İSMAİL VAYVAYLI: MHP VE ÜLKÜCÜ KURULUŞLAR DAVASININ GERİ PLANDAKİ EMEKTARLARINDAN BİRİ DAHA HAKK’A YÜRÜDÜ
İsmail Vayvaylı’yı, 12 Eylül Darbesi’ni yaparak iktidara gelen Kenan Evren cuntasının açtığı MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası mağdurlarının çoğu tanır. Bu Dava’nın savunmasını üstlenen avukatlık bürosunda Şerafettin Yılmaz’ın birinci yardımcısı konumundaydı. Darbe sırasında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde okuyan ülkücü öğrencilerden biriydi; Kahramanmaraş’tan, dar gelirli bir ailenin evladıydı.
Darbe sonrası, cuntanın infaz aparatı Nurettin Soyer’in, MHP yöneticilerine ve Ülkücü gençlere yönelik başlattığı tutuklama operasyonları üzerine, Ankara’da birçok milliyetçi avukat onları savunmak maksadıyla görev üstlendi. Bazıları Can Özbay ve rahmetli Rıfat Eke gibi münferit çalışıyordu. Bir de birkaç avukatın bir arada olduğu iki büro vardı. Bunlardan biri, ikisi de asker kökenli olan rahmetli Kaya Alpkartal ile rahmetli Sırrı Erkuş’un bürosuydu. Diğeri, Şerafettin Yılmaz ve arkadaşlarının, rahmetli Galip Ağabey’in “akıl dükkânı” adını verdiği, Âdem Yavuz Sokağı’ndaki büroydu. Aslında Darbe yapılmadan önce Şerafettin Yılmaz, bürosunu tasfiye ederek avukatlığı bırakmaya karar vermişti; İstanbul’da ticari düzenini kurmuş, evini de nakletmişti. Ancak pek çoğu yakın dostu ve arkadaşı olan Parti yöneticilerinin tutuklanması üzerine Ankara’ya gelip vekâletlerini aldı. Tam yedi yıl boyunca, haftanın üç gününü işyerine ve ailesine ayırarak İstanbul’da, dört gününü Ankara’daki bürosunda ve duruşmalarda geçirecek tarzda, her bakımdan dayanılması zor bir program uyguladı.
Burada avukatlık işlevi dışında, sanıkların ve ailelerinin her türlü ihtiyacıyla ilgileniliyor; yardımcı olmaya çalışılıyordu. Ayrıca MHP ve Ülkücüler aleyhinde yürütülen yoğun propagandaya karşı, doğruların kamuoyuna ve basına duyurulmaya çalışıldığı, görüşmelerin yapıldığı bir merkez durumundaydı. Çünkü sadece cunta yönetimi değil, o dönemde köşe yazarlığı ve gazete yöneticiliği yapan, basına büyük ölçüde hâkim olan solcu kesim de, Türk milliyetçilerini peşinen suçlu ilan ederek savundukları fikri, milletimizin zihninde mahkûm etmek istiyordu. Daha yargılamalar başlamadan gazete manşetlerinde belli merkezlerden iletilen yalan haberler yer alıyor, solcu kalemler bunlara dayanarak yorumlar yapıyor, “milliyetçi hareket”i ezmekte kararlı olan savcı Nurettin Soyer ve ekibine, bu davaya bakacak olan mahkemenin başkanlığını gönüllü olarak üstlenen Vural Özenirler’e yardımcı olmaya, kararlarını haklı gösterecek psikolojik bir ortam hazırlamaya çalışıyorlardı. Bu havanın etkisiyle Dava, 220 sanık için idam cezası talebiyle açıldı. Bir süre sonra bu iddiaların altının tümüyle boş olduğu, hukuki niteliğinin bulunmadığı anlaşılıp suçlamanın vasfı ve maddesi değiştirilse de, milliyetçiler uzun süre cezaevinde kaldılar; böylelikle cunta ve mahkeme heyeti, son celsede beraat kararı verecek olsalar da fiilen uygulayarak “yargısız infaz” yapmış oldu.
İsmail Vayvaylı, Dava süreci başlarken kimsenin telkini veya etkisi olmadan aynı görüşü paylaştığı insanlara yardımcı olmaya karar veriyor. Bunu ancak hukuk yoluyla yapabileceğini gördüğünden, önce Kaya Alpkartal’ın, ardından Şerafettin Yılmaz’ın bürosuna geliyor. Buradaki ortamı beğenip benimseyerek sürekli şekilde kalmaya başlıyor.
Büroda çoğu üniversite öğrencisi, kendisi gibi herhangi bir ücret talebi olmayan, inandıkları fikre hizmet amacıyla gönüllü olarak gelen başka gençler de vardı. İsmail, ekibin şefi konumundaydı. Ama başlarında bir de Galip Ağabey’in “eşgüdüm” dediği, Ziraat Fakültesinde öğretim üyesi olan Dr. Orhan Arslan vardı. Sadece işlerin düzenlemesini ve kontrolünü yapmakla kalmaz, taşradan gelen sanık yakınlarının eş ve akrabalarını istasyondan alıp büroda ağırlamaya kadar birçok işi yüklenirdi; öte yandan akademik hayatını da ihmal etmezdi. O hengâmede, doçentlik imtihanına girip ilk girişinde kazanacak kadar mesleğinde başarılıydı. Bir de her fırsatta gelip yazışmalarda yardımcı olan Ruhi Özbilgiç, Osman Çakır, Acar Okan ve rahmetli Meriç Coşkun gibi kamuda görevi olanlar vardı.
Burası, sıradan bir hukuk bürosu değildi. Çalışanlar arasında tam bir kardeşlik muhabbeti yaşanıyordu. Yaptıklarının Türk milliyetçiliği fikrine hizmet olduğunda kuşkuları yoktu, mistik bir heyecanla ve fisebilillah görevlerini yapma çabasındaydılar. 12 Eylül’den sonra milliyetçi camiada büyük bir mağduriyet yaşanıyordu. Sadece Türkeş ve Parti’nin yöneticileri değil çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu yüzlerce Ülkücü tutuklanmış; daha da fazlası kaçak durumdaydı, yakalanmamaya çalışıyorlardı. Bunların ekserisi, taşradaki veya Ankara’nın kenar semtlerindeki dar gelirli ailelerin çocuklarıydı. Bundan dolayı hem içeridekilere hem de dışarıdaki ailelerine yardımcı olmak gerekiyordu.
Bu çetin dönemde Galip Erdem devreye girdi; 50 kiloyu geçmeyen, her an yıkılacakmış gibi duran çelimsiz gövdesiyle çoğu insanın cesaret edemeyeceği ağır bir yükü, kimseden işaret almadan taşımaya gönüllü oldu. Hayatı boyunca en fazla ihtiyacı olduğu zamanda bile kendisi için tek kuruş yardım talebi olmayan Galip Ağabey, erişebildiği herkesle birebir görüşerek, şahsiyetini ortaya koyarak bağış toplamaya başladı. Bu arada Baroya da kaydını yaptırmıştı ve cezaevine ziyaretlere gidebiliyordu. Topladığı yardımların adı “mektup”tu, içeridekilerle de bu adla haberleşiliyordu. “Mektup”ları ceketinin özel bir cebine koyardı. Toplanış maksadının dışında, başka bir iş için bir lirası bile kesinlikle kullanılmazdı.
Galip Erdem; Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları tahliye olup bu görevi üstleninceye kadar, hiç aksatmadan altı yıl boyunca faaliyetini sürdürdü. Birkaç hamiyetperver ve vicdan sahibi cezaevi görevlisi aracılığıyla içerdekilerle bağlantı kurulmuştu. Her hafta belli bir miktardaki “mektup” içeriye gönderilir, Yazıcıoğlu’nun kontrolünde koğuşlara dağıtılırdı. Galip Ağabey, aileleriyle de yakından ilgilenir; onları yalnız bırakmamaya çalışırdı. Evlerini ziyarete gittiği zaman mutlaka, çocuklara vermek için cebinde kendi parasıyla aldığı Ülker çikolatası olurdu. Başka bir markayı asla almazdı, çünkü en fazla “mektup“u Sabri Ülker’den alıyordu.
Büroda bir nevi komün ortamı vardı. Avukatlık ücreti alınmadığından maddi imkânlar çok sınırlıydı. Yemekler, tasarrufa özen gösterilerek mutfakta hazırlanır; birlikte yenilirdi. Şeref’in bazen tren bileti alacak parası bile bulunmazdı. Çünkü sürekli başında olmadığından, yeni başladığı işi doğal olarak aksıyordu. Bir yandan üstlendiği davayı en ciddi şekilde takip etmek diğer yandan prensiplerinden taviz vermeden, itibarını zedelemeden büronun giderlerini karşılayacak kaynak bulmak gibi iki ağır yükü taşımak durumundaydı.
Rahmetli İdris Ağabey, her zamanki kadirşinaslığıyla büronun üstündeki dairesini Dava’ya tahsis etmişti. Bunun büyük yararı oldu. Çünkü o dönemde bilgisayar sistemi olmadığından bütün bilgiler kâğıda yazılıp dosyalanırdı. Davayla ilgili yüzlerce klasör burada toplandı. İsmail Vayvaylı, harika bir arşiv düzenledi. Sadece Mamak’ta yargılananların değil, diğer illerde MHP ve Ülkücülerle ilgili açılan davalara ait bilgiler, düzenli bir şekilde toplanıp klasörlere yerleştiriliyordu. Böylelikle avukatın hangi kişi veya davayla ilgili bilgilere ihtiyacı varsa İsmail, birkaç dakikada bulup masasına getiriyor; avukatlara büyük kolaylık sağlıyordu. İşini tecrübeli bir arşivci gibi eksiksiz yapar, çoğu zaman gece geç saatlere kadar çalıştığı olurdu. Tam bir görev adamıydı, altı yıl boyunca tatil bile yapmadı; şahsi durumunu ve geleceğini duruşmalar bitip büro kapanıncaya kadar düşünmedi. Bu süreç tamamlanınca İstanbul’a gidip borç alarak sigortacılık yapmaya başladı. İstanbul Türk Ocağı yönetiminde bir ara görev aldıysa da yoğun meşgalesi sebebiyle devam edemedi. Her görüşmemizde benim “Nasılsın?“ soruma, “Henüz sıfırın altındayım.“ cevabını verirdi. Çok azimli ve çalışkan bir insandı; pes etmedi. Kendi çabasıyla bir süre sonra “sıfırın üzerine“ çıkmayı başardı.
1987’de Mamak’taki yargılamaların tamamlanmasıyla işlevini tamamlayan büronun tasfiyesine karar verildi. Milliyetçiliğin tarihi açısından büyük değeri olan belgelerin kaybolmaması gerekiyordu. Demetevler’de bir daire kiralandı. Kirasını, bu Dava’da yargılanan bir grup MHP yöneticisi üstlendi. Klasörler, burada muntazam bir şekilde raflara yerleştirildi. Gençlerden biri, bu arşivin sorumlusu tayin edildi. Bu davalarla ilgili bilgiye ihtiyacı olan bir milliyetçi, arşiv sorumlusuyla irtibat kurarak dairede, dışarıya evrak çıkarmamak şartıyla oturup çalışabilecekti. Ancak birkaç ay sonra müessif bir olay yaşandı. Kontrol yapmak için giden sorumlu, dairenin kapı kilidinin kırılıp içeri girildiğini görüyor; bütün klasörler bir kamyonete yüklenip götürülmüş. Kısa bir soruşturma sonunda, bunu kimlerin yaptığı, talimatı kimden aldığı, klasörlerin kimlerin eline geçtiği öğrenildi. Ama geri almak mümkün değildi. Milliyetçilik ve Ülkücülük hakkında tarihî bir hafıza niteliği bulunan, dava sürecinde İsmail Vayvaylı’nın ve büroda bu çalışmalara yardımcı olan yirmiye yakın Ülkücü gencin emeğiyle oluşan bu eserin, anlamsız bir kıskançlık duygusuyla dağıtılması sonucu, sonraki yıllarda konuyla ilgili araştırma yapacak insanlar, büyük bir imkândan mahrum edilmiş oldular.
Türk milliyetçiliğinin yakın tarihi, bir gün bütün ayrıntılarıyla araştırılıp objektif bir anlatımla yazılabilirse en zor dönemlerinde bu fikre ve harekete şahsi bir hesabı ve beklentisi olmadan hizmet eden İsmail Vayvaylı gibi isimleri herkes daha yakından tanıyacak ve takdirle anacaktır. Millî şuuru güçlü, inançlı, kaliteli, karakter ve ahlak sahibi, kısaca “kıblesi düzgün” bir insandı. Cenab-ı Hak mağfiretini, rahmetini lütfetsin inşallah. Ruhu şâd olsun.