DÜNDAR TAŞER: MİLLİYETÇİ HAREKETİN VE FİKRİN BİLGESİ

Dündar Taşer, sadece Türk milliyetçiliği fikrinin ve siyasi hareketinin değil fikir ve düşünce dünyamızın en önemli ve etkili isimlerinden biridir. Tarihî ve kültürel kaynaklarımızı iyi bilmekten kaynaklanan yüksek bir tarih şuuru; devletin en yüksek değer olduğuna inanan, günümüzdeki olayları geçmişte yaşananlarla yorumlayan, etraflı bir tarih felsefesi yapan işlek bir zekâ, gündelik siyasete bağımlı olmayan bilge bir kişilik... Dündar Ağabey’in fotoğrafına her baktığımda, onun bu özelliklerini düşünür; en verimli çağında müessif bir kazayla aramızdan ayrılmış olmasının milletimiz için ne kadar büyük bir kayıp olduğunu görür ve üzülürüm.

Kendisi gibi erken vakitte kaybettiğimiz değerli fikir adamı ve tarihçimiz Ziya Nur Aksun’un Dündar Taşer’in fikir ve ruh dünyasını yansıtan veciz bir tarifi vardır: “Ona bu çok yüksek devlet ve millet idrak ve şuuru ile ‘fenâ fi’d-devle ve’l-mille” olmuş büyük “recül-i dava” demek daha doğrudur. Evet, devlet ve millet mefhumlarında erimiş; bunlardaki sırlara ermiş adam: Bir devlet ve millet velisi.”.

Türk kamuoyu, Dündar Taşer’i ilk olarak 27 Mayıs 1960 Askerî Müdahalesi üzerine kurulan 38 kişilik “Milli Birlik Komitesi” üyelerinden biri olarak tanıdı. Bu zamana kadar MBK’nin çoğu üyesi gibi kendi yakın çevresi ve dostlarının dışında tanınan biri değildi. Mütevazı ve sakin kişiliğinden dolayı fikir ve düşünce yapısı da pek bilinmiyordu. Ama Darbe’nin ilk günlerinden itibaren Komite toplantılarındaki konuşmalarıyla, üstlendiği görevlerde sergilediği başarılarıyla temayüz etti. O da Türkeş gibi partilerüstü bir politika izlenilmesini, DP yöneticilerine sert davranılmamasını, vatandaşlar arasında siyasi ayrım yapılmamasını istiyordu. Bu sebeple yönetimin bir an önce İsmet İnönü ve CHP’ye devrini isteyen bir kısım MBK üyeleriyle anlaşamadı. CHP ve İnönü sempatizanı MBK üyelerinin 13 Kasım 1960 sabahı düzenlediği “iç darbe” sonucu 13 arkadaşıyla beraber “müşavir” sıfatıyla yurt dışına gönderildi. 14 eski MBK üyesinin yolları, 1963 yılına doğru ülkeye dönmeden bir süre önce ayrıldı. O. Kabibay, O. Erkanlı ve I. Solmazer kısa bir süre sonra CHP’ye geçtiler. Dündar Taşer ve arkadaşları, Alparslan Türkeş’in liderliğinde siyaset yapmaya karar verdiler. 1965 yılında yapılan CKMP Kongresi’nde Türkeş, rakibi Ahmet Tahtakılıç’tan daha fazla oy alarak Genel Başkan oldu. Böylece siyasi tarihimizde doğrudan Türk milliyetçiliği fikrini esas alan, olayları bu açıdan değerlendiren bir parti doğmuş oldu.

Dündar Taşer, siyaseti mefkûresine hizmet amacıyla tercih eden bir dava adamıydı. Türkeş’i sadece partinin genel başkanı sıfatıyla değil; fikir ve düşüncelerini, ülküsünü iktidara taşıyacak, Türklüğe yeniden ihtişamlı bir geleceğin kapılarını açacak, yeni bir medeniyet hamlesinin mimarlığını yapacak bir lider olarak görüyor; “Başbuğ” kabul edip benimsiyordu. Hayatının sonuna kadar bu şuur ve sadakat içerisinde onun yanında yer aldı, ona her konuda yardımcı oldu.

1965 ve sonraki yıllar, Parti’nin en zor ve meşakkatli dönemiydi. Basın desteği bulunmadığından, yeterli para imkânı, güçlü bir teşkilat yapısı ve yönetici kadrosu olmadığından partinin programını, görüşlerini ve yapmak istediklerini topluma anlatıp taraftar toplamak kolay olmuyor; seçimlerde yüzde üçten fazla oy alınamıyordu. O dönemde kış aylarında Yüksel Caddesi’ndeki Genel Merkez binasında kaloriferi yakacak para olmadığından Türkeş Beğ, bazı günler paltoyla oturmak zorunda kalıyordu.

60’lı yılların ortalarına doğru, Türkiye’de sol hareketler tırmanmaya başladı. 61 Anayasası’nın ideolojik çalışmaların önünü açmış olmasından yararlanan Türkiye Gizli Komünist Partisi, Türkiye İşçi Partisi adıyla legale çıktı. 1965’te uygulanan seçim sisteminden de yararlanarak Meclis’e on beş milletvekili sokmayı başararak grup oluşturdu. Parti sözcüleri, Meclis kürsüsünü her vesileyle kullanarak ideolojik propaganda yapmaya başladılar. DİSK kuruldu. Moskova yanlısı bu siyasi hareketin yanı sıra farklı bir sol fraksiyon daha vardı. Doğan Avcıoğlu ve İlhan Selçuk’un çıkardığı Yön dergisi, Millî Demokratik Devrim stratejisini temsil ediyordu. Bu grup, 27 Mayıs hareketinden de esinlenerek ordu, üniversite, gençlik bloku oluşturup yukarıdan yapılacak bir müdahaleyle sosyalist bir düzenin ilk aşamasını oluşturacak bir “devrim” yapmanın peşindeydi. Bazı öğretim üyelerinin, emekli ve muvazzaf bir grup askerin, radikal solcu gençlerin destekledikleri bu sol hareketin ve basın kanalıyla yapılan yoğun propagandaların sonuçları kısa zamanda görülmeye başlandı.

Bu yıllarda, Batı Avrupa ülkelerinde de radikal sol hareketler giderek yoğunlaşıyordu. Küba’da darbe yapmayı başaran Fidel Castro, Che Guevara gibi isimler Avrupa gençliğinin idolü konumundaydı. Bu psikolojik ortamın sonuna doğru özellikle Paris’te yaşanan gençlik hareketleri, solcuların üniversiteleri işgal etmeleri bizdekileri de etkiledi. Önce boykot ve protesto hareketleriyle başlayan olaylar, bir süre sonra üniversite işgaline dönüştü. Fikir Kulüpleri Federasyonu adıyla kurdukları örgütün adını Devrimci Gençlik Federasyonu (DEV-GENÇ) olarak değiştirdiler. Gruplar hâlinde Filistin’deki El -Fetih gerilla kamplarına giderek silah eğitimi almaya başladılar. Bunlar Güney Amerika benzeri gerillacılık yöntemiyle halkı ayaklandırıp “devrim“ yapma peşindeydiler.

Türkiye’de giderek yoğunlaşan bu karmaşa ortamı, en fazla fakültelerde göze çarpıyordu. Aslında gerillacılığa özenen radikal solcular sayıca çok fazla değillerdi. Fakat silahlı olduklarından öğrencileri korkutup tehdit ederek eylemlerine katılmaya zorluyorlar, üniversite yönetimlerini etkileyebiliyorlar, birçok okulda kontrolü ellerine alabiliyorlardı. Meselenin tuhaf tarafı, bu faaliyetleri yürüten öğrencilerin çoğunun, Marksist literatüre aykırı şekilde dar gelirli kesimlerden değil “burjuva” dedikleri varlıklı ve elit ailelere mensup olmalarıdır. Buna karşılık varlıklı olmayan fakat millî ve dinî hassasiyetleri bulunan ailelerin çocukları ise bu ortamdan rahatsızdılar. Ancak örgütlü ve silahlı grupların baskılarına itiraz edemeyip susuyorlardı.

Türkeş’in liderliğinde başlayan milliyetçi siyasi hareket, ilk günden itibaren onun değerlendirmesi çerçevesinde gençlik meselesini, okullardaki ortamı temel millî meselemiz olarak algıladı. Millî şuur sahibi, millî değerlerini özümseyen, milletimize yararlı olma ideali bulunan gençlerin yetişmesine yardım amacıyla eğitim faaliyetleri başlatıldı. Önce Gençlik Kolu üzerinden yürütülen faaliyetler Ülkü Ocakları’nın kurulmasıyla parti dışında bir gençlik hareketi görünümü kazandı. Ülkü Ocakları’nın kurulması ve diğer milliyetçi kuruluşların, dergilerin devreye girmesi, olayların seyrini değiştirdi. Rejimi ve anayasal düzeni hedef alan faaliyetleri yürütenler, artık rahat hareket edemez hâle geldiler.

Dündar Taşer, her zaman bu faaliyetlerin içerisinde bulundu; gençleri kendi öz evladı kadar seviyor, üzerlerine titriyor, her meseleleriyle yakından ilgileniyor, onları asla yalnız bırakmıyordu. Onun bu hassasiyeti, engin muhabbeti ve şefkati karşılıksız kalmadı; ülkücü-milliyetçi gençler, Dündar Taşer’i bir siyasetçi olarak değil bir aile büyüğü, yakın akrabaları olarak gördüler; gönülden sevip hürmet ettiler.

Taşer bir yazısına, “Ülkücüler ipeğe sarılmış bir çeliktir.” diyerek başlıyor ve şöyle diyordu: “Eğer gençliğe gerekli ihtimam gösterilmezse, kalkınma savaşı kazanılsa bile milletin akıbeti tehlikede olabilir. Türk tarihi binlerce senelik geçmişi içinde, zaferleri kadar buhranlar atlatmış ve bütün bunlardan sıyrılarak yeniden cihan devletleri kurabilmiş ise, bunun tek dayanağı cemiyet nizamındaki sert, kararlı hayatiyet dolu cevheridir. Büyüğünü küçüğünü bilmek düsturu, Türk’ü asırların derinliğinden bugüne getiren temel unsurdur. Türk cemiyeti particilikten, hürriyet şiirleri taklit etmekten evvel de bir cemiyetti. Batı’da olana özenme yüzünden, bizde bulunanı idrak etmez oluşumuz, 150 yıllık mücadelemizin boşa gitmesine sebep olmuştur.”.

Bu tespitlerinden sonra milletimizin geleceği açısından büyük önem verdiği ülkücü gençliğin bazı özeliklerine dikkat çekiyordu: “Büyüklerine karşı mutlak saygılıdırlar, saygıları zillet değildir. Kanaatleri sağlam, imanları bütün, fikirleri berraktır. Serttirler, ama odun gibi değil elmas gibi pırıl pırıl.”.

68’li ve 70’li yıllardaki kaotik dönemde, Türkiye’de Baas tipi sosyalist bir diktatörlük yahut Moskova güdümünde Marksist bir yönetim kurmak için çok organize tarzda çalışan sivil-asker örgütler neden başarılı olamadılar? Olaylar tam da istedikleri gibi gelişirken, her türlü imkân ellerindeyken 9 Mart 1971’de son hamleyi neden yapamadılar? Tarihimizin seyri nasıl değişti? Türk milletine kurulan bu büyük tuzağın amacına ulaşmamasında, ülkücü gençlerin canları pahasına direnmelerinin rolünü görmezlikten gelmek, yaşanılan tarihin inkârı anlamına gelir. Çok elverişsiz şartlara rağmen, bu gençler sorumluluklarının bilincinde oldular; saldırı ve baskılara boyun eğmediler. Onları ayakta tutan mistik coşkunun, ruhi gerilimin arkasında, Dündar Taşer’in “devlet ve millet velisi” olmasından kaynaklanan tavırları, ahlakı ve şahsiyeti bulunuyor; en müşkül hâllerde bile gönülleri ferahlatıp güvenilir bir millî mürşit olarak çıkış yolunu gösteriyordu. Türk milliyetçileri, özellikle aydınlarımız ve ülkücü gençlik, Dündar Taşer’i sadece sıradan bir isim olarak hatırlamakla yetinmemelidir. Onu müstesna şahsiyetiyle, ahlaki nitelikleriyle tanımalı; davaya adanmışlığını, tarih şuurunu, fikrî ve kültürel derinliğini örnek almalıdırlar. Zihinlerimizi günlük siyasi tartışmaların tutsağı olmaktan kurtarmak, zamanımızı ve enerjimizi verimli kullanmak, ülkemize ve milletimize gerçek anlamda yararlı olmak için, yapılması kolay olmasa da bu tarz tercih edilmelidir.