KORKU TÜNELİ GİBİ BİR SONBAHAR VE KIŞA DOĞRU

Batı karşısında siyasi ve askerî üstünlüğümüzü kaybetmeye başladığımız, bilim ve teknolojide, eğitimin kalitesinde dünyadaki gelişmelerin dışında kaldığımız dönemlerden beri kültürümüzün parçası hâline gelen bir alışkanlığımız var: Devlet hayatında, kamusal alanda yapılan icraatın, alınan kararın, atılan adımın yanlış olduğunun ortaya çıkması durumunda yetkililer sorumluluğu üstlenmek, başarısızlığı kabullenmek istemezler. Yanlışı yapanlar bir anda buharlaşıp kaybolduğundan kimse hesap vermez; olay, “faili meçhul” dosyası kategorisinde etkisini fiilen sürdürse de toplumun hafızasında gündemden düşer.

Bu tablo, hayatın her alanında, iç ve dış politikada, ekonomide, tarımda, çevre meselelerinde, sağlıkta, eğitimde, terörle ilgili konularda hep aynıdır. Mesela Doğu Akdeniz’de niye tek başımıza kaldık, Mısır ile hangi konuda çıkar çatışması yaşadığımız için hasım hâline geldik, İsrail ile ilişkilerimiz daha farklı bir kulvarda, karşılıklı çıkarlara dayalı tarzda yürütülemez miydi? Suriye merkez yönetiminin etkisiz kalması durumunda oluşacak boşluktan kimlerin yararlanacağını önceden görüp adımlarımızı buna göre ayarlamak çok mu zordu? Akademik alt yapı hazır olmadan, orta öğretimde kalite yükseltilmeden üniversite sayısının artırılmasının gençlerimizin zekâ ve kabiliyetini körelteceğini, bilim ve teknolojide gelişmemizi engelleyeceğini neden düşünmedik? İttihatçıların büyük savaş sırasında, Mustafa Kemal’in Erken Cumhuriyet Dönemi’nde “millî ve yerli sanayi” ihtiyacını, “yerli malı ürün”ün önemini görüp ellerindeki imkânları bu alanlara yönlendirmeleri gibi tecrübelerimiz olmasına rağmen kaynaklarımızı niçin ithalat ve inşaat alanlarında tükettik? Tamam, Osmanlı’dan devraldığımız, “dış güçler” diye tanımlanan geleneksel bir sorunumuz var. Dışarıdan destek alamadığımız, tersine çoğu kere engellendiğimiz, kendi yağımızla kavrulmaya çalıştığımız doğru ama yaşanılan her olumsuz olayın bundan kaynaklandığı iddiası, fazla bir abartma hatta bazen vehim olmuyor mu? Bu konularda kendi yanlışlarımızı yok saymak, sorumluluktan kaçmak değil mi? Yapılan yanlışın düzeltilebilmesi için evvela bunu görüp kabullenmek gerekmiyor mu?

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın 2 Eylül 2020 tarihli açıklamasını duyunca onun adına üzüldüm. Konumu gereği, Prof. Dr. Mehmet Ceyhan gibi bazı saygın bilim insanlarının salgın konusunda “Kontrolü kaybettik.” diyerek yaptıkları durum tespitine benzer bir açıklama yapamıyor; gerçeği aslında herkesten daha iyi biliyor. Salgın tablosunun Haziran ayı başından bu yana olumsuz bir seyir izlemesinin nedenlerini içeriden görüyor. Ama belli ki bunları engelleyemiyor, insanlara sadece maske ve mesafe hatırlatmasını yaparak herkesin kendi önlemini almasını tavsiye ediyor.

Mayıs 2020’de, vaka sayısının yaz ortalarında yüzün altına ineceği tahminleri yapılırken, hastanelerin yeterli olduğu ifade edilirken “Salgın, nasıl oldu da kontrolden çıktı?” sorusuna doğru cevap vermekten kaçınıldığı sürece tablonun iyileşmesi aylarca mümkün olmaz. Bu habis illetin altında, hep birlikte daha uzun süre ezilip kalırız. Toplumun bir kesiminin önlemler konusunda gereken özeni göstermediği, hatta bazılarının “Bana bir şey olmaz!” inancıyla sorumsuz davrandığı, alışkanlıklarını bırakmaya yanaşmadığı, süreç uzadıkça herkeste bıkkınlık ve yorgunluk baş gösterdiği doğrudur. Ama bir başka gerçek, yetkililerin yani Hükûmet’in karar vermekte çok defa geç kaldığıdır. Yasaklamalar tepkiye yol açabilir ve siyasi sonuçları olabilir endişesiyle zabıta, etkili şekilde kullanılmıyor; denetimler son derece gevşek tutuluyor. Düğünler, nişanlar, cenazeler, taziyeler, lokanta ve pastane gibi yerler hatta asker uğurlamalarıyla ilgili söylenenler sözde kalıyor; herkes bildiğini yapıyor.

Ayasofya’nın açılışında içeriye alınanlarla yetinilmemesi, çoğu toplu taşım araçlarıyla gelen yüz binlerce insanın meydanda toplanması; Zafer Bayramı mütevazı bir törenle kutlanırken başka birçok açılış ve kutlamanın büyük kalabalıklarla yapılması doğru olmamıştır. Prof. Ceyhan, aylardır test sayısının yüz bini geçmesi gerektiğini, mesai saatlerinin kademeli düzenlenmesini, toplu taşım araçlarının; pastane, AVM ve lokanta gibi yerlerin denetlenmesini ısrarla ifade ediyor. Bakanlık, üç aydan fazla bekledikten sonra nihayet bu sayıya ulaştı; diğerlerinde ise karar, yerel yönetimlere bırakılmış görünüyor.

Salgın, bütün dünyada ağır bir sorun olmayı sürdürürken Türkiye’nin tek başına bunun altından kalkması elbette mümkün değil. Ancak birçok Batılı ve Uzak Doğulu ülke, etkili önlemler alarak, ciddi denetimler ve testler yaparak, uzmanların ve bilim insanlarının önerilerini dikkate alan uygulamalarla vaka sayılarını yüzün altına indirmeyi başardı. Haziran ayı başında, bizim hedefimizin de bu olduğu söyleniyordu ama tablo ortada. Onlar bunu nasıl başardı, biz niye korku tünelinde sonbahar ve kışa giriyoruz? Okullar konusunda bocalayıp duruyoruz; sağlık sistemimizde giderek artan sorunlardan, vaka sayısının daha da artmasından, sistemin çökme ihtimalinden haklı olarak endişeliyiz.

Millet ve ülke olarak çok çetin geçeceği anlaşılan bir mevsime girerken herkesin sorunun ciddiyetinin, tehlikenin büyüklüğünün ve sorumluluğunun farkında olması gerekiyor. Bu, yüz yılda bir yaşanabilecek çok özel bir dönem. Siyasi hesaplar, popülist gösteriler, şahsi duygulara dayalı tercihler ve alışkanlıklar mutlaka bir kenara bırakılmalı; yanlışların tekrarından kaçınılmalı; bilimsel doğrulara, uzmanların dediklerine ve alınan önlemlere titizlikle uyulmalıdır. Aksi takdirde hepimizin canı çok yanar, çok acı çekeriz.