TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

OĞLUMUZ

Karım, belirmeye başlayan pencerenin önünde oturuyordu: Bütün geceyi orada geçirmişti.

— Sen hâla yatmayacak mısın? dedim.
Doğruldu. Kül rengi pencerenin önünde sadece bir gölgeden ibaretti. Fakat bu gölgede, beraber geçirdiğimiz yirmi küsur yılın her gününden birşey vardı.
— Ezan okunuyor, diye mırıldandı.,
Sesi bana hüzün verdi. Odamız bu dünyadan, duyguların erişemeyeceği kadar ötede gibiydi ve karım, Kur'an'la vaat edilen mutluluğunu, sanki asırlardan beri boşuna bekliyordu.
Hareketlerinde ve yürüyüşünde, kabul edilmiş bir mağlubiyetin iç burkan sessizliği vardı. Mutfağa geçti. Onu sanki rüyada görüyordum: Mangala ve semavere kömür koydu; abdest aldı, sonra seccadesini sofaya sererek namaza durdu.
Pencere iyiden iyiye aydınlanmıştı.
Renksiz, sessiz ve serin kuşluk vakti: Yatağın ılıklığı, belirsiz duygu¬lar, düşünceden kaçış... Dalmışım.

Yahu...
Ne var?
Geldi..
yi ya işte...

Fakat mesele bu değildi: Karım beni kayıtsız buluyor ve üzülüyordu:
— Bir şey söylemeyecek misin; bu üçüncü oluyor... Ha yahu: Ne yapa¬ cağız?
Bilir miyim ben. Fakat ona:
— Yarın bir şeyler yaparım, diyorum.
Hangi yarın?. Gökyüzü tatlı maviliğini bulmuştu bile. Gün, katılmak zorunda olduğumuz gün, başlıyordu. Karım haklı. Bunun üzerinde durmak lâzım. Oğlum yatağına daha yeni giriyordu. Ona, bu yaptığının ümitsiz bir isyan olduğunu anlatmalıydım. Yataktan, birdenbire fırladım. Karım tel⺬landı:
— Fazla sert davranma. Ne de olsa artık..
Devam edemedi. Ona baktım: Gözleri allak bullaktı. Ah benim saz benizli, kır saçlı bebeğim.
Çıkarken, omuzlarıma hırkamı koydu.
Odası gündoğdu tarafındaydı. Pencereleri büyükçe bir bahçeye bakardı. Karşı evden kurtulmak üzere olan güneş, duvarları hafifçe pembeleştirmişti.
Ve o, uyumuştu.
Elbiselerini masanın üzerine atıvermiş, pijamasının ceketini giyme¬mişti. Yatağının yanındaki sandalyeye iliştim, İçim bir tuhaftı. Ona bakamı-yordum; fakat onunla doluydum: Tıpkı, çok eskiden bir defa daha olduğu gibi: O zaman daha küçüktü; tifoya tutulmuştu, ateşi vardı, sayıklıyordu. O, şimdi bunu hatırlamaz ki...
Karlı bir şubat gecesi doğmuştu. Babamın kucağına verirken bir tuhaftım.. İsim ararken kamus bana ne kadar boş gelmişti. Ona, ışıl ışıl, kâinat gibi mânalı bir kelime bulmak istiyordum. Sonunda Ömer dedik. Bu da ona yakışmıştı. Onu, tarihe girmiş bütün Ömer'lerin başarı ve üstünlükle¬rine lâyık görüyordum.
İlk gülüş... İlk diş, ilk kelime, annesine doğru, genç, güzel ve mutlu annesine doğru ilk adım.
Sonra yedinci yaş,, okula götürdüğüm gün ne kadar ağlamıştı: Sanki varlığına evden başka bir ortak kabul etmek istemiyordu. Fakat bu böyleydi işte: O da her oğul gibi sokak, okul ve çarşı arasında, her gün biraz daha bölünüp gidecekti. Önlenemezdi bu.
Ve on dördüncü yaş: Hırçınlıklar, iştahsızlıklar... Bize yeni bir ortak daha, ortakların en yenilmezi.. Karımın mağrur telâşları ve benim ilk endi¬şem.
Liseyi, daha sonra fakülteyi bitirdi. Bu arada, onu biraz daha iyi yaşatabilmek için, karım düğününden kalma üç beşibirliği bozdurdu.. Ve o, ilk aşkın rahatsızlığı ile sarsıldı, bizi de perişan etti.
Böylece biz ona bütün bütün bağlanırken, dünyamız artık onunla sınırlanırken...
"Sen bizden ayrılıverdin. Sevgimiz arttıkça sen biraz daha tedirgin oluyordun. Ben bunu anlıyordum: Sen bunda biraz da hürriyetine tecavüz buluyordun. Fakat annen...
Ben biliyorum: Sen, artık odaların bu döşeniş tarzını, hatta bu evi beğenmiyorsun… Uçmayı öğrenmiş bir serçe yavrusu gibi, gözün başka dallarda. Senin düşündüğün, kim bilir ne cici şeydir. Bizi misafir edeceğin odayı da unutmamışsındır; buna eminim. Bu kadarı da bize…, bana yeter. Fakat annen. Bunu sen de seziyor, arada sırada, hattâ sık sık kardeşlerini nasıl okutacağından, bizim için neler tasavvur ettiğinden bahsediyorsun. Fakat birbirimizden niçin gizleyelim; sen böyle konuşurken sesini titreten şeyde biraz vicdan burkulması ve daha çok çaresizliğin acısı yok mu? Ama sen bunun için üzülme, senin elinden ne gelir; hayat böyle işte, yapamazsın ki…
Ben senin içkiden ne umduğunu biliyorum; alışmayacağına da eminim... Fakat annen...
Sonra ben senin dışarıda ne aradığını, evden niçin kaçtığını da biliyo¬rum. Belki de küçük bir(...) Ben onlara düşman değilim; hattâ.., fakat annen.., kadıncağız böyle birine kapılı ereceksin diye tir tir titriyor. Sen gecelerini böyle dışarıda geçirince, kuruntuları, ışıl ışıl caddeleri ve gazinoları masal mağaralarına çeviriyor.
Fakat bütün bunlara ne lüzum var; sen sanki bunları bilmiyor musun? Ben sanki bütün bu şeylerin senin kalbini nasıl sızlattığını bilmiyor muyum? Annen, ben.., sen bize bakma. Bütün budalalık bizde. Biraz hasta olmanı bekler gibiyiz. Hâlâ bize en çok ait olduğun günlerdeki gibi kalmanı istiyo¬ruz. Değişebileceğini aklımız almıyor. İşte, gözlerimi bir türlü yüzüne çevire¬miyorum, sana bakamıyorum. Annen de böyle. Şimdi biz, seni uyandıramayız. Çünkü düşünmeğe cesaret edemeden biliyoruz ki, artık senin uykun da değişti. Eskiden bizi bekler gibi uyurdun. Evet, artık uykun da değişti. Hattâ asıl değişiklik uykularında oldu; sen uykularında da bizden uzaklaştın..."
Başımı çevirdim: Ona baktım. Bunu yaparken romatizmalı kolumu zorlar gibiydim. Fakat içim birdenbire ferahladı: Sanki yıllardır aradığım bir arkadaşımı bulmuştum. Islık çalmak istiyordum. Perdeleri indirdim; güneş onu rahatsız edecekti. Benimkilere benzeyen sert ve siyah sakallı yüzünü hafifçe öperek dışarı çıktım.
Çayımızı içerken karım biraz dalgındı, Ben, küçük oğlumun çayını gizlice, hiç sevmediği limonla doldurdum.