MİLLÎ MÜCADELE’NİN GAZİ MECLİS’İ 102’NCİ YAŞINDA

1918 yılının sonbaharı başlarken emperyalist güçlerin ilk büyük hesaplaşması olan Birinci Cihan Savaşı’nı hangi tarafın kazandığı belli olmuştu, biz kaybeden taraftaydık. Müttefiklerimiz Almanya, Avusturya ve Bulgaristan’ın Eylül ayında mütareke yapmaları üzerine biz de bu maksatla birkaç kanaldan girişimler başlattık. 30 Ekim’de Mondros Adası’nda demirli savaş gemisinde mütarekeyi imzaladık. Anlaşma metnini İngilizler hazırlamıştı. İki gün süren görüşmelerde ufak bazı değişiklikler yapılsa da sunulan şartlar çok ağırdı. Erzurum ve Kafkasya'daki kolordularımızın dışında mevcudunu ve muharebe kapasitesini koruyabilen askerî birliğimiz kalmamıştı. Batı Trakya’da yığınak yapan İngiliz ve Fransızlar, savaşın sürmesi durumunda İstanbul’u işgale kalkışabilirlerdi.

Mütareke yapılmasını; siyasetçilerimizin, aydınlarımızın ve matbuatımızın çoğunluğu, işgal tehlikesinin önlenmesi olarak algılayıp alkışladılar. Bu çevreler İngilizlerin başta İstanbul olmak üzere, Musul’un dışında stratejik yerlere girmemelerini makul bir barış anlaşması şeklinde yorumladılar. Oysa Mustafa Kemal gibi pek çok asker ve sivil milliyetçi aydın, İtilaf Devletleri’nin, anlaşmanın özellikle 7 ve 24. maddelerini öne sürerek diledikleri yerleri işgale kalkışacaklarını gördüklerinden farklı düşünüyorlardı. Mustafa Kemal, 13 Kasım’da İstanbul’a geldiğinde İtilaf Devletleri'nin savaş gemileri Marmara Denizi’ne demirlemişler; İstanbul’u hukuken henüz işgal etmeseler de hem kenti hem de devlet yönetimini kontrollerine almışlardı.

Mustafa Kemal, İstanbul’da ülkenin geleceği konusunda düşüncelerinin örtüştüğü Rauf Bey (Orbay), Kâzım Karabekir ve Ali Fuat Paşalarla istişareler yaptı. Vatanın düşman işgalinden kurtulmasının ancak Anadolu’da yürütülecek “millî bir mücadele" ile mümkün olabileceğini görüyorlardı. Görevli olarak Anadolu’daki birliklere tayinlerinin yapılması amacıyla girişimler başlattılar. Harbiye Nazırı ve Genel Kurmay Başkanı’nın Cevat Paşa gibi millî şuur sahibi bir vatanseverin olması, işlerini kolaylaştırdı. Önce Ali Fuat Paşa Konya’ya, ardından Karabekir Erzurum’a kolordu komutanları oldular. Refet Bey Samsun’a tayin edildi. Doğu Karadeniz bölgesinde Pontusçuların faaliyetleri sebebiyle gerginlik yükseliyordu. İngilizlerin Mütareke’nin 7 ve 24. maddelerini öne sürerek bölgeyi işgal etme ihtimali yüksekti. Ordu Müfettişi unvanıyla bölgeye gönderilecek, İttihatçı olmayan, nitelikli bir isim aranıyordu. Mustafa Kemal'in ismi hem bu niteliklerinin olması hem de Cevat Paşa’nın desteğiyle öne çıktı. Ayrıca “fahri yaver-i hazret-i şehriyâri” yani “padişahın onursal yaveri” sıfatını taşıyordu. Vahdeddin’in veliahtlığı döneminde, bir yıl önce Almanya’ya yaptığı ziyarette refakatindeki heyetteydi. Mustafa Kemal, tayin kararnamesi yazılırken yetkileri ve görev alanının geniş tutulmasını istemişti. Cevat Paşa, bu isteğini yerine getirdiği gibi telgraf hatlarını da ona bağladı.

Mustafa Kemal, Samsun’a çıktığı andan itibaren zamanla yarışırcasına hızlı hareket etti. Çünkü hem İngilizlerin hem de Sadrazam Damat Ferit gibi İngilizlerle ne pahasına olursa olsun anlaşma yapılmasını isteyen kişilerin çok geçmeden esas maksadını anlayacaklarını, görevine son verileceğini biliyordu. Nitekim yanılmadı, önce ısrarla geri çağrıldı; buna uymayınca Erzurum Kongresi sırasında ordudan tardedildi. Ancak üç aylık sürede gerekli adımları atarak Rauf Bey, Ali Fuat ve Refet Paşalar gibi silah arkadaşlarının da desteğiyle Millî Mücadele meşalesini tutuşturmuştu. Erzurum Kongresi'nde oluşturulan Heyet-i Temsiliye'nin Sivas’ta genişletilerek devamlılık kazanması stratejik bir karardır; böylece Mustafa Kemal Paşa’nın başkanı olduğu heyet, Mebusan Meclisi toplanıncaya kadar kongrelerin yürütme organı durumuna geliyordu. Böylelikle alacağı karar ve yapacağı icraatlarında milletimizi temsil yetkisi, dolayısıyla hukuki meşruiyeti sağlanmış oluyordu.

Anadolu‘nun pek çok yerinde kurulmuş olan yerel Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adıyla birleştirildi. Sonuç bildirisinde Padişah’a hitaben, “Muhammed ümmetine kan ağlatan Damat Ferit Hükûmeti’nin millî iradeye dayanmadığı, seçimlere gidilerek Mebusan Meclisi’nin açılması” istendi. Damat Ferit Hükûmeti gayrimeşru ilan edilerek her türlü temas kesildi. Padişah, bu baskılar üzerine Anadolu’daki Kuva-yı Milliye hareketine sempatiyle bakan Ali Rıza Paşa’yı sadrazamlığa getirdi. Yeni Hükûmet’in Harbiye Bakanı Mersinli Cemal Paşa, Heyet-i Temsiliye mensubu olduğunu açıkça ifade ediyordu; ayrıca Hükûmet’teki birkaç Bakan daha Millî Mücadele’ye sıcak bakıyordu. Hükûmet, 4 Şubat 1920’de Mustafa Kemal’in ordudan tart kararını iptal ederek askerî rütbe ve nişanlarının iadesine karar verdi ve bu karar, Padişah tarafından onanarak yürürlüğe konuldu. Genel Kurmay Başkanlığına, Kuva-yı Milliye hareketini destekleyen, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçişi döneminde ona geniş yetkiler verilmesini sağlayan, Çanakkale kahramanı Cevat Paşa yeniden getirildi. Mebusan Meclisi seçimlerinin yapılmasına karar verildi

Mustafa Kemal, Meclis’in İstanbul’da İngilizlerin baskısı altında rahat çalışamayacağından Anadolu’da toplanmasını istiyordu. Ancak Hükûmet ve Anadolu’daki kumandanların çoğu İstanbul’u tercih ediyordu. Mustafa Kemal, onların isteğine uyarak İstanbul’a rıza gösterdi. Seçimlerde Müdafaa-i Hukuk ve Kuva-yı Milliye mensupları büyük başarı kazandı. Mustafa Kemal de Erzurum'dan seçilmişti, ancak güvenlik gerekçesiyle gitmedi. 12 Ocak’ta toplanan Mebusan Meclisi’nin en önemli kararı, Misak- Millî’nin kabul ve ilan edilmesidir. Vatanın hudutlarını belirleyen, bağımsızlığımıza aykırı siyasi, hukuki ve iktisadi kısıtlamaları reddeden, 18 Şubat’ta okunarak dünyaya duyurulan ve ana hatlarını Mustafa Kemal’in hazırlayıp Meclis'teki grubuna ilettiği Beyanname, Millî Mücadele’nin temelini oluşturmuştur.

İtilaf Devletleri'nin 12 Şubat’ta başlayan ve bir ay kadar süren Londra Konferansı’nın ana konusu, Türkiye’de Kuva-yı Milliye hareketinin gelişmesi ve İstanbul’un işgaliydi. İngiltere Başbakanı Lloyd George, “Türkler savaşa girerek savaşın uzamasına ve on binlerce hayat ve milyonlar kaybetmemize sebep oldu. Bu düşman şimdi mağluptur. Beş yüz yıldır Avrupa siyasetini zehirleyen bu sorunu kesin olarak çözme fırsatını kaçırmayalım.” diyen fanatik bir Türk düşmanıydı. Dışişleri Bakanı Lord Curzon da aynı görüşteydi. Büyük Yunanistan "megalo idea” hayali kuran Venizelos, işgalin hararetli savunucusuydu. Konferansın Mart ayı başındaki toplantısında işgal kararı çıktı. Buna ek olarak tutuklamalar yapılmasına, Ermeni tehcirinin soruşturulmasına, belirlenen isimlerin Malta’ya gönderilmesine, Mustafa Kemal’i itibarsız ve etkisiz hâle getirmek için İzmir’deki Yunan ordusunun 12 km daha ilerlemesine, Trakya’yı da işgal etmesine karar verildi. Sadrazam Ali Rıza Paşa, bu baskılar karşısında 3 Mart’ta istifa etti; yerine önce vatansever bir asker olan Salih Paşa, onun da İngilizlerin istediklerini yapmayarak istifası üzerine Damat Ferit yeniden sadrazam oldu. Gelişmeleri yakından takip eden Rauf Bey, Mebusan Meclisi’nin Başkan vekilleriyle birlikte Padişah ile görüşerek tepki göstermesini istedi. Vahdettin “Bir millet var, koyun sürüsü; onlara bir çoban lazım, o da benim.” diyerek direnmeye niyeti olmadığını ifade etti.

16 Mart sabahı işgal girişimini başlatan İngiliz askerleri, Şehzadebaşı Karakolu’nu bastılar; uyumakta olan askerlerimizden dördünü şehit ettiler. Meclis binasına girdiler. Rauf Bey, birçok arkadaşı gibi Anadolu’ya geçebilirdi; ancak İngilizlerin hukuk tanımazlığını, zorbalığını dünyaya göstermek için kalmayı tercih etti. Meclis, Payitaht’ın uluslararası hukuka aykırı olarak işgal edildiğini, mebusların işgal edilen meclis binasından silah zoruyla alınıp tutuklandığını, bu şartlar altında çalışmanın mümkün olmadığını belirten bir karar alarak çalışmalarına 18 Mart’ta ara verdi. Padişah, işgale tavır almak yerine 11 Nisan’da Meclis’i feshetti.

İtilaf Devletleri ve Lloyd George, Payitaht’ı işgal ederek millî hareketi durduracaklarını, İstanbul Hükûmeti’ne diledikleri şartları içeren bir barış antlaşması (Sevr) imzalatarak Türkiye dosyasını kapatacaklarını sanarak hata ettiklerini çok geçmeden gördüler. İzmir’in işgali, nasıl ki durumun vahametini hâlâ göremeyen bir kısım aydınların, siyasetçilerin ve ahalinin uyanmasına yol açtıysa; İstanbul’un işgali, mebusların tutuklanıp Malta’ya gönderilmesi de Anadolu’da kongreler sürecinde oluşan siyasi hareketi çığ gibi büyüterek Ankara’da TBMM’nin toplanmasının kapısını açtı. Mustafa Kemal, Heyet-i Temsiliye Başkanı sıfatıyla düğmeye bastı. 18 Mart’ta bütün kolordu ve vilayetlere gönderdiği genelgede şöyle diyordu:

“Bugün İstanbul’u cebren işgal etmek suretiyle Osmanlı Devleti’nin yedi yüz senelik hayat ve hâkimiyetine son verildi.”.

19 Mart’ta bütün vilayetlere ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerine gönderdiği genelgede ise, 23 Nisan’da Ankara’da toplanacak TBMM için seçim yapılmasını istiyordu: “Ankara’da olağanüstü yetkilere sahip bir Meclis, milletin işlerini yürütmek ve denetlemek üzere toplanacaktır.”. Yani sadece yasama yetkisi değil, yürütme yetkisi de demokratik kurallara uygun tarzda serbest seçimle oluşacak bu Meclis’e ait olacaktır.

TBMM, 23 Nisan Cuma günü, Hacı Bayram Camii’nde benzeri görülmeyen coşkulu bir İslami törenle açıldı. Açılışa ulaşım şartlarının çok elverişsiz olmasından dolayı 115 mebus katılabilmişti. Bu sayı, aynı yılın sonunda 365’i bulacaktır. Meclis’te her fikirden, görüş ve düşünceden, ideolojiden, toplumun değişik kesimlerinden, farklı mesleklerden insanlar vardı. Yapılan seçimlerde kazanmış olanların dışında Mebusan Meclisi’nden Anadolu’ya geçenler ve bir yıl sonra Malta’dan dönenler bu çatının altında buluşmuşlardı. Böylelikle işgalden sonra tatil kararı alan Mebusan Meclisi’yle “devamlılık” sağlanıyor, yasama ve yürütme yetkisinin artık Ankara’da olduğu gerçeği ortaya konuluyordu.

Modern kıyafetli, fesli, kalpaklı mebusların yanında; sarıklı, cübbeli ulema sınıfından hocalar, şeyhler, geleneksel kıyafetleriyle aşiret reisleri, üniformalı askerlerle renkli bir görünümü olan Meclis’in ortak paydası, vatanın kurtarılmasıdır. Mebuslar arasında “Hâkimiyet-i Milliye” ve “İstiklal-i Tam” ilkeleri üzerinde tam bir mutabakat vardır. Sakarya Savaşı’nın kritik günlerinde, Meclis’in Kayseri’ye nakli görüşülürken kürsüye çıkan Dersim mebusu ve aşiret reisi Diyap Ağa, ilk ve son konuşmasını yapar:

“Efendiler, biz buraya düşmanla dövüşmeye gelmedik mi, şimdi bırakıp kaçacak mıyız?”

Mebuslar, görece zor şartlar altında, gaz lambası ışıkları altında, okul sıralarında saatlerce müzakere ederek, görüşlerini serbestçe ifade ederek, dört yıl vatanın işgalcilerden kurtarılması amacıyla her türlü zorluğa katlanarak çalıştılar. Kalacak yer bulamadıklarından birkaçı aynı odayı paylaşmak zorunda kalıyordu.

Birinci Meclis, çok büyük yetkilere sahip “kurucu meclis” niteliğindedir; hedefi Millî Mücadele’yi zafere ulaştırmak olduğundan “Kuvvetler birliği” ilkesi benimsenmiştir. Çünkü günün şartları seri karar almayı ve taviz vermeden uygulamayı zorunlu kılmaktaydı. İlk toplantıdan itibaren benimsenen “Meclis Hükûmet Sistemi”nde Meclis yargıya da hâkimdi; Yüce Divan olarak çalışmakta, kurulan İstiklal Mahkemelerinin üyelerini seçmekteydi. Meclis Başkanlığı’na seçilen Mustafa Kemal, aynı zamanda Bakanlar Kurulu işlevini yapan İcra Vekilleri Heyeti’nin de başkanıydı, yani fiilen başbakandı.

Ankara’da teşkil edilen Hükûmet’in yetkilerini ve yeni düzenin anayasal esaslarını belirleyecek temel yasa ihtiyacı, üç aylık komisyon çalışmalarından sonra Meclis Genel Kurulunda görüşüldü; 1921’in Ocak ayında Esas Teşkilat Kanunu adıyla yürürlüğe girdi.

Meclis’te Mustafa Kemal’i destekleyen ve birinci grubu oluşturan mebuslar çoğunluktaydı. Daha iyi organize olan bu grup, oylamalarda ve kararlarda çoğu defa etkili olabiliyordu; ancak Meclis, yetkilerini korumak konusunda çok duyarlıydı. Sakarya Savaşı arifesinde Mustafa Kemal’in olağanüstü yetkilerle Başkomutan olması teklifi, yoğun tartışmalardan sonra üç ayla sınırlı tutularak kabul edildi. Ancak zaferin ardından Meclis’e geldiğinde, bütün üyeler onu ayakta alkışlarla karşıladılar; kendisine “Gazi”lik unvanını vererek onurlandırırken rütbesini mareşalliğe yükselttiler. Bu yetkiler, sonraki aylarda üç defa daha uzatılırken, başkomutanlık ittifakla onaylanırken, olağanüstü yetkiler konusu daima tartışma konusu oldu. Çünkü İkinci Grup’tan muhalifler, “Tekâlif-i milliye ve İstiklal Mahkemesi teşkili gibi münhasıran Meclis’e ait yetkilerin bir şahsa devredilmesi” olarak görüyorlardı. Mustafa Kemal, sonuncusunda yapılan itirazların aşılması amacıyla olağanüstü yetkilere artık ihtiyaç kalmadığını öne sürerek sadece Başkomutanlık’ı üstlenmekle yetindi. Buna karşılık Meclis, Başkomutanlık yetkisinin üç ayla sınırlı tutulmadan süresiz verilmesini oybirliğiyle kabul etti.

Türk tarihinin dönüm noktası olan çok çetin bir dönemde her şeyi göze alarak Mustafa Kemal’in çağrısına uyup Ankara’ya gelen, sadece siyasi tarihimizde değil demokrasi tarihimizde de silinmez bir iz bırakan, şahsiyetli, ilkeli, tavizsiz duruşlarıyla her dönemdeki siyasetçilerimize örnek olan Birinci Meclis’in bütün üyelerini, bir kere daha hürmetle, muhabbetle, şükranla selamlıyoruz. Ruhları şâd olsun.

 

Nuri GÜRGÜR