KIBRISLI SOYDAŞLARIMIZ TARİHÎ BİR KARAR ARİFESİNDE

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde geçen hafta yapılan ve adaylardan hiçbirinin yeterli çoğunluğu sağlayamaması sebebiyle sonuçlanmayan Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nin ikinci turu, bu pazar günü yapılacak. İlk turda, UBP adayı Başbakan Ersin Tatar yüzde 32.4 oy almış; şimdiki Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’dan üç puana yakın küçük bir farkla birinci olmuştu. 190 bin kadar kayıtlı seçmenin bulunduğu KKTC’de, seçime katılım yüzde 52 gibi düşük bir seviyede kalmış; halkın neredeyse yarısı sandığa gitmek yerine, sonbaharın bütün güzelliğiyle hüküm sürdüğü Ada’da mevsimin tadını çıkarmayı tercih etmişti.

Oysa bu seçim, devlet protokolünün bir numarasının belirleneceği sıradan bir siyasi tercih değildir. Doğu Akdeniz’de hem bölge ülkelerinin hem de küresel güçlerin arasında eskiden beri hüküm süren rekabet, çoğu Kıbrıs ve çevresindeki deniz altında bulunan doğalgaz yataklarından ötürü alevlendi. Yunanistan ve GKRY’nin başını çektiği, başta Fransa olmak üzere AB ve ABD‘nin desteklediği, amacı yeni bir “bölge jeopolitiği” oluşturmak, Türkiye’nin karasularından dışarı çıkmasını engellemek olan, İsrail ve Mısır’ın da içinde bulunduğu bir blok kuruldu. Türkiye, uluslararası ilişkilerin sağlıklı yürütülmesinin “olmazsa olmazı” adalet, eşitlik ve hakkaniyet gibi ilkeleri yok sayan bu girişimlere doğal olarak karşı çıkıyor. Libya UMH ile yaptığı Deniz Yetki Anlaşması, karasularında ve Kıbrıs’ın kuzey bölgesi açıklarındaki sondaj faaliyetleri Türkiye’yi ve KKTC’yi yok sayan, iyi niyetten yoksun bu politikayı geçersiz kılmayı amaçlayan girişimlerdir.

Kıbrıs Adası, coğrafi konumundan dolayı tarih boyunca her dönemde bölgede egemenlik iddiası bulunan ülkelerin hedefi olmuştur. Lala Mustafa Paşa’nın başında olduğu Osmanlı ordusu, Venediklilerle iki yıl süren bir muharebeden sonra Ada’yı, 1571 yılında fethetti. Dönemin en güçlü ve etkili emperyalist ülkesi olan İngiltere, Rusya karşısında 1877-78 savaşını kaybetmemiz üzerine toplanan Berlin Konferansı’nda, çok müşkül durumda bulunan Osmanlı Devleti’ne destek vaadi ve bir miktar para karşılığında Kıbrıs Adası’nın “geçici bir süre” kendisine kiralanmasını sağladı. Burası, Londra’nın Asya‘daki sömürgelerle irtibatı açısından kritik bir güzergâhtı. Lozan Konferansı’nda İngiltere Baş Delegesi Lord Curzon, gündemde açıkça belirtilmemiş olmasına rağmen Kıbrıs’ı müzakere konusu yaptı ve İsmet Paşa’nın itirazına fırsat bırakmadan görüşme tutanağına, mülkiyetini devraldığı anlamına gelen kısa bir cümle eklettirdi. İsmet Paşa, Ada’nın statüsü Misak-ı Millî’de yer almadığından bunu mesele yapmamayı tercih etti. Kıbrıs’ı gözden çıkarmış olduğumuzdan, istemeleri hâlinde Ada’daki soydaşlarımıza Türkiye’ye gelmeleri için kapıları açtık; işlemlerini kolaylaştırdık. Bunun sonucu olarak 30’lu yıllarda millî ve dinî hassasiyeti yüksek binlerce Türk aile Türkiye’ye göç etti; o yıllara kadar lehimize olan nüfus dengesi, Rumların lehine bozuldu.

50’li yıllara girilirken Ada’daki Rumlar arasında, milliyetçi damar harekete geçti; Atina’dan da destek bulan “Enosis”çi girişimler başladı. Bu sırada Dışişleri Bakanı olarak görev yapan Necmettin Sadak, arkasından iktidarın değişmesiyle bu görevi üstlenen Prof. Dr. Fuat Köprülü, Kıbrıs konusunun Türkiye’nin gündeminde bulunmadığını açıkça belirttiler. Fakat kısa bir süre sonra, o yıllarda Türkiye’nin tirajı en yüksek gazetesi olan Hürriyet ve sahibi Sedat Simavi, konuyu ele alınca durum değişti. Rumların Ada’yı Yunanistan’a bağlayan girişimleri, Türkiye’de özellikle gençler arasında tepkilere yol açtı. “Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacaktır!” sloganları yaygınlaştı. Yunanistan ile ilişkilere büyük önem veren, hatta Atina’yı gücendirmemek için 1953’te, İstanbul’un fethinin 500. yılının büyük törenlerle kutlanmasına izin vermeyen DP Hükûmeti, giderek artan kamuoyu baskısının da etkisiyle Kıbrıs konusunu millî bir mesele olarak benimseyip programına aldı. Rumların silahlı çeteler kurmasıyla birlikte soydaşlarımıza yönelik muhtemel bir katliam ve yoğunlaşan şiddet olaylarını engellemek maksadıyla Ada’da, “Türk Mukavemet Teşkilatı” kuruldu. İngiltere’nin öncülüğünde Türkiye ve Yunanistan’ın katılımıyla Zürih’te üçlü görüşmeler başladı. Türk heyetinin başkanlığını Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu yapıyordu. Millî hassasiyeti yüksek, vatanperver bir insan ve usta bir diplomattı. Bayar ve Menderes kendisine güveniyor, her türlü desteği veriyorlardı. Bir yıl kadar süren ve çok çetin geçen görüşmeler üç ülkenin Londra-Zürih Antlaşması adıyla anılan ve uluslararası bir anlam taşıyan anlaşmayı imzalamalarıyla sonuçlandı. Kıbrıs Rumlarının liderliğini yapan Başpiskopos Makarios, bütün çabalarına rağmen anlaşmayı engelleyemedi.

Londra-Zürih Antlaşması, diplomasi tarihimizin en büyük birkaç başarısından biridir. Ne yazık ki bu başarının mimarlığını yapan, dönemin Başbakanı Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, 27 Mayıs Darbesi üzerine Yassıada’da kurulan sözde mahkemede yargılandılar; siyasi tarihimizde en hazin olaylardan biri olarak yer alan, bugün artık hemen herkesin hukuk adına utanç verici olarak nitelendirip kınadığı bir kararla idam cezasına çarptırılıp asıldılar.

1959 yılında imzalanan anlaşmayla, sadece masadaki muhataplarımız değil, belki de bütün Batı dünyası, yakın tarihte pek örneği görülmeyen bir durum yaşadı; muhtemelen ne anlama geldiğini fark etmeden Türkiye’nin millî tezini kabul etmiş oldular. Anlaşma hükümlerine göre Kıbrıs’ta Türklerin eşit haklara sahip olduğu, veto haklarının bulunduğu, Başkanlığın dönüşümlü olarak paylaşıldığı ikili bir yönetim kuruluyor; üç ülke “garantör devlet” sıfatıyla anlaşmanın yürütülmesini sağlıyor; Türk ve Yunan askerleri, “gözlemci kuvvet” olarak Lefkoşe’ye konuşlanıyordu. Rum tarafı, bu anlaşmanın Enosis’i imkânsız kıldığını kısa zamanda anlayıp caymaya çalışsa da imzalarını geri almaları mümkün olmadığından başarı sağlayamadılar. Silahlı baskı ve zorbalık yaparak hatta saldırılar düzenleyerek Türkleri korkutup sindirmeye, yerlerinden ayrılmaya, Ada’yı terk etmeye zorlasalar da Türkiye, soydaşlarımızı yalnız bırakmadı. Sonunda Rumlar radikal bir girişim yaparak Ada’yı Yunanistan’a bağlamaya kalkışınca Londra-Zürih Antlaşması ile sahip olduğumuz “garantör ülke” statümüzü kullanıp Kıbrıs’a çıktık. Ada’daki askerî birliğimiz, 46 yıldır Kıbrıs Türklerinin güvenliğini sağlıyor. Bu zaman zarfında Türkiye’deki bütün hükûmetler, soydaşlarımızın maddi ihtiyaçlarını karşılamaya çalıştı. Batı dünyası, Rumları Ada’nın sahibi ve meşru yöneticileri olarak gördüğünden, Türklerin hukuki, siyasi ve kültürel hak taleplerini kabul etmekten ısrarla kaçındı. Maksatları katı bir ambargo uygulayarak Türkleri bunaltıp çaresiz bırakmak, bu taleplerinden vaz geçerek Rum yönetimine tabi olmaya razı etmekti.

Aslında Kıbrıs Türklerinden millî kimlik ve kültürel haklar konusunu fazla önemsemeyen, kendisini Batı’ya ve özellikle İngiliz kültürüne yakın gören, solcu eğilimleri öne çıkan, çoğunluğunu okumuşların oluşturduğu bir kesim, Rumlara her türlü tavizi vermeye razıydı. Uzun yıllar İngiliz yönetiminde yaşayan, eğitimin onların hazırladığı müfredata göre yapıldığı okullarda okuyan, Türkiye'den bu konularda ciddi bir destek alamamış olan Türkler arasında, bu tarz sorunların olmasını yadırgamamak gerekir. Türkiye’de, özellikle üniversitelerde solculuğun etkili olduğu 70’li yıllarda okumaya gelen Kıbrıslı öğrencilerin çoğu, bu fikirleri benimsemiş olarak döndüler; 74’ten sonraki yönetim yapılanmasında, ağırlıklı olarak yer aldılar. KKTC’de öğretmen sendikalarında, solcu görüşte olanlar çoğunluktadır ve eğitim, bunların isteğine göre düzenlenmektedir. Rahmetli Rauf Denktaş, çok istemesine rağmen bu çemberi kırıp eğitime millî bir muhteva kazandıramamıştı; 2003’te ATO Meclis’i olarak destek amacıyla Kıbrıs’a gittiğimizde, bu duruma ne kadar fazla üzüldüğünü kendisinden dinlemiştim.

Sadece Kıbrıs’taki sol ve kozmopolit kesim değil, Türkiye’deki solcular ve liberaller de Türk Güvenlik Güçleri’nin Ada’da olmasından rahatsızlar. Türkiye’nin Kıbrıs’a karışmamasını, oradaki Türklerin tercihlerini kendilerinin yapmasını, Rumlara istedikleri tavizleri verme pahasına bir anlaşma yapılmasını istiyorlar. Bunun kalıcı bir barış sağlayacak, sorunu çözecek en makul yol olduğuna inanıyorlar. Pazar günü sandık başına gidecek olan Kıbrıs Türkleri, tarihî bir tercih yapacaklar. AB, ABD ve Rumlar, Mustafa Akıncı‘nın kazanmasını çok istiyorlar. O da epeyce bir süredir yaptığı, Türkiye ile ilişkilerini gerecek garip çıkışlar ve konuşmalarla Ankara’dan rahatsızlık duyan, tavizler vererek federatif bir çözüm isteyen bütün kesimlerin tam desteğini almaya çalışıyor.

Mustafa Akıncı’nın sadece son bir yıldaki konuşmalarına bakıldığında, Türkiye ile ilişkilerini koparmayı göze aldığı fark ediliyor. Garantör ülke statüsü kaldırılsın, yerine İngiltere’nin öncülüğünde gözlem gücü oluşturulsun, Ada’daki bütün askerler kademeli olarak çekilsin, dedi. Durup dururken Türkiye’nin, Kıbrıs’ı Hatay gibi ilhak niyetinde olduğunu, bunun Ada halkı için bir felaket olacağını söyledi. Türkiye’nin Suriye’de yaptığı operasyonlara, üzerine vazife değilken karşı çıktı; terör örgütüyle müzakere yapılarak soruna barışçı yollardan çözüm getirilmesini önerdi. Rumlara toprak verilmesi gerektiğini söyledi. Maraş’ın açılmasına şiddetle karşı çıktı.

Bu ifadeler Brüksel, Atina, Washington’da ve Rum kesiminde elbette memnuniyetle karışılandı. Şimdi ellerini ovuşturarak pazar günü Akıncı’nın kazanmasını bekliyorlar. Böylece dışarıdan yaptıkları bütün baskılara rağmen diz çöktüremedikleri KKTC’yi içeriden, yeniden seçilmesi durumunda pozisyonu doğal olarak çok güçlenecek olan Mustafa Akıncı’nın eliyle diledikleri çizgiye taşıyacaklarını umuyorlar. Kıbrıs, bugün artık jeopolitik önemi dünkünden çok daha ileride olan kilit ülke konumundadır. Soydaşlarımız tercihlerini yaparken birilerinin dolduruşuna gelmemeli, 150 yıldır emperyalist devletlerin taşeronluğunu yapan Yunanistan’ın, şimdi de Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını koruyacak “muhafız güç” olarak görevlendirmek istedikleri Rumların tuzağına düşmemelidirler. Umarız KKTC'de akıl ve sağ duyu kazanır, tarihî bir kırılma yaşanmaz.