Türk Milletinin Diriliş Hamlesi - Büyük Taarruz, Başkumandan Meydan Savaşı, Tarihi Zafer

30 Ağustos 1922’de Türk ordusunun Mustafa Kemal Paşa’nın komutasında kazandığı zafer, Türk Milletinin üç asırdır sürüp gelen yenilgi ve kayıplar sürecini noktalayan tarihi bir hamledir. On birinci asırdan sonra, vatanlaştırıp üzerinde yaşadığımız, taşını toprağını karış karış medeniyet ve kültürümüzün ürünleriyle bezeyip “kendimiz” kıldığımız bu topraklardaki varlığımızı Batılılar başından itibaren kabullenemediler. Sanayileşmeye paralel şekilde yükselen batı emperyalizminin Çarlık Rusya’sı ile birlikte temel politikası, Türk ve Müslüman varlığını bulunduğumuz coğrafyadan söküp atmak buralara egemen olmaktı.

Bu hedeflerine 93 savaşı ve Balkan faciası sırasında önemli ölçüde ulaştılar. Rumeli’deki vatan topraklarını büyük acılar yaşayarak terk etmek zorunda kaldık. Bu iki yenilginin ardından milyonlarca Türk ve Müslüman hayatta kalabilmek için aç ve çıplak halde zemheri soğuklarında payitahta sığınmak zorunda kaldı.

Emperyalistlerin hırsı sönmemişti. Aynı senaryoyu Anadolu’da da sahnelemek maksadıyla Yunanlıları üzerimize sürdüler. Varlığını Batılıların desteğine borçlu olan, bu sayede kolay kazanımlarla topraklarını genişleten Yunanlılar, Osmanlı’nın düştüğü zelil durumdan yararlanarak “Büyük Yunanistan’ı” kurmak hatta İstanbul’u da alarak Bizans’ı ihya etmenin hayalini kuruyorlardı. Ankara’nın direnişini ezerek Sevr’i uygulatmak isteyen İngilizler, onlara her türlü desteği vererek Ankara’ya doğru yürümelerinin önünü açtı. Ama hesapları tutmadı. Mustafa Kemal’in komutasındaki Türk askeri son derece elverişsiz şartlara meydan okuyarak bu saldırıyı Sakarya boylarında durdurup püskürttü.

Yunanlıların yeni bir hamleye takatleri kalmadığından bulundukları yerlerin ellerinde kalması için geniş bir tahkimat yaptılar. O kadar ki, Afyon - Eskişehir çevresindeki Yunan mevzilerini gezen Amerikalı bir savaş muhabiri, buraların Fransızların meşhur Verdun hattı kadar muhkem olduğunu, Türklerin altı ayda bile bu mevzileri aşamayacağını iddia eden bir makale yazmıştı.

Ancak Mustafa Kemal ve arkadaşları farklı düşünüyorlardı. Anadolu’yu işgalcilere bırakmamakta kararlıydılar. Sakarya zaferinden hemen sonra hazırlıklar başladı. İhtiyaç duyulan silah ve mühimmat bir yandan Sovyet Rusya’dan temine çalışılırken, diğer yandan mütarekeden sonra İngilizlerin toplayıp depolara kaldırdığı silahlar vatansever, millici örgüt mensupları tarafından ustalıkla ele geçirilip Ankara’ya ulaştırıldı. Fransız ve İtalyanların çekilirken bıraktıklarından da yararlanıldı. Bu arada Hindistan Müslümanlarının yoğun bir kampanyayla topladıkları büyük miktarda para çok işe yaradı. Mustafa Kemal bunun bir kısmını savaş hazırlığı için kullanırken diğer kısmını ayırdı. İki yıl sonra bu kalan para İş Bankası’nın sermayesi yapılacaktır.

Diğer taraftan Tekalif-i Milliye kanunu da işliyor, halktan savaş için gerekli gıda ve malzemeler sağlanıyordu.

Bu yoğun hazırlıkların sonucu bir yıl sonra ortaya çıktı. Yetersiz durumdaki asker sayısı, yeni silahaltına alınanlarla telafi edilmiş, sayı iki yüz bine yaklaşmıştı. Ancak tüfek sayısı yüz bine yakın olduğundan eratın tamamından muharip olarak yararlanılamadı. Yunan ordusunun top, makinalı tüfek, kamyon ve uçak sayısı da bizdekinden fazlaydı.

BÜYÜK TAARRUZ HER YÖNÜYLE TARİHİ BİR BAŞARI HİKÂYESİDİR

Bu başarıda en büyük pay, harekatı planlayan, uygulanacak strateji ve taktiği belirleyen, eldeki gücü son derece doğru hesaplayıp en verimli ve etkili şekilde kullanabilen, bu arada diplomasiyi de ihmal etmeyip gereğini yapan Mustafa Kemal’indir.

Yunan ordusu ve destekçilerine karşı uzun sürecek bir cephe savaşı yapacak durumda olmadığımızı lojistik imkânlarımızı 60 km. karelik sınırlı bir alana ulaştırabileceğimizi biliyordu. Bu nedenle, baskın tarzında hasmı şoka uğratacak, takviye almasına fırsat vermeyip imha edilecek bir taarruz planladı. Bunun büyük risklerinin de olduğunun farkındaydı; ama askerimize, komutanlarımıza güveniyordu. Başarının temel şartı düşmanın savaşa hazırlandığınızdan haberdar olmamasıydı. Bütün güvenlik önlemlerini aldı. Gazete aracılığıyla her şeyin normal olduğu, Ankara’da bulunduğu yolunda haberler yayınlattı. Planını son ana kadar az sayıda komutanla paylaştı. Birliklerin belirlenen yerlere intikali sürekli geceleyin ve sessizce yapıldı.

Taarruzun başlatılmasına günler kala, Fethi Bey’i Londra’ya göndererek sorunun barış yoluyla çözümlenmesi bağlamında temaslar başlattı. İstihbaratının başarısıyla öğünen İngilizler, bu girişimi Mustafa Kemal’in askeri bir çözümden ümitli olmaması şeklinde yorumladıklarından 26 Ağustos sabahı Yunanlılar kadar şaşkınlık yaşadılar.

Gazi Paşa’nın baskın stratejisinin askeri alanda üç temel unsuru bulunuyordu. Tümenlerin çoğunu bünyesinde bulunduran Nurettin Paşa’nın komutasındaki birinci Ordu, taarruzun siklet merkezi olacaktı. Yakup Şevki Paşa’nın komuta ettiği ikinci ordunun görevi düşmanın savaş alanına yeni birlik intikalini engelleyerek birinci ordunun işini kolaylaştırmak ve düşmanın geri çekilme hatlarını tıkamaydı. Yunan Ordusunu bizim belirlediğimiz bir alanda muharebeye mecbur bırakmaktı. Gazi planladığı meydan savaşına alan olarak Dumlupınar’ı seçmişti ve dediği de oldu.

Mustafa Kemal süvari kolordumuza çok hayati bir misyon yüklemişti. Fahrettin (Altay) Paşa’nın komutasındaki kolordumuz, Yunanlıların aşılamaz diye baktığı Ahır dağını daha harekat başlamadan sessizce geçip Sincanlı ovasına iniverdi. Böylelikle Yunan ordusu arkasından çevrilmiş oldu.

Taarruzun ilk üç günü çok kritikti. Askerlerimiz canlarını ortaya koyarak tam anlamıyla destan yazıyorlardı. En küçük rütbeli erden her rütbedeki subayımıza kadar herkes ne yaptığının bilincindeydi. Bu savaşın Türk milletinin kaderi anlamına geldiğini bilerek, vatan topraklarını istilacılardan temizlemenin bağımsız ve onurlu yaşamamızın vazgeçilmesi olduğunu görerek ölümüne savaşıyorlardı. Albay Reşat Bey (Çiğiltepe) alması planlanan tepeyi söz verdiği gibi yarım saatte alamayınca bunu bir onur meselesi yapıp intihar ediyor; askerlerinin birkaç dakika sonra bayrağımızı buraya diktiğini yazık ki göremiyordu.

Bu tarz ufak tefek aksamaların dışında her şey Mustafa Kemal’in istediği istikamette gelişti. Yunan cephe komutanı General Trikopis savaşın ilk dört gününde imha edilmeyen veya esir düşmeyen askerleriyle kaçmaya çalışırken, Dumlupınar‘da dört bir tarafından sarılarak kıstırıldı. Mustafa Kemal ön saflarda askerine bizzat kumanda ediyordu. Akşam saatlerine kadar süren savaşta Yunan askerlerinin bir kısmı imha edilmiş binlercesi esir alınmıştı. Gazi Paşa kendi komutasında cereyan eden muharebenin adını Nutuk’ta ve başka konuşmalarında “Başkumandan Meydan Muharebesi“ olarak ifade eder.

Akşam komuta heyetiyle durum değerlendirmesi yaptı. Anadolu’yu işgale kalkışan 175 bin civarındaki Yunan askerinin yarısından fazlası planlandığı tarzda ya imha edilmiş yahut esir alınmıştır. Ama mesele tam halledilmemiştir. Üç koldan İzmir, Mudanya ve İzmit’e doğru kaçanların ve Trakya’dakilerin kendi haline bırakılmaması gerekmektedir. Mustafa Kemal birliklerine vakit geçirmeden tarihini emrini iletir: ”Ordular; ilk hedefiniz Akdeniz’dir İleri!!”

Başkumandanın buyruğu emrettiği tarzda kısa sürede yerine getirildi. Trikopis sekiz bine yakın askeriyle Uşak’ta teslim oldu. Yunan askerleri kaçarken geçtikleri yerleşim yerlerinde her yeri yakıp yıktılar katliamlar yaptılar, bölgeyi harabeye çevirdiler.

Türk askeri taarruza başladığı yerden İzmir’e kadar olan 450 km.lik mesafeyi muharebe durumları da dahil on beş gün gibi kısa zamanda tamamladı; bayrağımızı Kadifekale’ye, Hükümet Konağı’na ve Kumandanlık Dairesi’ne çekerek büyük zaferi dünyaya ilan etti. Dünya savaş tarihinde bu kadar uzun mesafenin bu kadar çabuk geçilerek hedefe ulaşılmasının bir benzeri daha yoktur.

Tarihimizde nice zaferler yaşamış bir milletiz. Bunlardan bazıları Malazgirt, Dandanakan, Kosova, Mohaç ve Rıdaniye’de olduğu gibi geniş fetihlerin, Cihan devleti oluşumuzun kapılarını açmış, İstanbul’un fethinde olduğu gibi çağları değiştirmiştir. Her zaferimizin kendi şartları içerisinde farklı özellikleri ve etkileri mevcuttur. Bundan dolayı birbiriyle kıyaslamak yanlış olur. Mustafa Kemal’in yönetiminde kazanılan Büyük Zafer’in en önemli özelliği Türk milletine kurulan tuzağın askeri gücümüzle ve ustaca bir diplomasiyle, milli iradeye dayanılarak geçersiz kılınmasıdır. Bin yıldır vatanlaştırıp yaşadığımız coğrafya Cihan Savaşının galipleri tarafından birilerine peşkeş çekilmek isteniyordu. Sevr‘de İstanbul hükümetinin temsilcilerine imzalatılan anlaşma aslında tam bir “teslimiyet” belgesiydi. Türk halkı burada belirlenen haritaya göre günümüzde Filistinlilerin başına gelen gibi, daracık bir alana tıkılarak savunmasız ve çaresiz halde yaşamaya mahkum edilmek isteniyordu. Bütün seküler görüntüsüne rağmen aslında klasik Haçlılık zihniyetinden kurtulamayan, Türkleri medeniyet düşmanı sayan Batılı emperyalistlerin hazırladığı proje, Dumlupınar’da kazanılan zaferle tarihin çöplüğüne atıldı.

Türk milleti 30 Ağustos 1922’de komadan çıkarak hür ve bağımsız yaşama iradesini herkese kabul ettirdi. Mustafa Kemal, Milli Mücadele’yi başından sonuna kadar gerek askeri alanda gerekse uluslararası ilişkilerde başarıyla yürüttü. Böylece, ”Türk’ün ateşle imtihanı“ olduğu bu çetin süreçte son derece elverişsiz şartlara ve ağır sorunlara meydan okuyarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduk. Bizlere bu gurur veren sonucu armağan eden Mustafa Kemal Paşa’ya, bu mücadelede O’nun yanında yer alıp yardımcı olan silah arkadaşlarına, Gazi Meclis’e çok şeyler borçluyuz. Onlara layık olmak, emanetlerini özenle korumak, ülkemizi, bağımsızlığımızı ve özgürlüğümüze onların yaptığı gibi cesaretle korumaya çalışmak siyasi tercihi ne olursa olsun, her vatansever için ahlaki bir görevdir.

Devletin Hafızasıyla Oynamak Yanlıştır

Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü geçenlerde yapılan düzenlemeyle ”Cumhurbaşkanlığı Arşivi Daire Başkanlığı“ olarak doğrudan Cumhurbaşkanlığı‘na bağlandı. Başbakanlığın olmadığı yeni sistemde bu gerekiyordu. Kurum böylelikle daha geniş imkânlara sahip olabilir.

Ancak bu düzenleme yapılırken “tuhaf” diye nitelendirilebilecek bazı gelişmeler yaşandı. "Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı” kaldırılınca burada uzun yıllardır çalışmakta olan yüzlerce personel açıkta kaldı. Bunlardan 250 kadarı Diyanet, Tapu ve benzeri devlet kurumlarına gönderilerek arşivle ilişkileri kesildi. Yapılan işlemi normal bir kurum içi düzenleme olarak görmek mümkün değil, çünkü burası hem faaliyet konusu ve işlevi hem de personelinin beceri ve nitelikleri açısından kendine mahsus özellikleri bulunan bir yerdir. Arşivcilik sıradan bir öğrenimle kazanılması mümkün olmayan, yılların birikim ve deneyimine dayanan, emek ve sabır gerektiren bir alandır. Önceki dönemlerde İsmet Binark ve daha sonra Prof. Dr. Yusuf Sarınay büyük çaba harcayarak, özveriyle çalışarak burayı işlevini iyi yapan, tarih ve medeniyetimizle ilgili çok sayıda kritik belgeyi gün ışığına çıkartarak bilimsel araştırmacıların ihtiyaçları olan malzemeleri rahatlıkla bulabildikleri verimli bir kurum haline getirdiler. Bu başarıyı doğal olarak kurumda görev yapan uzmanlarla, çalışanlarla birlikte sağladılar. Eğer bugün devletimizin güven duyulan kaynak niteliğinde arşiv bilgi ve belgeleri varsa, bunda en büyük pay, 1985’te yapılan yasal düzenlemeden sonra Genel Müdür sıfatıyla kurumu yöneten Binark ve Sarınay ile burada görev yapan personeldir.

Akademik hayatını ABD’de sürdürmekte olan ve günümüzde dünyaca tanınıp takdir edilen en önemli tarihçilerimizden biri olan Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu doğrudan kendi alanıyla ilgili olan Osmanlı Arşivleri konusunda şunları yazdı. ‘’Kırk seneyi aşkın bir süre önce çalışmaya başladığım Osmanlı Arşivleri ile günümüzde ki kurum arasındaki fark inanılmaz boyuttadır. 1970’li yıllarda imrenerek çalıştığımız yabancı arşivlerden çok daha değerli ve araştırmacıya hizmet öncelikleri günümüzde İstanbul’da bulunmaktadır. Bu Türkiye’nin iftihar etmesi gereken bir başarıdır. Dünya kültür mirasına bu ölçekte bir katkıyı gerçekleştiren, tarihimizin belgelere dayanılarak yazılmasını mümkün kılan bu başarının sessiz kahramanları, ciddi uzmanlık gerektiren, meşakkatli bir özveri, meslek aşkı ve memuriyet terbiyesiyle yapan arşiv uzmanlarıdır. Osmanlı çalışmaları son otuz yıl içerisinde büyük ivme kazanmış, küresel tarih yazımı ile eklemlenmiş ve kurumsal tartışmalarda örnek olarak kullanılmaya başlanılmıştır.’’ ( 26.08.2018 Sabah)

Türkiye’de tarihi belgelerin değeri ve önemi ne yazık ki uzun zaman anlaşılmadı. 1930’da Osmanlı dönemine ait binlerce evrakı “gereksiz“ sayarak üç beş kuruş alacağız diye kilo hesabıyla Bulgaristan'a satmaya kalktık. Tesadüfen milli şuur sahibi bir münevver Sirkeci’de vagona yüklenirken görüp ilgilileri ikaz etmeseydi bu utancı yaşamış olacaktık.

Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı’nın 33 yıl önceki mimarı rahmetli Hasan Celal Güzel’dir. Özal Başbakan olunca O’nu Başbakanlık Müsteşarı yaptı. Rahmetli tarih şuuru yüksek bir Türk milliyetçisiydi. İlk iş olarak İstanbul’a gelir, Sultanahmet Camii yanında tarihi belgelerin depolandığı Sultanahmet Medresesi’ni ziyaret eder. Gördüklerini şöyle anlatır: ’’Durum içler acısıdır. Kapalı alan yeterli olmadığından arşiv malzemeleri avluda, karın yağmurun altında ortalığa atılmış durumda. Sararmış bir evrakı elime alarak oturup ‘’bunlar benim tarihim” diyerek hıçkıra hıçkıra ağladım.” Hasan Celal durumu Başbakan’a telefonla aktarır. O' da üzülür ve kendisine bu konuda tam yetki verir. İstanbul Valiliği’nin İl Özel İdaresi için yeni yaptırdığı bina Osmanlı Arşivlerine tahsis edilir. Özel sözleşmeyle 600 kadar arşiv elemanı alınıp yetiştirilir. Bu uzmanların arasında akademik kariyer yapan, kendi alanlarında bilimsel makale ve yayınlar yapanlar da oldu.

Böylesine önemli bir birikime, uzmanlara sahip olan kurumun hafızası, yetkili kılınan yeni yöneticiler tarafından bir anda siliniyor. Gençleştirme gibi nahif bir gerekçeyle yetişmiş, deneyimli uzmanlar oraya buraya dağıtılarak kızağa alınıyor. Eleştiriler üzerine, yapılanlara gerekçe olarak uzaklaştırılanlarla ilgili çeşitli suçlamalar kulaklara fısıldanarak haklılık kazanılmaya çalışılıyor; devlet ciddiyetine, bürokratik adap ve usullere ve nihayet mevzuata uymayan bu tasarrufla ilgili çeşitli söylentiler dolaşıyor. Kurumda dini bir cemaatin etkili hale geldiği, birilerinin şahsi husumetlerine kurumun alet edildiği ve daha da önemlisi bu tasfiyelerle boşaltılan kadroların “yakınlar ve mutemetler” alınarak doldurulmak istendiği anlatılıyor.

Neresinden bakılırsa bakılsın, devletin saygınlığı bu tarz keyfi tasarruflarla ciddi hasar görüyor. Toplumda siyasi yandaşlık nedeniyle yapılanlara duyarsız kalanların dışındaki kesimlerde, hakların yasal güvence altında olduğu, yararlı hizmetlerin takdir görüp değerlendirildiği, adil bir düzenin bulunduğuna dair inanç hızla silinip kayboluyor. Her şeye rağmen birilerinin “bu kadarı da artık fazla oluyor” diyerek bu vahim yanlışı düzelteceklerini ümit ediyoruz.