Doğu Türkistan'da Rehin Kalmak (1)

Çin Halk Cumhuriyeti sınırları içerisinde bulunan, Doğu Türkistan'a (Sincan UygurÖzerk Bölgesi),  çoğunluğu devletin üst düzey görevlerinde bulunmuş bürokrat ve öğretim üyesi akademisyenlerden oluşan on beş kültür inceleme grubundan oluşan Türk kafilesi, 21.05.2016 ile 01.06 2016 tarihleri arasında sürecek bir seyahate katıldım. Seyahatin düzenlenmesinden Ziraat Yüksek Mühendisi Kadir Tosun ve ismi bizce bilinen Tur şirketi sorumluydu.

 

Seyahat, Çin Halk Cumhuriyetinde faaliyet gösteren bir Tur şirketi aracılığıyla ve rehberinin eşliğinde gerçekleşecekti. Turun tamamı Urumçi'den (Beşbalık) başlayıp, yine Urumçi'de bitecek olan toplam 12 günlük “Kültür İnceleme ve Turistik Amaçlı” bir gezi programı idi.

 

Gezi programının rotası ve görülmesi gereken mekânlar ve iller haritada gösterildiği şekilde planlanmıştı. (Şekil-1).

 

***

 

 

Şekil-1: Doğu Türkistan'a yapmayı planladığımız ama yaptırılamayan kültür inceleme gezimizin haritadaki yol haritası ve uğranacak merkezleri gösteren çizim.

***

 

Bu Türk seyahat grubuna katılanların tamamı, akademisyen ve üst düzey bürokratlardan oluşmaktaydı. Bir kısmı emektar, bir kısmı da aktif görevdeydi.

 

Hepsinin devlete verdikleri üst düzey hizmetten dolayı, Yeşil Pasaport taşıyorlardı. On beş kişinin dışında, Çin'den davetli olmalarına rağmen, normal pasaport sahibi, iş adamı ve eşlerinden oluşan 8 (sekiz) arkadaşımızın uçak biletleri alındığı halde, son ana kadar vizelerinin verilmemiş olması herkesi üzdü. Üstelik seyehatin başklayacağı gün olumsuz haber verilerek, yurt içi uçağa binip İstanbul'a gelmek üzere hareket halinde iken uçaktan inenler oldu (Bayram Er ve eşi; Ahmet Sever ve eşi).

 

Bu durum, aslında yeşil pasaportlu yolcular için de bir kuşkunun sinyali olduğunu, sınırda 8-10 saat rehin kalındıktan sonra anlaşılacaktı.

 

Her şeye rağmen, psikolojik burukluk içinde de olsa Çin Havayollarına (China Souhthern Airines) ait uçakla 20 Mayıs’ı 21 Mayıs’a bağlayan gece yarısı İstanbul'dan hareket ettik. (Resim-2).

 

***

 

 

Resim-2: İstanbul dış hatlar terminalinde Çin Hava Yollarıyla gerçekleşecek yolculuğumuz için verilen uçuş kartımız. Sefer sayısıCZ680, kapı numarası-226, koltuk no:44E.

***

Doğu Türkistan'ın (Sincan Uygur Özerk Bölgesi) başkenti Urumçi (Beşbalık) Havaalanına, yerel saatle 11.00 sularında indik. Varış tarihimiz 21.05.2016 cumartesi gününü gösteriyordu.

 

Bu ana kadar her şey düzgün gidiyordu.

 

Çin Hava Yollarına ait uçaktaki hizmet övülmeyecek derecede vasattın altıydı, ancak uzun süren yolculuklarda her halde de sıkıntı çekilmektedir. Bu, Türk Hava Yolları olsa bile...

 

Uçakta doldurulması için bir belge dağıtılıyor. Pasaport kontrolünde alınacak muhtemelen. Onu da gerekli bilgileri doldurduktan sonra hazır bekletiyoruz.

 

Tüm gece uyumamış, yorgun ama çok heyecanlı bir ruh haliyle uçaktan pasaport kontrolüne geçiyoruz. Grup birlikte hareket ediyor. Komünizmin soğuk yüzü, diktatörlüğün gülmeyen suratı, 'her bireyin diğer bir bireyin muhbiri olduğu' bir bölgedeyiz ve onun için de son derece duyarlıyız.

 

Her tarafta güya görevli gibi görünen bir sürü sivil ve asker kıyafetli güvenlikçiler var. Polislerde ve askerlerde silah yok, cop ta yok, anlaşılan onları nezarethanelerde, işkence hanelerde bırakmış olmalılar!

 

***

 

Kaos Başlıyor

 

Devletten devlete yapılan özel ve genel antlaşmaların temeli, uluslar arası hukuk kurallarına dayanır. Bu antlaşmalar da "uluslararası anlaşmalar” olarak nitelenir. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında bir vize antlaşması vardır. Vize alım işlemlerinin, vize almaya gerek olmayan diplomatik ve yeşil pasaportlar dışında kalan bireyler için geçerli olduğuna daire karşılıklı muafiyet beyanı ile “taahhüt" altına alınmıştır.

 

Dolayısıyla karşılıklı yeşil pasaportlar için muafiyet antlaşması olduğunu bilerek ve buna güvenerek son derece rahat ve güvenle pasaport polisi noktalarında sıraya girdik.

 

Diğer yolcular hızlı bir şekilde kontrolden geçip gittiler. Güvencemiz olan T.C.Vatandaşı adına düzenlenmiş yeşil pasaportlarımıza rağmen, antlaşmalara rağmen, bekletilme sürdükçe sürdü; "acaba"sorusunu sormaya başladık kendimizce. Bu öz güvenle pasaport kontrol noktalarında beklemeye başlarken, ilk sırada bendenizin pasaport kontrolün olacağı sırası geldi.

 

Polisin bana ilk sorusu, "Nerden geliyorsunuz?"

İkinci sorusu; "Ne için geldiniz buraya?"

Üçüncü sorusu; "Nerede kalacaksınız?"

Dördüncü soru; "Amacınız nedir?"

 

Bu dört soruya makul ve mantıklı gerçek boyutuyla cevapları verdikten sonra, polis kabinden çıkıp pasaportumla içeride polis bürosu olduğu anlaşılan tarafa gitti, kısa süre sonra geri geldi ve beni polis kontrolünde olan yan taraftaki bankları göstererek orada beklememi söyledi.

 

Ardımdan gelen diğer yol arkadaşlarım da sıra ile aynı işlemi gördü. Banklarda oturmaya başladık. Pasaportlarımız alındığı için polis kontrolünde bekler durumdayız artık. Ya sabır!..

 

***

 

Bu arada valizlerimiz banttan dönmeye başlamış, sahipsiz kalmış durumdaydı. Bagaj bandı tam polis kontrol noktasının karşısında olduğu için valizler alındı ve bir araya toplandı, beklemeye devam edildi.

 

Artık polislerin gözleri önünde, sürekli gözetleyen asker ve sivil polislerin kuşkulu bakışları altında, boş kalan banklarda, argın ve yorgun, aç ve susuz beklemeye başlandı. (Resim:3)

 

***

 

 

Gizli Çekilen Resim-3: Pasaport kontrol noktasında, pasaportları alınmış, beklemeye geçmiş, Türk kafilesinin banklarda endişe dolu bekleyişi. Soldan sağa; Özcan Civan, Ahmet Yılmaz, Kadir Tosun, Fatma Nadide Yılmaz, Salih Küçükkaya, Nural Küçükkaya, Melahat Tosun karede görünüyorlar.

 

***

 

Toplu halde oturmaya ve moral destek olamaya çalışırken, içeriden gelecek iyi haberi bekledik. Polis şefi olduğunu tahmin ettiğim resmi kıyafetli zat geldi, "Aranızda lideriniz kim?" diye sordu.

 

Tur rehberi Mehmet Aydın Bey "benim" dedi.

 

Ve polis sadece tek kontak kişi olarak tur rehberini alıp içerdeki büroya gittiler. Başkasını muhatap almıyordu polis. Çünkü sadece bir kişi ile diyalog kurmayı yeğlediler. Komünizmin gülen (!) yüzü...

 

***

 

Bir insanın fizyolojik ihtiyacı olan lavabo-tuvalet ihtiyaçları olunca, gidermenin yolu bellidir. İlginç olan, bu aşamada artık o ihtiyacı gidermek de polis kontrolünde olmaya başladı. Bay ve bayan ayırt etmeksizin, mutlaka refakatimizde bir askerin, ya da sivil polisin lavaboya gelmesi, başımızda sanki ilgisizmiş gibi oyalanması, çıkınca ardımızda ya da yanımızda olması, bir maddi baskıydı ve özgürlüğümüzü kısıtlamaydı.

 

Bunun anlamı, esaretti, rehin tutulmaydı... Seyahat özgürlüğü, bireysel diyaloglara girme özgürlüğün kısıtlanmasıydı. Lavaboya bile, askeri tabirle, "mevcutlu" olarak gidip gelinmesi, bir hürriyet kısıtlamasının tipik örneği idi.

 

***

 

Bizler beklerken en az 2-3 uçak yolcusu gelip geçti polisten. Yine beklemeye devam edildi. Yolcuların gelip geçtiği alandaki kuru banklarda oturan ya da ayakta duran bizlerin toplu halde, nihayet içeriye çağırdıklarını söyledi rehber.

 

Polis karakolu niteliğinde bölümde farklı amaçla kullanılan odalar vardı. Bunlardan biri, koltuklu, halı döşeli, duvarlarda tabloların asılı olduğu, polis bürosundaki "ince işkence bekleme odası" idi. Kuru banklardan daha insani olan genişçe bir odaya alındığımızı görünce, doğrusunu isterseniz şöyle bir vehme kapıldık; 'galiba insani değerimizin farkına vardılar ki bize özel bir ağırlama programı uygulayacaklar' düşüncesi oluşmaya başladı.

 

Ancak, Uygur Türklerine uygulanan baskının boyutunu öğrendikçe, o ana kadar uygulanan "mobbing" merkezli davranışları gördükten sonra bu hissimizin 'şüphe' yüklü olduğunu anladım. Pasaportlarımızı almadan ve buradan dışarı çıkmadan hiç bir şey garanti değildi.

 

***

 

Riskli Anlar

 

Hayatımız tehlike altındaydı. Altmış yaşı geçkin on beş insanın çoğu yanında torbayla ilaç taşıyordu. Bu kadar strese dayanmak kolay değildi. Her an her şey olabilirdi. Sinirlerimize egemen olamayıp polisle tartışıp çatışabilinirdi. Bir kalp krizi sonucu acil hal oluşabilirdi.

 

Tüm bunların sonunda kayıp vermek veya nezarete atılmak ihtimal dışı değildi. Direndikçe sabrımız da direncimiz de tükenmeye başlıyordu.

 

Bekleme odasında ince ayar Çin işkencesine tabi tutulurken, herkes büyük bir endişe içinde ne olacağını sessizce beklemekteydi. Yorgunluk ve uykusuzluk, yaş ortalaması 60 geçkin bizleri bu koltuklara, adeta bir külçe yığını haline getirmişti. Bu bekleyişle içerde gelecek "iyi" haberi bizlere hayat iksiri olacağı kesindi. (Resim-4)

 


 

Gizli Çekilen Resim-4: İnce ayar Çin işkencesinin uygulandığı "polis işkence bekleme odasında" yorgunluktan halleri kalmadığı belli olan Türk bürokrat ve akademisyenlerin halini yansıtan, gizlice çekilmiş bir kare. Sol baştan sağa doğru; Nuran Güngör, Ramazan Demir, Ahmet Yılmaz, Mustafa Gediz görülüyor. Ve lütfen getirilen birer bardak sudan geriye kalan boş bir plastik bardak, masa üzerinde... Duvarlarda anlamsız sıradan tablolar...

 

***

 

Özbek-Uygur Pilavı

 

Tam da bunları düşünürken, rehberimiz Mehmet Aydın Bey ve sivil polis önden, elinde bir kutu tutan asker girdiler odaya.

 

Rehberimizin ifadesinden aktarıyorum; "Bizi burada bekletirken bir de "Özbek-Uygur pilavı" ikram etmek istediler." diyerek herkese karton ambalajlı Uygur-Özbek pilavı ve yine küçük naylon poşete katılmış karışık turşuyu içeren nesneler, yine naylon poşetler içinde herkese dağıtıldı. Yanında iki adet çubukla...

 

Daha önce Japonya seyahatimden çok iyi hatırlıyordum o çubukları. Farklı boyutlarda süslü olanları da vardı Japonya'da. İki çubukla çorba içmenin zorluğunu orada yaşadığım için, Çin'de pilavı çubuklarla yemenin çok daha kolay olacağını düşünürken, yol arkadaşlarımdan Ahmet Kösen Bey plastik çatallar dağıtmaya başladı. Önlemini düşünmüştü Kösen Bey, ta Türkiye'den... Yapılan baskının ardından tamamen umutsuz vaka niteliğini taşıyan durumla birlikte, 'insani yönleri galebe çalmış olmalı ki' aç olduğumuzu düşünerek, sıcak "Özbek-Uygur pilavı" servisi yapmaları, sönen umutlarımızı yeniden canlandırdı.

 

Ancak, sivil-resmi-askerlerin sürekli kapıda görünüp varlığımızı gözetmeleri, rehberin aralıklı olarak büronun sorgu odasına çağırılması, kuşkularımızı arttırmaya başlamıştı. Kendimce 'umar ve temenni ederim ki bu şüphelerimden yanılırım' diye geçiştirdim içimden...

 

***

 

Pilav ikram işlemi henüz bitmemişken, rehber yeniden sorguya çağrıldı ve geri döndüğünde, tüm umutların söndüğü haberini verdi. Rehberin aktarımından, polis şefinin ifadesi özetle şöyleymiş; "Sizi içeri alamayız. Hiç bir sebep göstermeye mecbur değiliz. Derhal burayı terk edeceksiniz. İlk uçak Kırgızistan'ın başkenti Bişkek'e var, o uçaktan biletlerinizi alın ve gidin. Şayet gitmezseniz sizi bir otele kapatırız. Dışarı çıkamazsınız, kimseyle konuşamaz ve görüşemezsiniz, başınızda güvenlik olacak. Daha çok sıkıntıya düşersiniz. Dört gün sonraki İstanbul uçağını beklersiniz. Bu ilk tercihiniz olacak. İkinci tercih Kazakistan'ın başkenti Almatı'ya akşam uçak var oraya gideceksiniz"

 

 

Böylece işin vahameti ortaya konulmuş, "ikram" sandığımız pilavın yarısı kursağımızda kalmıştı! Yapılan işlem şüphesiz ki ne yasal ne de insani idi... İki devlet arasındaki taahhütlere de tersti. Ama gerçek de böyleydi...

 

Duyurulan ve ısrarlı kararla sınır dışı etme karşısında, zaten yorgun ve uykusuz olan grup üyelerinde inanılmaz bir moral çöküntüsü ve "travmatik şok" yaşandı. Bu resmen bir manevi baskıydı, ince ayarlı Çin işkencesiydi. Bizlere uygulanan manevi baskının doruktaki derecesini kelimelere sığdırmak mümkün değildi. (Resim-5)

 

***

 

 

Gizli Çekilen Resim-5:Rehberimiz Mehmet Aydın (ayakta) tarafından "kötü haberin" duyurulduğu an. İşkence salonunda bekleyen yol arkadaşlarımızdan soldan sağa doğru; Nural Küçükkaya, Salih Küçükkaya, Ahmet Muhtaroğlu, M.Mahir Durakoğlu görülüyorlar.

 

***

 

Telefon Diplomasisi

 

 

Bu sevimsiz haberden ve önerilerden sonra, rehber bir yandan Tur şirketinin sahibine, bir yandan Çin'deki ilgililere ulaşmaya çalışıyordu. Gruptaki bazı arkadaşlarımız farklı kanallardan Türk Dış İşleri Bakanlığına, Pekin'deki Türk Büyük Elçiliğine ulaşmaya çalıştılar.

 

Sekiz on saat bu bekleyişin ardından, yapılan telefon konuşmaları fayda vermedi. Ne Türkiye'deki Dış İşleri Bakanlığına, ne Büyük Elçiliklere ulaşılabildi.

 

Resmen çaresizlik içinde olan biz Türk akademisyen ve bürokratları olarak ya dört gün otelde tecrit edilmeyi, ya da ilk uçak nereye ise onunla Urumçi'yi (Beşbalık) terk etmeyi kabul etme zorundaydık. Aksi halde yaşayacağımız sıkıntıların boyutlu düşüncesi bile çok ürkütücü idi. Herkes son derece üzgün ve kızgın...

 

Hiç bir şekilde sonuç alınamayan bu telefon diplomasisi sürerken polis şefi tarafından rehberimize şu uyarı tekrarlanıyordu; "Boşu boşuna telefon edip zaman kaybetmeyin. Sizi içeri alamayız. Mutlaka geri gideceksiniz" dediği duyulunca, gerçek anlamda çaresizlik içindeydik. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin onuru olan yeşil pasaportuna reva gösterilen bu ilkelliğin kaynağının mutlaka karşılık bulması gereği vardır.

 

Yaptıkları taahhütlerini tek taraflı askıya alındığının ispatıydı. Böyle bir konumda elimizdeki telefonlara da ambargo konulabilirdi. Zaten serbestçe fotoğraf çekmek mümkün değildi. En ufak bir şüphede telefonlar ve fotoğraf makinelerine müdahale ediliyor. Telefonla foto çekildiği şüphesini kapıldığında, telefonu polis alıp çekilen resimleri silebiliyordu.

 

Tüm bu gayretlerin hiç biri sonuç vermiyordu. Önümüzde olan seçenek belliydi ya bir otele hapsedilmeyi kabullenip dört gün sonra İstanbul'a kalkacak Çin uçağı beklenecek, ya da en kısa sürede kalkacak uçakla herhangi bir ülkeye gitmeyi kabul etmekti. Ki polisin söylediği ülkeler arasında Kırgızistan ve Kazakistan'a uçak vardı. Bu ülkeye geçip oradan Türkiye'ye dönmek seçeneği en akli olanıydı.

 

Kazakistan başkenti Almatı'ya kalkan akşam uçağına bizi bindirmeye karar verdiler. Bunun için uçak ayarlanmış, daha önce "biletlerinizi alın" diyen polis, bu kez bu teklifinden vaz geçmiş, bizden bilet parası istemeden, başından "def etmek için" uçuş kartlarımızı hazırlandı . (Resim-6).

 

Resim-6: Kazakistan, Almatı'ya gidecek uçağa biniş kartımız. Çin polisi tarafından verilen mecburi biniş kartı... Pasaportlarımıza "giriş" ya da "çıkış" damgası vurmadan, hava alanında rehit tutarak 8-10 saat sonra uçak biniz kartına damgayı basarak çıkış verdiklerinin belgesi. Üzerindeki tek yan çizik ise, uçağa bindiğimizin ispatı olarak hemen uçağın kapının ağzında polisin uçuş kartına attığı çizgidir.

 

***

 

Pasaportlarımız hala ellerinde, fotokopileri çekilmiş ayrıca ellerinde. Taciz edici aramalardan sonra, uçak yolunda iken bir araya gelerek Urumçi Hava Alanında toplu bir fotoğraf çektirdik. İşte o fotoğraf karesi, Urumçi hava alanında rehin tutulmanın son aşamasını gösteriyor. (Resim-7).

 

***

 

 

Resim-7:Doğu Türkistan'ın başkenti Urumçi (Beşbalık) havaalanında 8-10 saat rehin tutulup sorgulandıktan sonra, Kazakistan'a gidecek uçağa bindirilmek üzere, özel olarak bankot açtıran Çin polisin taciz edici kontrol ve aramalardan sonra bir araya gelindi. Toplu bir resim çekildi. Bu resim, Çin işkencesinin somut örneği olarak belge yerine kullanılmak üzere arşive alındı. Soldan sağa doğru sıra ile Mustafa Gediz, Harun Güngör, Ahmet Muhtaroğlu, Nuran Güngör, Melahat Tosun, Ahmet Yılmaz, Mehmet Aydın (rehber) Kadir Tosun, Nural Küçükkaya, Salih Küçükkaya, Fatma Nadide Yılmaz (görünmüyor), Ramazan Demir, Özcan Civan.

 

 

***

 

Kazakistan başkenti Almatı'ya gidecek uçağa bindiğimizde tüm sinir telleri gergin vaziyette komünist rejime lanet okunuyordu herkes tarafından. Biz de çaresiz kabul ettik bu yolculuğu...

 

***

 

Rehin Tutulma Sebebi...

 

Polis şefinin rehberimizle sürekli ve aralıklı yaptığı sorgulama ve alandan "derhal ayrılma" ısrarları karşısında, sebep sorulduğunda, "hiç bir sebep ve gerekçe göstermeye mecbur değiliz. Üsten gelen emir böyledir" demelerinin mutlaka bir sebebi olmalıydı. Nitekim aradan geçen sorgu seanslarında, alandan 'neden tez elden ayrılmamızın gerektiğini' anlatırken bir türlü gerekçe göstermemekte ısrar etmesi dikkat çekiyordu. Son aşamaya gelindiğinde rehbere yöneltilen şu sorular son derece ilginç ve anlamlıydı. Bizim Urumçi'de rehin tutulmamızın, Doğu Türkistan topraklarına ayak basmamızın yasak olma sebebi ve gerekçesi anlaşılıyordu.

 

Polis şefinin rehberimize sorduğu sorulardan örnekler: “Türk Ocağı’nı tanıyor musun?” “Türk Ocağı’na üye misin?” “Gruptakileri Türk Ocaklı mı?"

 

Bu sorular her şeyi açıklıyordu. Çin yönetimi, Türk milliyetçisi olan bürokratların, akademisyenlerin Uygur halkıyla temas etmelerini istemiyordu. Hele Türk Ocakları ve o ocaktan yetişen, oraya hizmet veren her Türk milliyetçisi, her ülkücü Çin Devleti için "istenmeyen personel" demekti. Bizleri ajan ya da terörist, ya da ihtilal yapacak güçlü kişiler olarak görmüş olmalı ki bu denli baskı uyguladı.

 

***

 

Türk Grubu Üyeleri

 

Doğu Türkistan'a sokulmayıp, sınırda derdest edilip, apar topar Kazakistan'a gönderilen Türk grubunun isimleri ve mensup oldukları görevleri şöyledir.

 

Kadir Tosun (Em. Genel Müd. Yar),

Melahat Tosun (Em. Şube Müd.),

Salih Küçükkaya, (Daire Başk.)

Nural Küçükkaya, (Hsth.Md.)

Ahmet Yılmaz  (Em. Bürokrat)

Fatma Nadide Yılmaz (Em. Öğretmen),

Harun Güngör (Prof. Dr.),

Nuran Güngör (Em. Öğretmen),

Mustafa Gediz (Em. Öğretmen),

Ahmet Kösen (Şube Müd.),

M. Mahir Durakoğlu (Savcı),

Osman Oktay (Bürokrat),

Özcan Civan (Em. Genel Müd. Yard.),

Ahmet Muhtaroğlu (Em. Genel Müdür),

Ramazan Demir (Prof. Dr. Em.),

Mehmet Aydın (Tur Rehberi)

 

***

 

Türkiye Cumhuriyeti Devletine Hakaret!..

 

Peki, yeşil pasaportun anlamı nedir, ne özel haklar getiriyor, ne üstünlüğü, ne farklı özelliği vardır? Bu soruların yanıtı mutlaka biliniyor; çünkü konuya muhatap olan herkes farkında, çok kolay ve basit; devlete üst düzey hizmetlerde bulunmuş insanlara verilen bir kimlik belgesi olup, hamiline bazı avantajlar sağlıyor.

 

Bu avantajlar, yeşil pasaport kapağının iç sayfasında, Türkçe ve İngilizce olarak yazılıdır.

 

İşte o ifadeler: “Tüm yetkili makamlardan, bu pasaport hamiline, engelsiz geçiş hakkı tanınması ve gerektiğinde yardımda bulunulması ve koruma sağlanması rica olunur.”

 

 

Peki, bu özellikli pasaportu taşıyan bizler gibi her vatandaşa, hangi ülkeden olursa olsun, karşılıklı yeşil pasaporta vize muafiyeti varsa, pasaporttaki bu kural hatasız uygulanması gerekir.

 

Eğer devletler yeşil pasaporta da vize uyguluyorsa, ki bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, ona göre davranılır, önlem alınır ve gerektiğinde vize alınır ve öyle gidilir.

 

Ancak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile Çin Halk Cumhuriyeti bu muafiyeti karşılıklı olarak kabul edip taahhütte bulunmuşlar. Böyle olmasına karşılık Çin Halk Cumhuriyeti yetkilileri, yaptığı antlaşmaya, verdiği taahhüde uymamakta direndiler. Bizi saatler süren bekletmeleri bunun göstergesidir. Yani, antlaşmayı tek taraflı olarak askıya aldılar. Grubumuzu sınır dışı ettiler.

 

Vizeyi askıya almak yetmedi, üst düzey devlet bürokratlarına ve akademisyenlerine resmen "mobbing" uyguladılar. Manevi baskının farklı şekillerde hissedilmesi için her türlü "ince Çin işkence yöntemlerini" denediler.

Örneğin; bulunduğumuz mahalde arkadaşlarımız dışında bir başka yolcu ile konuşmamız, diyalog kurmamız, selamlaşmamız, gülüşmemiz dahi "zorluk çıkarma sebebi" sayılacağını düşünerek, bu atmosferi hissettirerek baskıladılar...

 

Vize muafiyeti verirken Çin hükümeti, yeşil ve normal pasaportlar için taahhütlerde bulunurken, şöyle bir madde koymaları gerekirdi;"Türklükle alakalı, Türk milliyetçiliğini savunan ve benimseyen hiç bir Türk Sincan Uygur Bölgesine giremez" demeliydiler!

 

Ama böyle bir ön şartları da olmadığına göre, yapılan işlemin anlamı, Türkiye Cumhuriyetine, yeşil pasaport üzerinden hakaret etmektir.

 

Çin Devleti bunu resmen ve alenen yaptı.

 

Uğradığımız hakaret ve gördüğümüz baskı, uygulanan medeni olmayan işlemler, kişilik haklarımızın ihlali, refüze etme işlemi şahsımızla birlikte Türk Devletine saygısızlık yapılmıştır. Bunun böyle anlaşılması ve gereğinin yapılması gerekir.

 

***

Biz akademisyenler ve bürokratlar olarak devlete olan bağlılığımız ve hizmetimizden dolayı bu özgün belgeyi almaya hak kazanmışız. Bu belgenin sağladığı yasal haklarımız yine Türkiye Cumhuriyeti Devletinin teminatı altındadır.

 

Çin'in Doğu Türkistan (Sincan Uygur Özerk Bölgesi) kapısında uğradığımız hakaret, maddi ve manevi kayıplarımızın tanzimi için yasal haklarımız vardır. Bunu da, bu haklarımızı Çin Halk Cumhuriyetiyle yaptığı antlaşma nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti arayacaktır.

 

O halde, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin vatandaşına verdiği haklarımızı Çin Halk Cumhuriyeti nezdinde aranıp teslim ve tescil etmesi beklenir. Bu yapılmazsa, haklarımızı koruyacak devlet etkinliği ve yaptırım gücü gösteremediği anlamı çıkar ki bu da bizi daha da üzer.

 

Mağdur edilmiş bizler, on beş bürokrat ve akademisyenin hak ve hukukunun anayasal güvence altında olduğuna inanarak devletimiz tarafından gerekli işlemlerin ivedi olarak yapılması gerektiği kanaatini taşıyorum.

 

SONUÇ

 

1- Uluslararası hukuk kuralları kapsamında Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile Çin Halk Cumhuriyeti Devleti arasında imzalanmış olan yeşil pasaporta vize muafiyeti antlaşmasının, bir havaalanı polis şefinin çiğnemesi, askıya alması mümkün değildir. Böyle bir yetkiye de sahip olduğuna inanmıyorum. Bu olay, üst düzey Çin Halk Cumhuriyeti Devlet yetkilileri tarafından planlanarak uygulanmış ve gerçekleştirilmiştir.

 

2- İki Devlet arasında, hukuk kurallarınca onaylanmış, yeşil pasaportlulara karşılıklı vize muafiyet kararın tek taraflı olarak askıya alınma olayı olup, bizlerin şahsında Türkiye Cumhuriyeti Devletine "hakaret" niteliğinde bir girişimdir.

 

3-Çin yetkilileri akademisyen ve bürokratlardan oluşan Türk grubunun Doğu Türkistan'ı (Sincan Uygur Özerk Bölgesini) görmesini istemediler. Akademisyen ve üst düzey bürokratlardan oluşan bir grup olarak, eli kalem tutan, gördüklerinin nasıl yorumlanacağını bilen kişiler olduğumuzu bildikleri için bölgeyi bizden sakladılar.

 

4- Bu çirkin olay, her şeyden önce Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı yapılan büyük bir saygısızlıktır. Bizleri de maddi ve manevi zarara uğratan bu olayı şiddetle ve nefretle kınıyoruz.