KERKÜK KATLİAMI BİR İNSANLIK SUÇUDUR, SOYKIRIMDIR
14 Temmuz, Kerkük katliamının yıldönümü. 14 Temmuz 1959 tarihinde başlayan ve üç gün üç gece devam eden katliamda, onlarca Irak Türkü vahşice katledildi, yüzlercesi yaralandı; Türklerin evleri, iş yerleri yağmalandı. Şehitler, arabaların arkasına bağlanarak sokaklarda sürüklendikten sonra direklere asıldılar; bazıları ters yönlere giden arabaların arkasına bağlanıp parçalandı. Kerkük sokakları, meydanları üç gün boyunca Türklerin kanıyla kırmızıya boyandı. Bu vahşete dayanamayıp çıldıran Türkler vardı.
Bu katliamın ilk işaretleri, on bir yıldır Rusya’da sürgünde olan Mustafa Barzani’nin 1958 Ekim ayında Irak’a dönmesiyle ortaya çıkmaya başlamıştı. 14 Temmuz 1958‘de yapılan darbeyle Irak’ta yönetime el koyan Abdülkerim Kasım, Sovyetler Birliği ile sıcak ilişkiler kurmuştu; komünistlere güveniyor, iş birliği yapıyordu. Bunun sonucunda, Irak Komünist Partisi kısa zamanda “halk komiteleri” adıyla paramiliter örgüt kuracak derecede etkili hâle gelmişti. Barzani ise, Moskova ile işbirliği yaparak özerk bir Kürdistan kurmayı amaçlıyordu. Irak Türkleri, hem Barzaniciler hem de komünistlerin nazarında yok edilmeleri gereken hedef konumundaydı.
Barzani, 22 Ekim’de Kerkük Askerî Havaalanı’na inip Süleymaniye’ye giderken ve iki gün sonra dönerken taraftarlarıyla beraber geçtiği kent merkezinde tam anlamıyla gövde gösterisi yaptı. Konvoyunun geçişi sırasında Türklere ağır hakaretler, iş yerlerine saldırılar yapıldı; çekip gitmelerini isteyen sloganlar atıldı. Bu tahrikler sonucu gerginlik hızla tırmandı. Aslında o sırada Kerkük’teki 2’nci Tümen Komutanı olan General Nazım Tabakçalı, durumun vahametini, Barzani‘nin neyin peşinde olduğunu görüyordu. Bu durumu anlatan iki raporu Bağdat’ta, A. Kasım’a göndererek acilen önlem alınmasını, aksi hâlde vahim olaylar yaşanacağını, Tümenindeki Kürt subayların yerine acilen Arap subayların tayininin gerekli olduğunu belirtmişti. Ancak Bağdat Yönetimi, bu ikazlara duyarsız kaldığı gibi tersini yaptı; 1959 Mart ayında, Tümen komutanının yerine Barzani’nin istediği sol eğilimli birini getirdi. Bu generalin eliyle Türk aydınlarına, kanaat önderlerine yönelik operasyon başlatıldı. Yüzlerce Türk aydın, kent dışına sürüldü yahut hapse atıldı. Türklerin ev ve iş yerlerine girilerek silah araması yapıldı, onların silahlı bir direniş yapacak durumda olmadıklarını böylece anlamış oldular.
14 Temmuz darbesinin yıl dönümü töreni için Kerkük’te büyük hazırlık vardı. Irak Türkleri, törene geniş şekilde katılmaya hazırlanıyorlardı. Ancak o günlerde ilginç bir gelişme daha oldu. Kent dışından çok sayıda Kürt grupları Kerkük’e gelmeye başladı. Oysa o zamana kadar Kerkük’te çok az Kürt vardı; nüfusun çoğunluğunu dokuz asırdan beri olduğu gibi Türkler oluşturuyordu.
Tören, havanın nispeten serinlediği akşam saatlerinde başladı. Yürüyüş konvoyunda özel kıyafetli Komünist Partisi militanlarıyla Kürt milisler ön sıralardaydılar. Türklerin oturduğu kahvehanenin önünden geçilirken aniden silahlarını çıkararak burayı taramaya başladılar. Kerkük, bir anda Kürtlerin ve komünistlerin önceden planlı şekilde hazırladığı kanlı bir terörle karşı karşıya kaldı. Sözde sokağa çıkma yasağı ilan edildi, ancak yasak sadece Türklere uygulanıyordu. Kent tam anlamıyla komünist ve Kürt grupların kontrolüne geçmişti. Türklerin evleri, iş yerleri basılıyor; çocuklarının gözleri önünde işkence yapılarak şehit ediliyor; bunlarla yetinilmeyerek cesetleri, araçların arkasına bağlanıp sürükleniyordu.
Kentten dışarıya çıkmayı da yasaklamışlardı. Ancak Yarbay Abdullah Abdurrahman çıkmayı başardı; süratle Bağdat’a gidip ilgililere durumun vahametini anlatarak acilen müdahale gerektiğini anlattı. Fakat Kasım yönetiminin gönderdiği askerî birlik, iki gün sonra gelebildi. Böylece kadim bir Türk kenti olan Kerkük 14, 15 ve 16 Temmuz günlerinde insanlık tarihinde ender görünen korkunç bir katliamı, yağmalamayı, vahşeti yaşamış oldu.
Saldırganların öncelikli hedefi, Irak Türkü liderler ve aydınlardı. Onları yok ederek Türkleri daha kolay ezeceklerini, asimile edeceklerini hesaplıyorlardı. Irak Türklerinin büyük saygı duyduğu, bağlı olduğu Ata Hayrullah ile kardeşi Dr. İhsan Hayrullah'ı insanlık dışı işkenceler yaparak şehit ettiler. Mehmet Avcı, Selahattin Avcı ve Kasım Nefçi gibi onlarca Türk aydına aynı vahşeti uyguladılar.
Dünya kamuoyu, Kerkük’te neler yaşandığını uzun süre tam olarak öğrenemedi. Bağdat yönetimi, olanları basit bir olay gibi yansıtmaya çalışıyordu. Ama esas hazin olan, Türkiye’nin yapılan katliama gereken tepkiyi göstermemesidir. Dış işlerimiz, 25 Temmuz’da Bağdat yönetimine “endişelerini” iletebiliyor; onlar da mutat diplomatik cevabı verip durumun kontrol altında olduğunu bildirerek meseleyi geçiştiriyordu.
Katliamdan kısa bir süre sonra okumak üzere Ankara’ya gelen rahmetli Nejdet Koçak başta olmak üzere olayların içinde yaşayanlar fotoğraflarla, belgelerle Türk kamuoyunu aydınlatmaya başladılar. Tabloyu bütün boyutlarıyla öğrenince dehşete kapıldık. Tepkiler çoğalınca hükûmet endişelendi ve Ekim ayında, bu konudaki haber ve fotoğraflara yayın yasağı getirdi. Sonuçta bu katliamı yaşayan Irak Türkleri ve onların acılarını paylaşan Türkiye’deki milliyetçiler, acılarıyla baş başa kalmış oldular; bu vahşetin siyasi hesabı, yapanlardan sorulamadı.