tarafından yazılmış “Eğitim ve Bilim” bölümünü dikkatle okumasını salık veriyoruz. Biz yerimizin darlığı nedeniyle burada sadece şu kısa bilgiyi vermekle yetiniyoruz:
“XIV. Yüzyıldan önceki döneme ait en fazla medrese Anadolu’dadır ve Selçuklu devrine aittir…Günümüze kadar ulaşabilen Anadolu medreseleri, otuzdokuz şehir, kasaba ve köyde bulunmaktadır. Kaynaklar bu rakamlara bir düzine kadar yerleşim yeri daha ilave etmektedir…Bunlardan, Selçukluların başşehri Konya’da kurulduğu bilinen yirmidört medreseden yedisi; Artukluların merkezi Mardin’de inşa edilmiş olan on üç medresenin on biri, Kayseride ise bilinen onbir medreseden dokuzu halen mevcuttur. Dönemin bu üç büyük şehri dışında Sivrihisar, Akşehir, Tire, Aksaray, Erzurum, Diyarbakır ve Karaman gibi merkezlerin her birinde dört ila altı arasında değişen medrese inşa edildiği bilinmektedir…Sivasta on üç medrese olduğu anlaşılmaktadır(s.227). İhsanoğlu Osmanlı döneminde de Anadolu’da 88 medresenin bulunduğunu belirtiyor. Ve medreselerde eğitim Türkçe, Arapça ve Farsça olmak üzere üç dilde yapılıyordu. İhsanoğlu 1679-1680 yıllarında on bir ay İstanbul’da kalmış olan İtalyan asılzadesi Comte de Marsigli’nin, ‘ okuyucularımızı yanlış fikirlerden korumak için, İstanbul’da ve Osmanlı İmparatorluğu’nun diğer şehirlerinde ve keza İranlılar ve Araplar arasında ulum ve fünuna müntesip adamlar arasında üç dil (Türkçe, Arapça ve Farsça) bilmeyen hemen hiç kimse bulunmadığını’yazdığını, belirtmektedir(s.249).
Yine İhsanoğlu kitabın 231’nci sayfasında; “sıbyan mekteplerinin eğitim dili konusunda farklı görüşler olmakla beraber, genel olarak eğitim dilinin Türkçe olduğu kabul edilmektedir” demektedir. Buradan henüz sıbyan mektebinde dahi eğitim dilinin Türkçe olduğu dikkate alınırsa, medreselerde eğitim dilinin Kürtçe olduğu iddiası nasıl doğru olabilir. Ayrıca eğitim dili Kürtçe idiyse niçin 19’ncu yüzyılın sonlarına gelinceye kadar bir Kürt alfabesi çalışmalarına rastlamadığımız gibi, niçin yazılı bir Kürt Edebiyatı oluşmamıştır?
Son olarak, tüm bunlar var olsaydı bile, Rum suresinin 22’nci ayetindeki; “dillerinizin ve renklerinizin ayrı ayrı olması Allah’ın ayetlerindendir” hükm-ü ilahisinden bir devlet ve farklılaşma talebi nasıl çıkartılabilir? Türklerin devletinde bin yıldan bu yana tüm özgünlüğüyle 21’nci yüzyıla gelen Kürtler’in, Devletle olan bu kavgalarına hangi kaynaktan ve kimden “caizdir” fetvası buluna bilir?
Ayrıca unutmamak gerekir ki, ne Kürtler Cafer tayyar ve arkadaşları konumuna düşmüşlerdir, ne de ABD, AB ve İsrail, Necaşi’dir. Bu ittifak ve işbirliklerinin hepsi İnd-i Allahta batıldır.