Eğitim Kalitemiz Yerlerde Sürünürken
Ölçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM), “Öğretmenlik Alan Bilgisi Testi Değerlendirme Raporu" yayımlandı. Gazetelerin tamamına yakını ya haber değeri görmediğinden yahut tablo iktidarın sorumluluğu anlamına geldiğinden buna hiç yer vermedi.
Oysa Türkiye’nin geleceğiyle ilgilenen her vatandaşın, siyasi tercihi ne olursa olsun, bu raporda ortaya çıkan gerçekler üzerinde durup düşünmesi gerekiyor.
Öğretmen olarak atanan yeni mezunların dörtte üçü hatta daha fazlası kendi branşlarındaki alan testinde dibe vurdular.
Fen bilimleri ve teknoloji öğretmenleri 50 sorudan 11’ine, kimya öğretmenleri 14’üne, fizik öğretmenleri 16’sına doğru cevap verebildi. İlköğretim matematik, lise matematik ile Türk dili ve edebiyatı öğretmenleri de branşlarına ilişkin soruların ancak üçte birini cevaplandırabildi. Lise matematik öğretmenliği testinde başarı ortalaması yüzde 11.97.
Orta öğretim bir gencin eğitim hayatının en kritik dönemidir. Kabiliyeti, kapasitesi, becerileri bu aşamada belirlenip geliştirilir. Bu yıllar doğru ve verimli şekilde değerlendirilse geleceğini belirleyecek olan alt yapıyı edinmiş olur. Yüksek öğrenime gerekli donanımı edinmiş olarak geçeceğinden kolayca intibak eder ve kesinlikle başarılı olur.
Normalde böyle olması gereken süreç ne yazık ki tıkanmış durumda, işlemiyor. Üniversiteye başlayan gençlerimizde çok ciddi bir nitelik ve bilgi eksikliği hüküm sürüyor. Öğretim üyesi hocalar çoğu zaman temel bilgileri yetersiz, nasıl okunup yazılacağını bile yeterli derecede bilmeyen öğrenciye neyi nasıl anlatacağını bilememenin çaresizliğiyle bocalayıp kalıyor.
Son yayımlanan test sonuçları, çocuklarımızın, gençlerimizin başarısızlıklarının nedenini ortaya koyuyor. Hemen her yıl yayımlanan OECD’nin 15 yaş gruplarındaki test sonuçları bu gerçeği sürekli ortaya koyar. Türkiye fizik, matematik, kimya ve kendi dilinde okuduğunu anlama ölçümlerinde 60 kadar ülke arasında 42-45’nci sıralarda yıllardır çakılıp kalmış durumdayız. Niye? Çünkü öğrenim hayatının en kritik döneminde çocuklarımıza matematik, fizik, kimya gibi temel bilgileri ve ne yazık ki ana dilimizi, Türkçemizi de öğretemiyoruz. Çünkü özellikle son kırk-elli yıldır öğretmen kalitesinin sürekli düştüğünü görmek istemiyoruz. Ülkemizin ve milletimizin geleceği açısından çok büyük bir öneme sahip öğretmenlik mesleğine gereken özen ve saygı gösterilmediğinden, maddi ve mesleki sorunları sürekli çözümsüz kaldığından meslek son test sonuçlarında da görüldüğü gibi tükenme noktasında.
Orta öğretimdeki bu tablo yüksek öğretimde, üniversitelerde de aynı çizgide devam ediyor. Geçen hafta bu konuların uzmanı olan Abbas Güçlü YÖK’ün vakıf üniversiteleriyle ilgili bir araştırma kitabını konu alan iki makale yazdı. Kitapta durumun tam anlamıyla “içler acısı“ olduğu YÖK’ün kendi tespitleri olarak yazılmış. Mesela bir üniversitenin başarı skalası 90, bir başkasınınki 10. Birinin on bin kitabı varken diğerinde bu sayı üç yüzü bulmuyor. Makale, atıf, mezun ve doktora sayısı ile öğrenci-öğretmen üyesi oranına göre en tepedeki üniversitenin toplam puanı 702 iken en alttaki 92’de kalıyor. Tıp Fakültesine ilk 2000’den alan da var 30.000’den alanda. 79 vakıf üniversitesinin 47’si İstanbul’da. Devlet üniversiteleri vakıflarınkinden farklı mı sanki? Keşke benzer bir araştırmayı onlar için yapsalar da bilimsel alanda boyumuzun ölçüsünü hep beraber görsek.
Kalitesizliği artık kronik bir sorun olan bu eğitim ortamında dünya ile rekabete kalkıyoruz. Milli gelirimizi 20.000’lere, ihracatımızı 500 milyar dolarlara çok yakında çıkaracağımızın hayalini kurabiliyoruz. Geçenlerde İstanbul Sanayi Odası en fazla ihracat yapan ilk 500 şirketin üretimlerinin niteliğini açıkladı. Yüksek teknoloji ürünü ihracat yüzde 3.2, orta teknoloji yüzde 6.3. Bu oranlar 2003’ten bu yana hemen hemen aynı. Buna karşı düşük teknoloji ürünleri yüzde 39.6 oranında. Katma değeri yüksek üretim ve ihracat olmayınca Türkiye ekonomisinin en büyük sorunu olan cari açık 60 milyar dolara yaklaşıyor.
Eğitim sorunumuz artık doğrudan bir beka meselesi haline gelmiş durumda. Ama biz durumun ciddiyetinin farkında olmadığımızdan ülke gündemini çoğu siyasi nitelikli, önceliği olmayan bir yığın meseleyle doldurup tartışarak zamanımızı tüketmeye devam ediyoruz. Gazete sayfalarını dolduran yazıların seviyesi, içeriği, üslubu içler acısı. Bunlarla insanların adeta beyinleri yıkanıyor, uyuşturuluyor. Almanların bizim cari açığımıza yakın ihracat fazlası var. Ama yaptığımız hava alanı onlarınkinden büyük olduğundan veya üç bin beş yüz yataklı hastanemizden dolayı bizi müthiş kıskandıklarını yazıp söyleyebiliyoruz. Sorunlarımızı bilimsel ve rasyonel yöntemlerle kurallarına göre çözmeye çalışacağımıza duyguları köpürten hamasi söylemlerle, sloganlarla kolay yoldan halletmek istiyoruz. Dolayısıyla bocalayıp gidiyoruz.
Böylesine Bir Vahşeti Değil İnsan Birçok Hayvan Bile Yapamaz
Hakkâri’deki alçakça saldırı, PKK’nın insanlıktan, ahlâktan nasibi olmayan bir caniler sürüsü, vahşi bir cinayet örgütü olduğunu bir kere daha gösterdi. Bebek, kadın, çocuk katilliği bu haydut sürüsünün 40 yıllık tarihinde defalarca ortaya koyduğu bir yöntemdir. On bir aylık bebeğin ve annesinin fotoğraflarındaki o bakışları görüp yüreği insanlık adına parçalanmayan, bu masumlara nasıl da kıydılar, bu alçaklığı nasıl yaparlar diye kahrolmayan varsa onlar değil insan, hayvan bile değildir.
PKK’nın adını ısrarla anmadan sıradan bir “üzüldük” mesajıyla vahşete tepki göstermiş görünen, maalesef vekil sıfatı taşıyan siyasetçiler, insan haklarını savunma iddiasındaki yazarlar, akademisyenler, sözde aydınlar, bu katliamı yapan örgütçüler kadar suçludur, ahlâksızdır, sorumludur.
Türk milleti ve onun yüreği vatan, millet ve bayrak aşkıyla dolu askeri ve polisi elbette bu masum bebeğin, hayata doymamış olan gencecik annenin hesabını soracaktır; kanları yerde kalmayacaktır. Yeter ki bu katiller sürüsünü insan sayıp tekrar masaya çağırmaya kalkmayalım; canilerin yol açtığı bu acıları yüreklerimizde alev alev taşıyarak, kaçtıkları inlerine kadar kovalayıp çoktan hak ettikleri cezayı verip yıllardır kanayıp duran bu yarayı artık kapatalım.