14 Mayıs 1950 ve 27 Mayıs 1960 -Siyasi Tarihimizin Seyrini Değiştiren İki Kırılma Noktası
14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerde Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi siyasi tarihimizin olduğu kadar, ekonomik ve sosyal hayatımızın seyrini değiştiren tarihi bir kırılma noktasıdır; demokratik devrimdir. Bu tarihten sonraki iki seçimi de kazanarak on yıl iktidarda kalan DP, 27 Mayıs 1960’da askeri darbeyle yıkıldı; başbakan ve iki bakan idam edildi. Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün siyasetin dışında kalmasına büyük özen gösterdiği askerin, gerekçesi ne olursa olsun kışlasından çıkarak yönetime müdahale etmesiyle ileriki yıllarda yapılacak olan açık ya da örtülü müdahalelerin kapısı açılmış oldu.
Türkiye’nin ikinci Cihan Savaşı biterken, çok partili döneme geçmesi “zamanın ruhu” ile örtüşen bir tercihti. Avrupa’yı ve Doğu Asya’yı harabeye çeviren, milyonlarca insanın ölümüne yol açan savaş, Almanya ve Japonya’nın kayıtsız şartsız teslim olmalarıyla sonuçlandı. Savaşın galipleri ABD ve Sovyetler Birliği’nin liderliğini yaptıkları iki küresel blok halinde ayrıştılar. Bozgun halinde çekilmekte olan Nazi askerlerini kovalayan Kızıl Ordu, Doğu Avrupa ülkelerinden geçip Berlin’e girerken, geçtiği ülkelerde iktidara komünistlerin gelmesini sağladı. Böylece Baltık sahillerinden Karadeniz’e kadar uzanan Sovyet sınırlarına komşu ülkelerin tümü, Türkiye hariç Moskova’ya bağlı rejimler tarafından yönetilmeye başlandı.
Diğer taraftan savaş sırasında ekonomik, teknolojik ve askeri kapasitenin ne kadar yüksek düzeyde olduğunu ortaya koyan, Japonya’nın direnişini iki atom bombası ile kırmayı başaran ABD, Batı bloğunun doğal lideri konumuna gelmişti. Böylece “iki kutuplu” bu dünya düzeninde “soğuk savaş” diye tanımlanan, Sovyetler’in dağılmasına kadar sürecek olan yoğun bir rekabet dönemi başlamış oldu.
Türkiye’nin Milli Mücadele döneminden itibaren sürdürdüğü denge ve savaş sırasındaki tarafsızlık politikasının sonuna gelinmişti. Bloklar arasında bir tercih yapılması gerekiyordu. Kazanılan zaferin ve Doğu Avrupa’daki ideolojik hakimiyetinin güç sarhoşu durumundaki Stalin’in hedefinde artık Türkiye vardı. İlk hamleyi 7 Kasım 1945’de bitecek olan 1925 tarihli “Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması” nın uzatılmayacağını bildirerek yaptı. Moskova, savaş sonrasında ortaya çıkan değişiklikleri gerekçe göstererek Montrö Antlaşmasının gözden geçirilmesini istiyor, bu arada Gümrü Antlaşması ile Türkiye’ye bırakılan Kars, Ardahan ve Artvin’in kendilerine verilmesi iddiasıyla çeşitli kanallardan Ankara’ya mesajlar iletiyordu.
ULUSLARARASI DENGELER VE ÇOK PARTİLİ DÖNEM
Savaşın sonuna doğru Washington önemli bir adım attı. Almanya’ya karşı savaş ilan eden ülkeleri birlikte hareket edecekleri savaş karşıtı ortak bir platform oluşturmak üzere San Fransisco’da toplantıya çağırdı. Türkiye bu konferansa katılabilmenin şekil şartını yerine getirmek maksadıyla Almanya’nın resmen teslimine birkaç hafta kala bu ülkeye savaş ilan ederek toplantıda yerini aldı. Ancak bu yeterli değildi, Türkiye’den tek partili otokratik rejimi değiştirmekte kararlı olduğunu gösterecek somut adımlar atması bekleniyordu.
Cumhurbaşkanı ve CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, 19 Mayıs 1945 tarihinde yaptığı konuşmada “Büyük Millet Meclisi’nin kudretli elinde olan Millet iradesi, demokrasi yolunda gelişmesine devam edecektir” diyerek ve “çok partili siyasi hayata geçiş denemeleri dönemin şartlarından dolayı başarılı olamadı ancak ortam değişmiş bulunuyor” ifadesiyle yeni partilerin kurulmasına yeşil ışık yakmış oldu.
İçeride ve dışarıda bu gelişmeler yaşanırken, CHP Meclis Grubunda yönetimin baskıcı tutumuna karşı tepkiler yoğunlaşıyordu. Nitekim 7 Haziran 1945’de dört milletvekili, Celal Bayar, Adnan Menderes, Prof.Suat Köprülü ve Refik Koraltan siyasi tarihimizde “dörtlü takrir” diye anılan önergeyi grup yönetimine vererek muhalefet bayrağını resmen açmış oldular. Bu girişime tepki gecikmedi; takrir grupta reddedildi. Ardından Adnan Menderes, Köprülü ve Koraltan partiden ihraç edildiler. Buna karşı eski Başbakan Celal Bayar, 26 Eylül 1945’de hem milletvekilliğinden hem de partisinden istifa ederek cevap vermiş oldu. Önergeyi verirken neler olacağını biliyorlar, girişimlerini kurmaya hazırlandıkları yeni partinin ilk adımı olarak yapıyorlardı. Hazırlıklarını süratle yaparak 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’yi kurdular.
Aslında daha önce 1945 yılında 14 yeni parti kurulmuştu. Ancak bunlardan hiç birinin DP gibi toplumsal bir tabanı, siyasal ve entelektüel çevresi, nitelikli bir yönetici kadrosu yoktu; bu nedenle isimden ibaret kaldılar.
Siyasi iktidar ve Cumhurbaşkanı İnönü, DP’nin ülke çapında büyük bir heyecan dalgası oluşturduğunun, ilgi gördüğünün, ciddi bir rakip olduğunun farkındaydı. Teşkilatlanma aşamasının tamamlanmasına fırsat vermemek için, bir yıl sonra yapılması gereken seçimler Meclis kararıyla erkene alındı. Seçim Kanunu değiştirilerek tek dereceli sisteme geçildi. Bu Kanunun en önemli özelliği, hiçbir demokratik ülkede olmayan kamu görevlilerinin müdahalesine açık “açık oy, gizli tasnif” usulünün benimsenmiş olmasıydı. Kanuna göre seçimleri illerde valiler yönetecek, oylar seçimden hemen sonra yakılıp imha edilecekti.
1946-1950 DEMOKRASİYE GEÇİŞ SANCILARI
DP teşkilatlanmasını tamamlayamadığından bazı illerde seçimlere katılamadı. Hükümet 21 Temmuz’da yapılan seçimlerin sonuçlarını 24 Temmuz’da açıkladı. Buna göre 465 milletvekilinden 395’ini CHP’nin 64’ünü DP’nin, 6’sını da bağımsızların kazandığı ilan edildi. Celal Bayar sonuçların şaibeli olduğunu, milletin iradesini yansıtmadığını, hükümetin sahte oy pusulası dağıttığını, devlet görevlilerinin büyük baskı yaptığını belirten bir açıklama yaptı. CHP resmi belgelere göre seçimi kazanmış görünse de yapılan haksız ve usulsüz uygulamalar nedeniyle açıklanan sonuçlar kamuoyunda inandırıcı bulunmadı; 1946 seçimleri dürüst ve adil yapılmayan bir seçim örneği olarak yer aldı.
Bu seçimleri takip eden dört yıl süresince iktidarla muhalefet aralarında adeta bir bilek güreşi yaptılar; zaman zaman gerginlikler yaşandı. Ancak demokrasi rüzgarı giderek daha kuvvetli esmeye başlamıştı. Tarihin akışının durdurulması mümkün değildi. CHP’nin otoriter ve merkeziyetçi yönetim tarzının simge isimlerinin başında yer alan Recep Peker’in başbakanlıktan alınması, yerine önce daha ılımlı kişilikleriyle bilinen Hasan Saka’nın ardından Prof.Şemsettin Günaltay’ın getirilmeleri Cumhurbaşkanı İnönü’nün daha liberal ve uzlaşıcı bir politikaya yöneldiği anlamına geliyordu.
Celal Bayar ve DP yönetimi bu kritik süreci başarıyla yürüttü. İktidarın sertlik politikalarına dönmesine fırsat vermemeye, parti içindeki bazı tepkilere rağmen İnönü ile diyalog kanalları açık tutulmaya çalışıldı. DP Meclis Grubu’nda bu yöntemi “muvaza” (örtülü anlaşma) olarak nitelendiren “şahinler” izlenen politikayı ağır şekilde eleştirerek partiden istifa ettiler. Prof. Hikmet Bayur’un Genel Başkan, Mareşal Fevzi Çakmak’ın manevi başkan olduğu Millet Partisi’ni kurdular.
Mevcut milletvekillerinin yarısının ayrılmaları Demokrat Parti’yi fazla etkilemedi. Çünkü güçlü bir toplumsal tabana dayanıyordu. Mevcut seçim kanunuyla dürüst bir seçimin yapılamayacağını gördüklerinden sistemin değiştirilmesine ağırlık verdiler. Genel İdare Kurulu bu değişiklik yapılıncaya kadar hiçbir seçime katılmama kararı aldı. Nitekim 1947’de yapılan yerel seçimlere DP katılmadı.
Cumhurbaşkanı İnönü ve CHP yönetimi de bu Kanun yürürlükte kaldıkça Türkiye’de demokrasinin sözünün bile edilemeyeceğinin farkındaydılar. 14 Mayıs 1950’de yapılması kararlaştırılan seçimlere kısa bir zaman kala iki parti arasında görüşmeler başladı. Hükümet bu konuyla ilgili çalışmaları yürütmek üzere Başbakan Yardımcısı Prof.Nihat Erim’i görevlendirdi. DP nisbi temsil ve “gizli oy açık tasnif” sistemini ve seçimlerin yargı denetiminde yapılmasını istiyordu. Neticede iki parti arasında uzlaşma sağlandı. Müştereken hazırlanan kanun teklifi 16 Şubat 1950’de Meclis’te kabul edilerek yürürlüğe girdi. Yüksek Seçim Kurulu (YSK) adıyla, Yargıtay ve Danıştay üyelerinden 11 kişilik bir kurul oluşturularak, seçimlerin yargıçların gözetiminde yapılması kabul edildi.
Bu düzenlemeler demokratik standartlar açısından köklü bir reform anlamına geliyordu. Türkiye, böylelikle demokrasi çıtasını yükseltiyor, tüm İslam ülkeleri arasında siyasi iktidarın halkın özgür iradesiyle belirlendiği, seçimlerin hukukun güvencesi altında adil ve özgürce yapıldığı örnek bir ülke haline geliyordu.
Seçim sistemi konusunda iki partinin istekleri farklıydı. CHP seçimlerde çoğunluğu kazanacağından emin olduğundan çoğunluk sistemini savunuyordu. Neticede CHP’nin istediği oldu. Seçimin çoğunluk sistemine göre ve “gizli oy açık tasnif” tarzında yapılması kabul edildi. Ancak seçimler yapılıp meclis tablosu ortaya çıkınca, CHP büyük hata yaptığını görecek, sistemin mimarı Nihat Erim “ayağımıza kurşun sıkmış olduk” diyerek pişmanlığını ifade edecektir.
CHP ve Erim’in sistem konusundaki yanlışlarının, on yıllık DP iktidarı döneminde siyasi tansiyonun sürekli yüksek olmasının, sonunda gerilimin askeri darbeyle sonuçlanmasının birinci sebebi sayılabilir. Çünkü çoğunluk sisteminde bir seçim bölgesinde en yüksek oyu alan partinin listesindeki bütün adaylar seçimi kazanmış sayılıyorlar; diğer listeye ve adaylara verilmiş oylar boşa gitmiş oluyor, Meclis’te adaletsiz bir tablo oluşuyordu. Oysa nisbi temsil sistemi kabul edilseydi Meclis aritmetiği daha dengeli oluşacak, hatta 1957 seçim sonuçlarına göre DP’nin tek başına hükümet kurması mümkün olmayacaktı.
14 MAYIS SEÇİMLERİ DEMOKRATİK BİR DEVRİMDİR
14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerde oy kullanım oranı %89,3 oldu. Yani halkımız iradesini ortaya koyma fırsatını çok iyi değerlendirmişti. DP oyların % 55,2 sini alarak 415 milletvekili, CHP % 39,3 oy oranıyla 69 milletvekili, Millet Partisi % 4,6 oy oranıyla bir milletvekili çıkarırken, iki de bağımsız aday Meclis’e girmişti. Sandalye sayılarının dağılımına bakıldığında, sistemden kaynaklanan dengesizlik açıkça görülüyordu. DP Meclis’in % 84’ünü, CHP % 14’ünü elinde bulunduruyordu. Yani sandıktan çıkan oy oranıyla Meclis’te temsil noktasında yaşanan bu dengesizlik on yıl süresince ileriki on yıl süresince seçimlerde de yaşandı.
Seçimlerin YSK’nın nezaretinde yapılması sonuçlara gölge düşmemesini, tartışma yaşanmamasını sağladı. O tarihten sonraki bütün seçimlerde, gerginlikler yaşansa bile yargıya güven nedeniyle kurulun ilan ettiği sonuçları taraflar saygıyla karşılayıp kabullendiler. YSK günümüze kadar seçim güvenliğinin teminatı halinde işlevini yerine getirdi.
ARAPÇA EZAN VE İRTİCA SUÇLAMALARI
22 Mayıs 1950’de toplanan TBMM’de yapılan oylamada, Meclis Başkanlığı’na Refik Koraltan, Cumhurbaşkanlığı’na Celal Bayar seçildiler. Bayar Hükümeti kurma görevini Adnan Menderes’e verdi. Menderes on yıl sonra darbeyle uzaklaştırılıncaya kadar bu görevde kaldı.
Menderes Hükümeti’nin ilk icraatı Genel Kurmay Başkanı dahil Silahlı Kuvvetler’in üst komuta kademesini tümüyle değiştirmek oldu. CHP’nin iktidarı kaybettiği anlaşılınca, bir grup generalin İnönü’yü ziyaret ederek “müdahale” teklifi yaptıkları, ancak İsmet İnönü’nün bunu kabul etmediği duyumu alınmıştı. Doğruluğu kuşkulu olsa da, Hükümet ihtiyatlı davranmış oluyordu. Aslında Atatürk’ün vefatından sonra, ordu içerisinde iktidara el koymak maksadıyla, münferit de olsa bazı girişimlerin yapıldığı biliniyordu. Bu gruplardan birinin içerisinde yer almış olan Em.Alb.Seyfi Kurtbek, seçimlerden önce Bayar ile ilişki kurmuş, Silahlı Kuvvetler’in yapısıyla ilgili bilgiler vermişti. Kurtbek Hükümette yer aldı; önce Ulaştırma, ardından kısa süre de olsa Milli Savunma Bakanlığı yaptı. Ordu içerisinde daha radikal tasfiye operasyonları yapılıp gençleştirmeye gidilmesini isteyen öneriler yaptı. Ancak Bayar ve Menderes bunu uygun bulmadılar.
Hükümetin bir diğer icraatı ezanın Arapça okunmasını yasaklayan 1932 tarihli yasayı değiştirmek oldu. DP Grubu’nda hazırlanarak Meclis’e sunulan teklif, CHP’nin de grup olarak desteklenmesi sonucu 14 Haziran’da oy birliğiyle kabul edilip yürürlüğe girdi. Toplumun çok büyük kısmının içtenlikle desteklediği Kanun değişikliği Meclis’te itirazsız kabul edilmiş olsa da, sivil-asker bürokraside, laikliğe ideolojik bir anlam yükleyen aydınlar arasında sürekli eleştirildi. İrticaya verilen bir taviz ve “karşı devrim” diye nitelendirildi. DP iktidarını devirmek üzere yapılan girişimlerin temel gerekçesi olarak kullanıldı. Oysa DP’nin Cumhuriyetin temel değerleriyle ilgili görüşleri CHP’den farklı değildi.
Bayar ve Menderes Atatürk döneminde görev yapan siyasetçilerdi. DP iktidarının özel bir din politikası olmadı. Halkın nabzını ellerinde tutuyorlar, toplumun isteklerinin eğilimlerinin gereğini pragmatik bir yaklaşımla yapmaya çalışıyorlardı. On yıllık iktidarları döneminde CHP’nin 1948’den sonra attı adımlar paralelinde açılmış olan dört İmam-Hatip Mektebinin sayısını on yedi’ye çıkardılar, Yüksek İslam Enstitüsü’nü açtılar, Diyanet İşleri Teşkilatı’nın büyük noksanı olan teşkilat kanunu çıkardılar. Ama iktidarın ezan konusundaki icraatı, devlet radyolarından belli günlerde mevlit yayınının yapılması muhafazakâr-mütedeyyin geniş toplum kesimlerinde iktidara sürekli bir itibar ve kredi sağladı. Buna mukabil ezan konusu Türk toplumunda modernleşme döneminde yaşanan halk-aydın ikileminin somut örneklerinden biri olarak sürekli tartışıldı.
ÇEVRENİN SİYASALLAŞMA HAMLESİ
DP’nin iktidara gelmesi CHP’nin temsil ettiği merkeziyetçi, otoriter, modernleşmeci ve seçkinci yönetim tarzına yönelik kitlesel bir tepkidir. Bazı siyaset bilimcileri DP’nin “Kasabalılar Hareketi” olduğunu söylerler. Partinin teşkilat omurgasında taşralı avukatların, doktorların ve tüccarların ağırlıklı, Meclis grubunun yapısı bu görüşü güçlendirir. Muhalefet döneminde çok etkili olan “Yeter söz milletindir” sloganı tek parti döneminde siyasetin dışında tutulan “çevre”nin geleneksel, kültürel ve inanç değerleriyle birlikte merkeze yöneldiğini işaret eder. Nitekim seçim sonuçlarının açıklanmasıyla bürokratik saltanat sarsılmaya başlar; yöneticileriyle birlikte kamu binalarının kapıları sıradan vatandaşlara açık hale geldi. DP’nin benimsediği liberal ve özel teşebbüsü destekleyen politika piyasaları canlandırdı. Köyden kasabaya, kasabadan büyük şehirlere doğru başlayan nüfus hareketleri, kısa zamanda ekonomi ve ticarette yapısal değişikliklere yol açtı. Şehirleşmenin hızlanmasına paralel olarak güçlenen orta sınıf, sosyo ekonomik hayatın başat unsuru haline geldi.
İktidarın ilk yıllarında, ekonomik şartlar hem yurt içinde hem de uluslararası alanda son derece elverişliydi. Üç yıl boyuncu iklim şartlarının çok uygun olmasının etkisiyle tarımsal üretimde büyük bir artış yaşandı. Türkiye geleneksel ürünlerinin yanı sıra buğday ihraç etme fırsatı buldu. Kore Savaşı fiyatları artırdığından üreticinin yüzü güldü. Tarım hızla makinalaşmaya başladı. 1949’da 4600 olan traktör sayısı 1952’de 25 bin olmuştu.
DP’nin 14 Mayıs’taki zaferinin bir rastlantı olmadığı aynı yılın sonbaharında yapılan muhtar ve belediye seçimlerinde ortaya çıktı. 600 belediye başkanlığının 560’ını DP’li adaylar kazandı. Türkiye’nin 1949’dan beri NATO’ya katılma girişimleri 1951’de sonuçlandı ve Yunanistan ile birlikte Kuzey Atlantik ittifakına katılarak Batı bloğunda resmen yer almış olduk.
02 Mayıs 1954’de katılımın % 88,63 olduğu seçimlerde DP’nin oy oranı % 56.6 milletvekili sayısı 503 oldu. CHP ise % 35.1 oy oranı ile 31 milletvekili, % 4.6 oy oranıyla CMP bir milletvekili çıkardılar. Uygulanan çoğunluk sistemi sonucu DP’nin Meclis’teki sandalye sayısının oranı % 93 olmuştu.
MENDERES VE HÜKÜMETİN ZOR YILLARI
Seçimlerde sağlanan hava ile birlikte aynı yıl DP’nin şansı dönmeye başladı. 1954 yılında yaşanan büyük kuraklık ertesi yıl da devam etti. Tarım üretimi ciddi bir krize girdi. Kore Savaşı’nın bitmesiyle fiyatların düşmesi de olumsuz etki yaptı, ihracat azaldı. Piyasalarda mal darlığı başladı, enflasyon yükseldi. Borçların kapatılması için gerekli olan dövizi sağlamak maksadıyla ABD’den 300 milyon dolara yakın bir yardım talep edildi; ancak ABD Türkiye’nin altyapı yatırımlarına, sanayileşme çabalarına sıcak bakmadığından yardıma yanaşmadı.
Hükümet bir taraftan tırmanan ekonomik sorunlarla uğraşırken, diğer taraftan partide işler karıştı. İktidar seçim başarısına rağmen tedirgindi. Basında ve öğretim üyeleri arasında hukuk ve demokrasi konularında hükümetin eleştirilmesinden rahatsızlık duyuluyordu. Bunları susturmak için kendi kuruluş ilkeleriyle bağdaşmayan, konuşma ve yazma özgürlüklerini kısıtlayan yasal düzenlemeler yapılmaya başlandı. Özellikle Kırşehir’in ilçe yapılması, Osman Bölükbaşı’nın dokunulmazlığının kaldırılıp tutuklanması parti içerisinde de tepkiyle karşılanıyordu.
DP içerisinde iktidara geldiği yıldan beri Menderes karşıtlığıyla birlikte kendilerine hak ettikleri değerin verilmediği duygusuna sahip bazı yönetici ve milletvekilleri basına “isbat hakkı” verilmemesi gerekçesiyle girişim başlattılar. Başını partinin ağır toplarından Fevzi Lütfü Karaosmanoğlu’nun çektiği 19 kişilik grup, tekliflerinin kabul edilmemesi üzerine partiden ayrıldılar. Sonradan katılanlarla birlikte 30 Aralık 1955’de Hürriyet Partisi’ni kurdular. Aynı dönemde partinin kurucularından ve önemli yöneticilerinden biri olan Fuat Köprülü yönetimi ağır şekilde eleştirerek istifa etti. CHP yeni kurulan Hürriyet Partisi ve CMP ile iktidara karşı güç birliği yapmak ve “Milli Demokrasi Cephesi” adıyla bir blok oluşturmak maksadıyla bir girişim başlattı. Üç partinin liderleri arasında yürütülen görüşmeler bir sonuca bağlanamadığından her parti seçime kendi adına girme durumunda kaldı. Hükümet muhalefetin daha fazla genişlememesi için seçimleri erkene aldı. 27 Ekim 1957’de yapılan ve çok gergin geçen seçimlerde DP’nin oyu ilk defa % 50’nin altına indi; % 48.6 oy oranıyla 424 milletvekili çıkararak yeniden iktidar olsa da önemli bir itibar kaybı yaşamış oldu. CHP’nin oyu % 41,4’e milletvekili sayısı 178’e yükselirken, CMP ve Hürriyet Partisi de 4’er milletvekili çıkardılar.
Seçim sonuçları hem CHP için hem de iktidarın mutlaka el değiştirmesi gerektiğine inanan sivil-asker aydınlar açısından tam bir hayal kırıklığına neden oldu. Ülkede bir taraftan siyasi partiler arasında kıyasıya bir yarış yapılırken Silahlı Kuvvetler içerisinde güç kullanarak yönetimi değiştirme eğilimleri yaygınlaşıyor, bu amaç doğrultusunda cuntalar oluşuyordu.
ASKERİN İSMET PAŞA TUTKUSU
Darbe girişimlerinin içerisinde yer alanların çoğu daha sonra hatıralarını yazdılar. Dolayısıyla bu faaliyetlerle her şey artık ayrıntılarına kadar biliniyor. İlk örgüt 1954 yılında iki genç yüzbaşı, Orhan Kabibay ve Dündar Seyhan tarafından kuruluyor. Bu yıl DP’nin her bakımdan en parlak dönemidir. % 58 oy oranında halk desteğine sahiptir. Tarım üretimi rekor düzeydedir. Ticaret ve ekonomi canlıdır. GSMH yükselmektedir. Enflasyon % 1-2 gibi düşük düzeydedir. Ama iki yüzbaşı bu olumlu tabloya değil, kendi görüşlerine bakarak ülkeyi felakete götürdüğüne inandıkları iktidarı devirmeye karar veriyorlar.
Bu yöndeki girişimler onlarla sınırlı kalmadı. İstanbul ve Ankara’da, aynı amaçla, ilk başlarda birbiriyle patlak veren “9 subay” olayı bu faaliyetlerin açığa çıkmasına bir fırsattı. Ancak iktidar olayı çok beceriksiz ve ciddiyetsiz tarzda yürüttü. General Cemal Tural’ın başkanlığını yaptığı askeri mahkeme, Tural’ın yönlendirmesiyle sanıkların beraatine karar verirken, bunları ihbar eden Kur.Binb. Samet Kuşçu’yu suçlu bulup cezalandırdı.
Bu dönemde çok enteresan olaylar da yaşandı. Cuntalardan birinin kurucularından olan, daha sonra 1963’teki darbe girişiminin bastırılması üzerine yargılanıp idam edilen Talat Aydemir hatıralarında, perde gerisindeki yaşananların anlatıldığı önemli bir görüşmeyi anlatır. Hükümeti 1957 seçimlerinden önce devirmek üzere karar almışlardır. Niyetlerini Faruk Ahmet Barutçu kanalıyla doğal lider olarak benimsedikleri İsmet Paşa’ya iletip izin isterler. İnönü “bunun yersiz olduğunu, seçimi kazanıp iktidara geleceklerini, mecburiyet olursa müracaat edileceğini” söyleyerek darbeyi engeller (Talat Aydemir’in hatıralarından, Syf. 44-45).
9 subay olayından birkaç gün önce, bir başka cuntanın başında olan Kur. Albay Faruk Güventürk (sonradan general oldu) ve arkadaşları yaptıkları değerlendirmede yönetime el koymaya hazır oldukları sonucuna varırlar. Ancak kamu oyunda bilinen bir isme ihtiyaç duyarlar. Milli Savunma Bakanı Şemi Ergin’i uygun bir isim olarak seçerler. Bakanın emir subayı Alb.Adnan Arabacıoğlu’da cuntadandır. Onun vasıtasıyla bakandan randevu alınır. Güventürk Bakana niyetlerini anlatır ve başlarına geçmesini teklif eder. Şemi Ergin “Ben bir kasaba avukatıyım, bu işin üstesinden gelemem” diyerek teklifi kabul etmez. Ama ne hazindir ki, ahlaken ve vicdanen inanılması zor bir ihanet örneği sergileyerek bu teklifi içinde olup kader birliği yaptığı hükümete intikal ettirme gereği duymayıp susar.
TÜRKİYE DÜZE ÇIKARKEN DARBE HAZIRLIKLARI YOĞUNLAŞIYORDU
Hükümet 4 Ağustos 1958’de radikal bir karar alarak develüasyon yaptı. Dolar 2,80’den 9 liraya yükseldi. Bu karar ilk başta bazı ürünlere zam yapılmasına yol açsa da, ekonomik ortam kısa zamanda normalleşti. Yüzde 30’a yaklaşan enflasyon önce % 19’a, ertesi yıl % 15’e indi. Avrupa ve ABD’den 359 milyon dolar kredi ve yardım sağlanması piyasaları rahatlattı.
Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) raporlarına bakıldığında on yıllık DP iktidarı döneminde ülkede önemli işlerin başarıldığı görülür. DP’nin CHP döneminin rezervlerini bilinçsizce kullandığı iddiaları doğru değildir. Çünkü Türkiye’nin 1950’de döviz rezervi yoktur, sadece 122 ton 840 kg altın rezervi, buna karşılık 916 milyon dolar borcu vardır. 1960’a gelindiğinde borç miktarı 1.038 milyon dolardır. Yani 122 milyon dolar artış vardır.
Buna karşılık yapılan yardımlarla 1950’de olmayan çok büyük bir alt yapı ve sanayi ve alt yapı tesisi kurulmuştur. 1950’de Türkiye’nin hidroelektrik tesisine sahip barajı yoktur. Buna karşılık 1960’a gelindiğinde 5 adet büyük baraj, 8 adet küçük baraj inşa edilmiş, sanayide kullanılan elektrik miktarı 509 milyon kwst’den 1752 kwst’e yükselmiştir. 5 çimento fabrikasına 9 adet daha eklenmiş, 4 şeker fabrikası da 1960’da 11 olmuştur. On yılda beş havalimanı, on bir liman, bir petrol rafinerisi (Batman), 82 hububat silosunun yanı sıra karayollarında büyük bir hamle gerçekleştirilerek 4576 km asfalt yol ve 28.624 km kışın da geçit veren karayolu inşa edilmiştir. Türk sanayiinin duayeni olan Vehbi Koç “on yılda büyük işler yapıldı. Başbakan Menderes çalışkan ve kibar bir insandı” der ve Menderes’in Henry Ford’a mektup yazarak Koç Grubu’na referans olmasını, O’nun memleket kalkınmasında partizanca davranmadığına örnek olarak anlatır.
1959’a girilirken ülkenin ekonomik şartları 1957’den çok daha olumluydu; artık düze çıkılmıştı. İktidar çevrelerinde seçimlerin erkene alınarak 1960’da yapılması konuşuluyordu. Dış politikada da önemli gelişmeler yaşanıyordu. Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında bir süredir yapılan görüşmeler sonuçlanmış, Zürih’de anlaşma sağlanmıştı. Bu anlaşmaya göre hazırlanan Kıbrıs Anayasası’nda Türk toplumunun varlığı resmen kabul ediliyor, iki toplumlu bir devlet kuruluyordu. Türkiye “garantör ülke” olarak artık Kıbrıs Türkleri’nin koruyucusu sıfatını kazanıyordu. Bu antlaşma Cumhuriyet döneminin en parlak diplomasi örneklerinden birisidir. Başbakan Menderes antlaşmayı imzalamak üzere İngiltere’ye giderken bindiği uçak, iniş yaparken kaza geçirdi. Heyetten 14 kişi hayatını kaybederken Menderes yaralı olarak kurtuldu. İlk tedaviyi takiben Türkiye’ye dönüşünde Ankara ve İstanbul’da on binlerce insan tarafından karşılandı. Halk adeta bağrına basıyordu. İtibarı tavan yapmıştı. İnönü’de karşılayanlar arasındaydı.
MENDERES HÜKÜMETİ KONTROLÜ KAYBETTİ
Ancak iktidar-muhalefet ilişkileri kısa süre sonra düzelmemek üzere bozuldu. CHP muhtemel bir erken seçimi “kader seçimi” olarak gördüğünden mutlaka kazanmak istiyordu. “İlkbahar taarruzu” adını verdikleri Genel Başkan İnönü’nün bizzat katılacağı yoğun bir gezi-propaganda programı hazırlandı. Kampanyanın Dumlupınar Zaferi’ni takiben bozgun halinde kaçan Yunan birliklerinin Başkomutanı Trikopis’in teslim alındığı Uşak’tan başlatılması anlamlı bir mesajdı. Ziyaret sırasında iki parti taraftarları arasında gerginlikler yaşandı. İsmet Paşa ve heyet kentten ayrılmak için trene binerlerken atılan bir taş İsmet İnönü’nün başına çarptı. Bu olay gerginliğin yurt sathına yaygınlaşmasına yol açtı. Olaydan sonra programın uygulandığı her yerde benzer durumlar yaşandı. Aslında tansiyonun yükselmesi CHP’nin işine geliyor, böylelikle tabanını konsolide etme imkanı sağlıyordu.
Bayar-Menderes ve DP yönetimi gerginliğin aleyhlerinde olduğunu fark edip, tansiyonu düşüreceklerine tersini yaptılar. Basının aleyhlerine dönmesini hazmedemediler. Yazma ve konuşma özgürlüklerini kısıtlayan önlemler alarak muhalefeti engelleyeceklerini sandılar. DP’nin kuruluş felsefesine ve programına aykırı olan bu siyasal anlayışı 27 Mayıs darbesine giden kapıların açılmasına yol açtı.
İktidarın bu yörüngeye girmesinin belki de esas sebebi, yürürlükteki 24 Anayasası’nın kuvvetler birliğine dayalı olması, yasaların anayasaya uygunluğunu denetleyecek bir Anayasa Mahkemesi’nin dolayısıyla yargı denetiminin bulunmayışıdır. Yasama organının çıkardığı yasaların hukuken meşruluğuna karar verecek bağımsız bir yargı organı olmadığı için iktidar tarihi bir yanlış yaptı, TBMM tarihinde yaşanmayan sertlikte cereyan eden müzakerelerden sonra “Tahkikat Encümeni (Komisyonu” kuruldu. Olağanüstü yetkiler verilen komisyon muhalefetin eylemlerini inceleyecek, bunların hükümeti devirmeye yönelik olup olmadığını araştıracak ve kararlar verecekti. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü görüşmeler sırasında yaptığı konuşmalarda, komisyonun kurulması durumunda doğacak sonuçları açıkça işaret etmişti: “Eğer bir idare insan haklarını tanımaz, baskı rejimini kurarsa o memlekette ayaklanma olur. Buna mahal vermemek için idarenin demokratik yolda olması, basın haklarının yürürlükte olması şarttır… Bu yolda devam ederseniz sizi ben bile kurtaramam… Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir haktır”
BASİRET NOKSANLIĞI DARBEYİ KOLAYLAŞTIRDI
Bayar ve Menderes’in yönettiği hükümet, durumun vahametini fark edemedi. Darbe için hazırlıklar yapıldığına ilişkin ihbarlar alınmasına rağmen bunların üzerinde ciddiyetle durulmadı, tansiyonu düşürecek adımlar atılmadı. Ali Fuat Başgil gibi basiret sahibi münevverlerin ikazlarına Bayar “Dere geçerken at değiştirilmez” diyerek uymadı. 20 Mayıs’taki Harbiye öğrencilerinin yürüyüşünden bile bir anlam çıkaramadı.
CHP tam kadroyla seferber olmuştu; başta üniversite gençliği olmak üzere taraftarlarını sokağa yönlendirmeye çalışıyordu. 28-29 Nisan’da bu plan işledi. Ankara ve İstanbul üniversitelerinde öğrencilerle polis çatıştı.
Darbe hazırlıkları yapan askeri cunta içerisinde Alb. Ekrem Acuner ve Alb. Fikret Kuytak gibi CHP üst yönetimiyle yakın ilişkisi bulunan bazı komite üyeleri darbeyi takiben İsmet İnönü ve CHP’ni iktidara getirmek istiyorlardı; başta em.Alb. Cemal Yıldırım olmak üzere partinin bazı üst düzey yöneticileriyle temas halindeydiler. Ancak ihtilal komitesinin bütüncül (homojen) bir yapısı yoktu. 27 Mayıs sabahı, Kur.Alb. Alparslan Türkeş’in radyodan bizzat yazıp okuduğu bildiride belirtildiği gibi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyasi partiler arasında taraf tutmaksızın çıkması kaçınılmaz görünen bir “kardeş kavgası” na engel olması maksadıyla bu hareketin içerisinde yer alan ve kendisi gibi düşünen bir grup da vardı. 27 Mayıs’ta “Milli Birlik Komitesi” adıyla yönetime el koyan 38 kişinin siyasi eğilimleri, fikir ve düşünce yapıları, darbeden sonra yaşananlar ayrı bir yazı konusudur.
Ancak son olarak şunu belirtmek zorundayım. Darbe sabahına kadar Başbakan Menderes’in ve DP’nin toplum desteği tükenmiş değildir. 25 Mayıs’ta İzmir’deki mitingde üç yüz bine yakın insan Adnan Menderes’i dinlemeye gelmişti. Seçimlerin 1960 yılı içerisinde adil ve dürüst bir şekilde yapılacağını, Tahkikat Komisyonu’nun kaldırıldığını 26 Mayıs gecesi Eskişehir’de değil de birkaç gün önce açıklasaydı her şeye rağmen darbeyi engellemiş olurdu. O yıl yapılacak seçimlerde de muhtemelen tekrar birinci parti olarak çıkabilirdi. Bir buçuk yıl sonra yapılan seçimlerde DP’nin siyasi devamı olan partilerin yüzde 65 oy alması, CHP’nin yüzde 35’te kalması bunu gösterir.