DIŞ POLİTİKALARIMIZDA YENİ SAYFALAR AÇILMASI GEREKİYOR
Türkiye’nin Batı’yla ilişkilerinde dönüm noktası olacak önemli gelişmelerin yaşanabileceği yeni bir yola girdik. ABD’deki yönetim değişikliği, sadece Başkan ile sınırlı kalmıyor; bütün önemli kurumlar, kuruluşlar ve üst bürokrasi, yeni yönetimin siyasal hedeflerine, beklentilerine göre yeniden düzenleniyor. Trump döneminde birçok önemli küresel kuruluştan ayrılarak buralara yaptığı maddi destekleri kesen, transatlantik ilişkilerini zayıflatan, NATO’yu bile önemsemeyen ABD, tekrar dünyaya açılmaya hazırlanıyor.
Joe Bıden’ın Trump’tan çok farklı bir yönetim anlayışı var; ülkesini Beyaz Saray’dan doğrudan kendi kararlarıyla değil, Pentagon, Dışişleri, CIA gibi kurumlarla yakın iş birliği ve istişareyle yönetmek istiyor. Bundan dolayı geçen dönem boyunca Erdoğan ile Trump arasında doğrudan görüşülerek sürdürülen Türkiye-ABD ilişkileri artık kurumsal nitelik kazanacak, karşımızda sadece Beyaz Saray değil, bu kurumlar ve Kongre de olacak. Şu anda buralarda Türkiye karşıtlığı yaygın durumda; bunun somut bir örneğini, yeni Dışişleri Bakanı Antony Blinken verdi. Makamına oturmaya hazırlanırken yaptığı konuşmada, Türkiye’yi müttefik gibi davranmamakla suçladı. Rusya’dan S-400 Hava Savunma Sistemi alması sebebiyle daha fazla yaptırım uygulanmasının gerektiğini ifade ederek “Sözde stratejik bir müttefikimizin Rusya ile yakın temasta olması kabul edilemez.” dedi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bıden’ın kazandığının anlaşılması üzerine geçen ay hem kendisini tebrik etti hem iki ülke arasındaki sorunların 70 yıllık stratejik ittifak ve işbirliği çerçevesinde görüşülmesi gerektiğini belirten sıcak mesajlar iletti. Benzer bir durum, Avrupa Birliği’yle de yaşanıyor. Aralık ayındaki liderler toplantısında, Türkiye’ye yaptırımlar konusunun Mart ayına ertelenmesine karar verilmişti.
Türkiye, bu toplantıdan önceki günlerde, ortamı yumuşatmak amacıyla Ankara’dan mesajlar vermeye, diplomatik temaslara başlamıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin geleceğini AB içerisinde gördüğünü, uzun zamandır durmuş olan üyelik görüşmelerinin yeniden başlaması gerektiğini, “uzatılan bu ele” muhataplarımız tarafından aynı sıcaklıkta mukabele edilmesini beklediğimizi, üzerine basa basa ifade etti. Aralık zirvesinden sonra da görüşmeler, karşılıklı üst düzey ziyaretler yoğun şekilde devam ediyor. İlişkilerin normalleştirilmesi hususunda hâlen taraflar arasında mutabakatın olduğu görülüyor. Ancak hem Berlin ve Paris’ten hem de Brüksel‘den sözlerin yeterli olmadığı, Türkiye’nin çözümden yana olduğunu gösterecek somut adımlar atması beklendiği açıklamaları yapılıyor. Açıkçası Türkiye’nin kırmızı çizgileri olan Kıbrıs, Doğu Akdeniz ve Ege konularında geri adım atması isteniyor.
Diğer yandan son yıllarda hayli zayıflayan ABD-AB ilişkilerinin, Biden’ın göreve başlamasıyla birlikte hızla iyileştirilmesi yönünde, taraflar arasında tam bir görüş birliğinin olduğu görülüyor. Trump’tan önce sözü edilen serbest ticaret anlaşmasının yapılması da yeniden gündeme gelebilir. Avrupa Birliği, Biden yönetiminin Türkiye ile ilgili sorunlarda daha aktif şekilde devreye girmesini, ortaklaşa politikalar yürütülmesini istiyor. Brüksel’de Türkiye’nin bu baskılara fazla direnemeyeceği hesaplanıyor.
Ortaya çıkan bu tablo şunu gösteriyor: Bu yıl, Batılı ülkelerle yaşamakta olduğumuz temel sorunlara ilişkin görüşmeler sırasında, masadaki muhataplarımız sadece bu konulardaki ilgili devletlerle sınırlı kalmayacak; her seferinde bu sorunlar üzerinde aynı görüşü paylaşan devletlerin oluşturduğu Batılı bir blokla karşılaşacağız.
Sorunların neler olduğu bellidir:
1. Suriye’nin kuzeyinde, etnik temelli PKK-PYD-YPG devleti kurma girişimleri.
2. Türkiye’nin, karasularının dışında Ege ve Doğu Akdeniz’de bir iddia taşıması; uluslararası sularda hidrokarbon yataklarıyla ilgilenmesi; Yunanistan ve GKRY’nin ilan ettiği Deniz Yetki Alanları ve Münhasır Ekonomik Bölge gibi yanlı kararları tanımaması.
3. Türkiye’nin, Libya’nın meşru hükûmetine verdiği desteği ve Mavi Vatan olarak tanımladığı Akdeniz bölgesindeki belli bir alanda kendisine hukuki imkân kazandıran anlaşmayı sonlandırmaması.
4. Türkiye’nin, Kıbrıs Adası’nı Rumlara bırakmaya razı olmaması.
5. Türkiye’nin Rusya’dan aldığı S-400 Hava Savunma Sistemi.
Bütün bu konularda AB ülkeleriyle ABD’nin görüşleri tümüyle örtüşüyor. Bunun temel sebebi, Türkiye’nin doğrudan güvenlik ve millî çıkarlarıyla ilgili mecburiyetlerini yok saymaları; 35 yıldır yaşadığı etnikçi terörün bir beka meselesi olduğunu görmezlikten gelmeleridir. Dolayısıyla Türkiye‘nin bu konulardaki girişimlerini NATO ittifakıyla bağdaşmayan tek yanlı emrivakiler olarak nitelendirip geri adım atmasını istiyorlar. Bunun yanı sıra ABD için hayati önem taşıyan İsrail faktörü ile Batı Avrupa ülkelerinin asırlardır romantik bir tutkuyla himaye edip şımarttığı Yunanistan faktörleri de var.
Diğer taraftan Türkiye’nin Rusya ile olan son beş yıllık ilişkilerinin gerçekçi bir muhasebesinin yapılması gerekiyor. ABD, küresel rakip saydığı Rusya ile yakınlaşmamızı, özellikle S-400 almamızı ittifak ilişkilerine aykırı buluyor; yaptırım kararı alıyor; birçok Avrupa ülkesiyle birlikte silah ambargosu uyguluyor. Peki, buna karşılık Rusya, kırmızı çizgilerimiz addettiğimiz konulardan hangisinde bize destek veriyor? Uzatmaya gerek yok, kısaca “hiç birine”.
Rusya PKK ve YPG’yi terör örgütü saymıyor, örgütün Moskova’da temsilcilikleri var. Kremlin, iki yıl önce ABD ile birlikte tavır alarak Membiç’e girmemizi engelledi; ardından Barış Pınarı Harekâtı’nı en kritik aşamasında durdurarak PKK’yı sınırlarımızın ötesine atmamızı önlediler. Rus uçakları, geçen Şubat ayında İdlib’de rejim güçlerine alan açmak amacıyla bir askerî birliğimize saldırı düzenleyerek 35 Mehmetçik’i şehit etti. Libya’da, bize karşı Hafter güçlerini destekliyor; Kıbrıs’ta, Rum yönetimiyle yıllardır ekonomik ve politik işbirliği içindeler.
Günümüzde, Türkiye-Rusya ilişkilerinde asimetrik bir tablo göze çarpıyor; S-400 satışıyla bir yandan NATO‘ya 70 yıldır düşünüp de vuramadığı darbeyi vururken diğer yandan 3 milyar dolar kazandılar; bunun da ötesinde bu sistemin propagandasını yaparak başka satışlara zemin hazırladılar. Nitekim Hindistan, bizim ardımızdan 6 milyar dolar hacminde bir alım yaptı. Buna karşılık bize S-400’ün maliyeti, ödediğimiz paradan çok daha büyük oldu. Birkaç yıl sonra miadını dolduracak F-16’ların yerine düşünülen F-35‘leri alamıyoruz; oysa başından itibaren ortağı olduğumuz bu projede, hem uçakları alıyor hem de bazı parçaları ülkemizde yapıldığından, proje kapsamında 12 milyar doları bulacak kazanım sağlıyorduk.
Diğer yandan uygulanan silah ambargosu, savunma sanayimizi de olumsuz etkiledi. Çok önem verdiğimiz, Pakistan ile ihracat anlaşması yaptığımız, tamamlanma aşamasına gelen Atak helikopterlerini, söz verildiği hâlde motor aksamını alamadığımızdan uçuramıyoruz. Askerî kapasitemizin belkemiği olan hava taarruz gücümüzü üst seviyede tutmak zorunda olduğumuzdan, ihtiyacımızı karşılayacak yollar aramaya başladık. İlk akla gelenlerden biri, Rusya’nın SU-35 savaş uçakları. Ancak mesele sadece uçak sorunundan ibaret değil; SU-35’leri aldığımız takdirde Türk Hava Kuvvetleri hem savunma hem de taarruz gücü bakımından Rusya’ya bağımlı hâle gelecek. NATO standartlarına göre düzenlenen 70 yıllık bütün askerî sistemlerimizi, teknik donanımlarıyla birlikte değiştirmek zorunda kalırız. Dolayısıyla NATO bünyesinde 70 yıldır Batı ile kurduğumuz stratejik ittifak sisteminden ayrılmamız kaçınılmaz hâle gelir. Bu durum gerçekleşirse savunma bütçesini beş kat artıran, bütün gücüyle ordusunu güçlendirmeye çalışan Yunanistan’ın, tıpkı 1912 ve sonrası dönemdeki gibi yalnız başına kalacak Türkiye’ye karşı Ege’de ve Kıbrıs’ta askerî girişimler yapmasının önü açılmış olur. Taraf durumunda olduğumuz diğer alanlarda da NATO ittifakı içerisindeki ilkelerle karşı karşıya kalabiliriz.
Dış ilişkilerimiz, tarihî bir döneme girerken öncelikle Rusya’ya ne kadar güvenebileceğimizi doğru hesaplamalıyız. Kremlin, tarihî arka bahçe saydığı Kafkasya ve Orta Asya’da Türkiye’nin girişimlerini kendisine karşı meydan okuma olarak görüyor; rakip olmasını kesinlikle istemiyor. 16’ncı asırdan beri sürdürdüğü yayılmacı ve hegemonyacı politikasındaki ana hedef, Türklerin coğrafyası olmuş; bu alanlarda imparatorluk hâline gelmiştir. Zaman içerisinde rejimler değişmiş olsa da geleneksel Rus politikası hiç değişmemiştir. Bunu en son, Azerbaycan-Ermenistan Savaşı’nda da gördük. Savaşın seyrini bir süre sabırla izledikten sonra, Azerbaycan ordusunun son hamleyi yapacağı sırada araya girdi. Silahlı gücünü kullanmadan Karabağ’da egemenlik kurdu. 1800 askerinin bulunması gereken bölgede hâlen on bine yakın Rus askerî personeli var. Türkiye’nin bu bölgede askerî birlik bulundurmasını engelleyerek bölgede kontrolü tek başına eline aldı.
Karabağ, artık Rusya’nın Güney Kafkasya’yı sürekli kontrolünde tutmak amacıyla kullanacağı ve burada yaşayan Ermenileri kendine bağımlı hâle getirerek toplumsal destek edindiği bir “üs bölgesi”dir.
Türkiye, dış ilişkilerinde Cumhuriyet Dönemi’nde şimdiye kadar karşılaşmadığı çok büyük sorunlarla karşı karşıyadır. Güvenlik ve beka olarak nitelendirdiğimiz konularda üç büyük küresel güçle; ABD, AB ve Rusya ile çıkarlarımız ve beklentilerimiz örtüşmüyor; hatta yer yer zıtlaşıyor. Ama her üçüyle de ilişkilerimizi sürdürmeye hatta birçok konuda işbirliği yapmaya mecburuz. NATO, Avrupa Konseyi ve AGİT’e üyelikleri Türkiye’ye, Avrasya ülkeleriyle ilişkilerinde imkân ve itibar kazandırıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, yönümüzün Batı olduğunu söylerken bu gerçeği belirtmiş oldu. Fakat hukuk devleti, demokrasi, basın özgürlüğü ve özellikle bağımsız yargı konularında evrensel ölçekte gerekli reformların yapılmayışı, sorunlar yaşanması, Batılı ülkeler nezdinde imajımızı gölgeliyor.
Türkiye beka ve güvenlik niteliğine sahip sorunlarını çözmeye çalışırken bir yandan “sert gücü”nü yani askerî potansiyelini nerede ve ne zamana kadar kullanacağını diğer yandan “yumuşak güç” ve diplomasiye nerelerde yöneleceğini dikkatle ve objektif olarak hesaplamak, tercihlerini duygularıyla değil aklıyla yapmak zorundadır. Mısır ve İsrail ile ilişkileri normalleştirme girişimlerinin başlaması doğru adımlardır. Benzer açılımlar BAE ve Arabistan ile de yapılmalıdır. Müslüman Kardeşler ve Hamas muhabbetinin nelere mal olduğu ortada. Dış ilişkilerde yeni sayfalar açmaya bölge ülkelerinden başlamalı, Şam rejimiyle ilişkilerimizi normalleştirmekten çekinmemeliyiz. Washington’un PKK-YPG kurma projesini önlemenin en etkili yolu, Şam rejiminin ülkesinde yeniden yaptırım gücüne sahip olması ve toprak bütünlüğünün sağlanmasıdır. Hükûmet, bu konuda İslamcı olarak nitelendirilen bazı çevrelerden sert eleştiriler alabilir. Ancak doğru olanı yaptığına inanmalı, cesur davranmalı, bölgede ayaklarımıza pranga olan engellerden kurtulmaya bakmalıdır. Güneyimizdeki bölge ülkeleriyle ve komşularımızla yaşanan sorunlar, aslında çok ciddi sebeplere dayanmadığından karşılıklı çıkarlar çerçevesinde rahatlıkla çözülebilir. Bu yapılırsa küresel güçler ve onların şımarttığı Yunanistan karşısında elimiz güçlenir, rahatlarız. İlişkilerde yeni bir sayfa açmanın yolu da bu olsa gerek.