İslamofobi, Terör ve Türkiye

Yeni Zelanda’nın Christchurch kentindeki iki camide, cemaatten 50 kişinin şehit olduğu 40’ının yaralandığı terör saldırısı, Batı dünyasında hızla yayılan islamofobinin, göçmen düşmanlığının, ırkçılığın küresel bir teröre dönüşmekte olduğunu gösteriyor.

Brenton Tarrant katliamı anlık bir öfkenin etkisiyle yapmış değil; onu bu eyleme yönelten fanatik bir zihin dünyası, sosyal medya üzerinden yoğun ilişki kurduğu, radikal eğilimlerini paylaştığı, ideolojik görüşlerinin örtüştüğü militan bir çevresi var. Sürekli yazışarak birbirlerini kışkırtıyorlar, ortak düşman saydıkları müslüman göçmenlere karşı mücadeleyi hayatlarının amacı ve hedefi haline getiriyorlar.

Katliamdan önce sosyal medyada yayınladığı, Yeni Zelanda başbakanı dahil ülkeyi yönetenlere gönderdiği yetmiş üç sayfalık “manifesto”sunda, hangi çevrelerden esinlendiğini, ne yapmak istediğini açıkça ifade ediyor; her an bu saldırıyı yapabileceğini söylüyor. Bildirinin ilk satırının “Beyaz Yer Değiştirme” olması rastlantı değil. Bu terim ilk olarak Fransa’da radikal ırkçılar tarafından kullanıldı; ardından Avrupa’daki İslam ve göçmen düşmanı grupların ortak sloganı olarak benimsendi.

Bu gruplar, Batı (Avrupa) medeniyetinin ve kültürel yapısının, farklı bir medeniyeti temsil eden Müslüman göçmenlerin ve Türklerin nüfusunun hızla artması nedeniyle tehdit altında olduğunu iddia ediyorlar. Daha fazla gecikilmesi durumunda Avrupa halklarının hem demografik hem de kültürel olarak “yok olacaklarını”; onların yerini “aşağı, farklı ve tehlikeli” kültürlerden gelen göçmenlerin dolduracağını söylüyorlar. Devletin ve kapitalist çevrelerin, çalışan nüfusa ihtiyaç olmasından dolayı gerekli önlemleri almadığını, tersine göçü teşvik ettiklerini, bu durumun “Beyaz soykırım” anlamına geldiğini savunuyorlar. Bu komplo teorileri, Avrupa’da çeşitli adlarla faaliyet yapan neo-Nazi, ırkçı kuruluşlar tarafından benimsenmiş durumda. Bütün bu gruplar sosyal medya üzerinden yakın ilişki halindeler; müslümanlara ve göçmenlere karşı öfkelerini, nefretlerini artıran paylaşımlar yapıyorlar.

Bu akımın Avusturya’da Herder, Fransa’da Le Pen ailesi, Hollanda’da Wilden, ABD’de Başkan Trump, Macaristan’da Başbakan Orban gibi siyasi temsilcileri bulunuyor. Irkçılığın, yabancı düşmanlığının yayılıp, kitlesel taban bulması seçim sonuçlarına da yansıyor; bu eğilimdeki partiler ve siyasetçiler Avrupa siyasetinde giderek daha etkili pozisyona geliyorlar.

Birçok Avrupa ülkesinde her yıl Türklere ve Müslümanlara ait işyerleri, mesken ve kuruluşlar, camiler saldırıya uğramalarına, ölen ve yaralananlar olmasına rağmen, bunlar sıradan birer asayiş olayı gibi geçiştiriliyor; failler bilinse de ciddi bir soruşturma yapılmıyor. Etkili güvenlik önlemleri alma gereği duyulmuyor. Nitekim Yeni Zelanda’daki katliamı, başta Trump, Macron ve Putin olmak üzere, liderler ve Batı medyası terör olarak nitelendirmekten ısrarla kaçındılar.

Şarkıcı Ricky Martin, bu ironik tavrı çok veciz şekilde özetledi: “Tüm uluslararası medya Tarrant’ı saldırgan olarak nitelendirirken, ona terörist demedi. Neden? Çünkü o Müslüman değil.”

TERÖRİST BİLİNÇLİ BİR MİLİTAN

Tarrant dindar biri değil, seküler bir yapısı var; hatta kendisini Hıristiyan olarak tanımlamıyor. Ama sosyo-kültürel açıdan koyu bir ırkçı; İslam karşıtı ve Türk düşmanı. Katliamda kullandığı silahlar ve şarjörler üzerinde yazılı tarihler ve isimler bu düşmanlığın günümüze ait bir mesele olmadığını, çok derin tarihi köklerinin olduğunu gösteriyor. Ancak teröristin eğitim ve kültür seviyesinin bu tarz tarihi perspektifi yansıtacak durumda olmadığı ortada. Onu eğitenler, yönlendirenler M.S.732’de Tours’da, Endülüs Emevileri’nin Avrupa’daki ilerleyişini durduran Charles Martel’den başlayarak, asırlar boyunca Osmanlı Türkleri’ne karşı yapılan savaşlarda başarılı olan ne kadar Avrupalı asker ve yönetici varsa kronolojik bir bütünlük içerisinde saldırganın silahlarına yazarak taraftarlarına ve sempatizanlarına bir mesaj veriyorlar: “Tarihi süreçte Türklerle ve Müslümanlarla savaşıp kazanan atalarımız gibi, biz de istersek başarabiliriz.”

Tarrant manifestosunda “Tapınak Şövalyeleri” ne de kısaca değiniyor. Aynı şeyi 2011’de Norveç’te öğrenci kampına saldırıp 77 kişiyi katleden, Tarrant’ın da hayranlık duyduğu, beyaz ırkçıların idolü Anders Breivik de yapmış, “İsa’nın ve Süleyman Mabedi’nin Yoksul Şövalyelerinin 8. Yüksek Şövalyesi” olduğunu iddia etmişti. Birileri bu hasta tiplerin beyinlerini yıkıyor, gizemli ve mistik bir örgütün üyesi olduklarına inandırarak, adeta hipnotize ediyor, sahaya sürüyor. Bunu yapan “üst akıl” kimdir, kimlerdir; ortaya çıkmış değil. Çünkü olayların olduğu ülkelerde ciddi bir araştırma ve soruşturma yapılmıyor.

SENARYODA İKİNCİ PERDE

Yeni Zelanda’da da durum değişmeyecek. Bu saldırıyı planlayanlar katliamı yaptırarak oyunun ilk bölümünü tamamladılar. Tarrant tutuklandı; Nisan ayının ilk haftasından itibaren yargı süreci başlayacak. Teröristler bu süreci hazırladıkları senaryonun ikinci bölümü olarak kullanacaklar. Yeni Zelanda hukuk sisteminde cinayete en fazla 15 yıl hapis cezası verilebiliyor. Mahkeme her bir cinayet için ayrı bir cezaya hükmetmediği taktirde, Tarrant 50 şehidin kanları bile kurumadan serbest kalabilir. Türkiye müşteki sıfatıyla davaya müdahil olma hakkı bulunan saldırının mağdurlarına her türlü hukuki desteği vererek, yargı sürecinde etkili olmalıdır.

Dünya medyası doğal olarak duruşmaları yakından izleyecek, konuşulanları yayınlayacaktır. Katliamı planlayanlar bunu bildikleri için Tarrant’ı ve savunma avukatını gösteri elemanı (şovmen) olarak sahneye sürecekler, sapkın ırkçı ideolojilerinin propaganda elemanı olarak kullanmak isteyeceklerdir. Radikal akımların tarzı budur. Yaptıkları vahşi eylemi “silahlı propaganda” olarak tanımladıklarından pişmanlık duymazlar. Yargı sürecini de olabildiğince bu maksatla kullanmaya çalışacaklar. Tarrant’ın ağzından verecekleri mesajları, İslam ve göçmen düşmanlığını Batı toplumlarının ortak meselesi olarak benimsenmesine katkı sağlayacağını hesaplıyorlar. Duruşma hakiminin mahkeme salonunun tiyatro sahnesine çevrilmesine, ırkçı-fanatik gösterilere müsamaha göstermemesi gerekiyor.

AVRUPA’DA AŞIRI SAĞ SİLAHLANIYOR-NE İÇİN VE KİME KARŞI?

Yeni Zelanda’daki katliamın hemen ardından, Belçika İstihbarat Servisi önemli bir rapor yayınladı. Raporda “Beyaz yakalı aşırı sağ”ın yükselişe geçtiği “aşırı sağ”ın silahlanma eğiliminde olduğu, söz konusu grupların Nazizme sempati besledikleri ve “şiddet kültürü”nü benimsedikleri belirtiliyor. Ayrıca bu grupların liderlerinin, militanlarına ateş etme eğitimi almalarını, yasal yahut yasal olmayan yollardan silah edinme çağrısı yaptıkları ifade ediliyor. Özellikle eğitimli gençler arasında rağbet gören bu eğilimlere örnek olarak, Fransa’da “Kimlikçi Nesil”, Almanya’da “Alman Kimlikçi Hareketi” gösteriliyor. Bu grupların medya aracılığıyla söylemlerine dikkat çekmeye, taraftar bulmaya çalıştıkları belirtilerek, yeni aşırı sağcıların “Avrupa Hıristiyan Kimliğinin” savunuculuğuna soyunduklarına dikkat çekiliyor.

Belçika istihbaratının Avrupa’daki fanatik ırkçı hareketlerle ilgili tespitlerinin, Avrupa’ya has bir olgu olmadığı, bir zincirin halkaları gibi eklemlenerek okyanus ötesine uzandığı ortada; Yeni Zelanda’daki katliam bunun somut örneğidir. Dünya’da huzur ve barış olmasını isteyen sağduyu sahibi herkesin, inançları ne olursa olsun, insanlığın nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu görmesi gerekiyor.

Yıllarca önce ideolojik çatışmaların yerini “Medeniyetler Çatışması”nın alacağını, dinler arasındaki rekabetin buna zemin oluşturacağını öne süren Hundington’un iddiaları, küresel planda yaşanan gerginliklerle bir bakıma gerçeğe dönüşüyor. Yeni Zelanda katliamını planlayıp yaptıranların, bu korkunç saldırının Müslümanların tepkisine neden olacağını, bir nevi kan davası haline geleceğini düşünmemeleri mümkün değil. Tablo çok net; birileri gerilimin tırmanmasını, Müslümanlarla Hıristiyanların çatışmasını istiyor. Bunu başarabilirlerse yaşanacak kaos ortamında, Nazizim’den mülhem ideolojilerine kitlesel destek bularak, iktidara geleceklerini, radikal-ırkçı politikalarını hayata geçireceklerini umuyorlar.

AYNAYI KENDİMİZE TUTMALIYIZ

Batı dünyasını islamofobi üzerinden tehdit eden ideolojik hastalıkların bir başka türü İslam dünyasında yaşanıyor. Özünde bir ilim ve irfan medeniyeti olan İslam medeniyeti, ortalama üç yüz yıldan bu yana, bu özelliğinden uzaklaşmış, ışıltısını yitirmiş durumda. Müslümanların dünya siyasetine yön verdikleri dönemlerde, bilginin, yeniliğin, ilmin merkezi durumunda olan İslam dünyasını koyu bir cehalet ve taassup bulutları kaplamış bulunuyor. 1,6 milyar Müslüman’ın %55’i okuma-yazma bilmiyor, ama pek çoğu Kuran-ı Kerim’i ezberden okuyabiliyor ve bunu yeterli buluyor; anlamı üzerinde düşünmeye gerek görmüyor. Müslümanların hayatında okuma, ilim tahsil etme, araştırma, sorgulama, bilimsel tartışma itibar görmüyor. Bunların yerini çoktandır Ehl-i sünnet, ehl-i bid’at, ehl-i hak, ehl-i dalâlet ayrıştırmalar, tekfir suçlamaları almış durumda.  Batı’nın bilimsel ve teknolojik üstünlüğü karşısında kendi yanlışlarımızı görüp düzeltmek yerine, sorumluluğu başkalarında arıyoruz. İslâm dünyasına egemen olan cehalet iklimi ve tekfirci gelenek, El Kaide, IŞİD ve türevleri örgütlerin üremesine yol açtı. Emperyalist küresel güçler bunları maşa olarak kullandı. Benimsedikleri şiddet yöntemiyle radikal cihadist eylemlerle İslâm’a ve Müslümanlara büyük zarar verdiler. İslamofobinin bu derece yaygınlaşmasının sebeplerinden biri, bu güruhun İslâm adını kullanarak yaptıkları terörist girişimlerdir. Küresel istihbarat merkezleri bunları bir yere kadar kullanıyor, işleri bitince fırlatıp atıyor. İslâm’ın barış dini olduğu, adil ve ahlâkî bir nizamı temsil ettiği ne kadar doğruysa, İslâm dünyasında Kur’an ahkamıyla bağdaşmayan hastalıklı, fanatik grupların bulunduğu da bir gerçektir. İslamofobi tehlikesine, Türk ve Müslüman düşmanlıklarına karşı mücadele ederken, bu gerçeği yeri geldiğinde açıkça ifade etmekten, İslâm’a ve Müslümanlara büyük zararlar veren, cahiliyetten kaynaklanan kanlı eylemlerini kınamaktan çekinmemeliyiz. Taassubun her türlüsüne karşı olduğumuzu belirtmeliyiz.

ZİHNİYET SORUNU ÜÇ YÜZ YILDIR DEĞİŞMEDİ

En mükemmel kültür ve medeniyetin kendilerininki olduğuna adeta iman eden hegemonik ve kibirli Batı zihniyetine karşı, ayakta kalmak, ezilmemek için, öncelikle eğitim kalitemizin, bilimsel ve teknolojik seviyemizin, hukuk sistemimizin onlarınkinden daha geride olmaması gerektiğini görmek zorundayız. Dünya nüfusunun dörtte birini (1,6 milyar) Müslümanlar oluşturuyor. Üç yıl önce yapılan bir araştırmada dünya genelinde yazılan 3 milyon 11 bin bilimsel makalede, İslâm İşbirliği Teşkilatı’na üye ülkelerin payının % 6,7 olduğu görülüyor. Bilim alanında, akademik dünyada uzun yıllara dayalı bu yetersizlik, doğal olarak siyasete ve ekonomiye de yansıyor. Sonuçta İslâm dünyası hegemon güçlerin hüküm sürdüğü, kaynaklarını yağmaladığı sömürü alanı olmaktan kurtulamıyor. Aydınlanma dönemiyle birlikte hızla sekülerleşen Batı ve Avrupa için “Haçlılık” terimi 16.yüzyıla kadar ki özelliğiyle, Hıristiyan inancını değil, siyasi tutumu, emperyal vizyonu ifade ediyor. Gücünü bilimsel ve teknolojik, dolayasıyla askeri üstünlüğünden alıyor, “Ey Haçlılar, hadi gelin, bekliyoruz. Size atalarınıza yaptığımızı yaparız” tarzındaki hamasi meydan okumalar, kitlelerin duygularını okşayabilir, iç siyasette bu söylemlerin karşılığı olabilir; ama reel bir sonucu asla olamaz. Bir “beka” meselesi varsa kaynağını, 16 bin km. uzaktan şizofrenik bir teröristin hezeyanlarında değil, Batı ile rekabette sürekli geride kalmamıza neden olan bilim zihniyeti, eğitim sistemi ve rasyonel politikalar gibi konulardaki eksikliklerimizde aramalıyız.

BAŞBAKAN ARDERN: ÖRNEK BİR KİŞİLİK, ÖRNEK BİR POLİTİKACI

Yeni Zelanda, Başbakanı ile, parlamentosu ile, halkının genel tavrı ile teröre ve teröriste nasıl davranılması hususunda “ders” niteliğinde bir tavır sergilediler.

Başbakan Ardern, “Saldırının amacı hükümetimizi yıkmaktır, bu bekamıza yönelik bir saldırıdır” gibi hamasi söylemler yerine, “Müslüman katliamcısı terörist bizden değildir, onun öldürdükleri kurbanlar bizdendir” diyerek saldırıya uğrayan camilere gitti, mağdurların acılarını paylaştı. Ülkedeki bütün dinlerin temsilcileri Başbakan Ardern ile birlikte Meclis’e girdi. Başbakan konuşmasına “Esselamun Aleyküm” diyerek başladı ve “O teröristin adını bile anmayacağız; sizden ricam da budur, ismini bile anmayın. O teröristin yerine hayatını kaybedenlerin isimlerini söyleyelim” çağrısı yaptı. Federal Meclis’te Kuran-ı Kerim’den bu tarz musibetlere karşı nasıl davranılması gerektiğini bildiren ayetler okundu.

Başbakan Ardern konuşmalarıyla, tavrıyla teröristlerin toplumda korku ve dehşet uyandırarak psikolojik olarak teslim alma taktiklerini çökertmiş oldu. Yeni Zelanda halkı camilerin bulunduğu sokakları çiçek bahçesine çevirerek, mumlar yakıp dua ederek tepkilerini gösterdiler. Bu tablo Batı toplumlarında İslamofobinin, Müslüman düşmanlığının nüfuz edemediği kesimlerin de bulunduğunu göstermesi açısından çok anlamlıdır. Batı dünyasında sadece İslam ve Türk düşmanı, neo-Naziler, beyaz ırkçılığa dayalı Hıristiyan radikalizmi ve onların temsilciliğini yapan siyasetçiler değil, Jacinda Ardern gibi şahsiyetli yöneticilerin, Yeni Zelanda halkı gibi insani, demokrat ve sağduyu sahibi kesimlerin olduğunu da görmeliyiz. Dini inanışlar üzerinden “medeniyetler kavgası”, “Hıristiyan – Müslüman çatışması” çıkarmaya çalışan ırkçı-radikallere karşı mücadele etmenin yolu ve yöntemi bellidir. Medeni dünyanın benimsediği hukuka bağlı devlet, adalet, demokrasi gibi değerler, bunların teminatı olan bağımsız ve tarafsız yargı gibi unsurlar hangi inanıştan ve siyasi görüşten olursa olsun, değişik ülkelerdeki insanların birlikte hareket etmelerine zemin hazırlar; karşılıklı güven duygusu oluşturur. Dünya’da huzur ve barış, radikal akımlarla mücadele, uluslararası camiada bu değerler üzerinden yapılacak iş birliği ve dayanışmayla sağlanabilir.