Refah Devleti ve Büyüyen Yoksulluk Krizi
İnsanlık tarihinin artık kanıksanmış sorunu olan yoksulluk asırlardır, gerek kişisel anlamda, gerek toplumsal anlamda ve gerekse de devlet ricalince üzerinde durulan, durmak zorunda olunan bir sorunsal olarak önemini koruyor.
Toplumsal anlamda birçok sorunun kaynağını teşkil etmesinin yanı sıra, devlet şeklinin, anlayışının şekillenmesi ve tanımlanması açısından da bu sorunsalın çözümlenip çözümlenmemesi gerekliliği hala tartışma konusu.
Her devletin kendi varlığını ve sürekliliğini devam ettirebilmek için gerekli tedbirleri alma mecburiyeti sadece Alman düşünür Hegel’in üzerinde durduğu ve birkaç düşünürün de kabul ettiği bir gerçek değil. Bugün dünyanın her yerinde, devlet olma iddiasında bulunan her yapının tartışma götürmez gerçeği.
Hal böyle iken bu tedbirlerin neye göre belirlendiği, neleri ifade ettiği ve ne şekilde uygulanması gerektiği asırlardır bahsini ettiğimiz bu devlet iddialılarının gündemlerinden düşmeyen en temel konu.
Bunu neden yapmak zorundalar?
Esasında bu sorunun kilit cevabı refah devleti… Uluslararası arenada söz hakkı elde edebilmenin yolunun refahı sağlayabilmekten geçiyor olması devletleri, küreselleşme süreçlerinde güç savaşlarında rekabet ortamıyla boğuşurken, bir de kendi ülkeleri içindeki sorunlarla boğuşmaya mecbur ediyor. Bu biraz da feodal beylerin kısıtlamasından kurtulmaya çalışan burjuva ile kilisenin etkisinden, feodal beyin rekabetinden kurtulmaya çalışan Kral arasında yapılan anlaşmayla benzer. O zamanın Avrupa’sında ticareti geliştirmek için Kralla birleşenler, bugünün dünyasında uluslararası ekonomide yer alabilmek için hükümetiyle birleşiyor. Bunda bir beis yok. Aksine gerekiyorsa yapılmalı da; ama ülke içi selameti aksatmadan.
Lindbeck’in bir makalesinde, devlet tarafından finanse edilen sosyal sigorta sistemleri, transferler, sağlık, yaşlı bakımı ve çocuk bakımı gibi hizmetlerin sağlanması ya da desteklenmesi anlamında kullanılan refah devleti; öz biçimde sosyal refahın en elverişli şekilde vatandaşlara sunulması amacıyla devletin ekonomiye aktif ve kapsamlı müdahalelerde bulunmasını öngören devlet anlayışı olarak tanımlanır. Terimin henüz 1930’lu yıllarda, yani 1929 Buhranı’ndan sonra Keynes’le literatüre girdiği kabul edilecek olursa; anlayışın çok fazla gelişmediği ve anlam karmaşası içinde olduğu düşünülebilir. Ancak ne var ki terimin mazisinin, ismen olmasa da, toplum olgusunun oluştuğu, toplu insan ilişkilerinin başladığı zamanlara kadar uzandığı bir gerçek.
Gelgelelim aile ve piyasa ile birlikte, sosyal riskleri kontrol eden üç kaynaktan birisi olan refah devletinin tanımı esasen; risklerin nasıl paylaşıldığına göre yapılır. Bu anlamda, devletin rolü sadece en yoksul kesime yönelik ve asgariyetçi olarak tanımlanabileceği gibi kapsayıcı ve kurumsal olarak da tanımlanabilir. Bu iki tanım ise ne kadar çok riskin “toplumsal” olduğu yahut ne kadar çok insanın “korunmaya muhtaç” olduğu noktalarında birbirinden ayrılır.
Toplumun karmaşıklaşması, ekonomik krizler, savaşlar, yaşanan göçler, demografik değişimler gibi birçok neden neticesinde risklerin daha fazla kısmı, hiçbir bireyin tek başına yahut ailesi veya piyasa işleyişi içerisinde kendiliğinden çözülemeyeceği, kontrol edilemeyeceği gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Bu sebeple özellikle geçen yüzyıl boyunca devlet, sosyal risklerin yükünü aile ve bireylerin üzerinden almak için daha fazla çabalamak mecburiyetinde kalmıştır.
Neden mecburen?
Buradaki amaç yahut mecburiyet esasen, insanların karşılaştıkları bu risklerin kontrol edilemedikçe toplum yapısı içerisinde bozukluklara, çözülmelere neden olmalarıdır. Cinayet, gasp, tecavüz, hırsızlık, dolandırıcılık, kamu malına zarar, çocuk suçluluğu gibi birçok sorunsal, bu risklerle artık aile ve piyasanın tek başına başa çıkamamasından dolayı ortaya çıkmıştır. Gelinen noktada sorun; önce bireysel daha sonra toplumsal anlamda huzursuzluğun ana kaynağını teşkil etmektedir. Dolayısıyla devlet bu sorunlara doğrudan çözüm üretebileceği bir sistem geliştirmek durumundadır. Bu sistem ise Sosyal Güvenlik Sistemi’dir.
İnsanların yaşadıkları toplumda karşılaşabilecekleri sosyal risklere karşı güvenliklerinin sağlanması açısından, gereken tedbirleri alan, herhangi bir riskle karşılaşmaları halinde ise; kaybettikleri yahut geçimlerini sürdürmeye yetmeyecek gelirlerine karşı onlara güvence veren sosyal güvenlik sistemi aynı zamanda bireylerin zararlarının giderilmesine yönelik olarak çalışmalar yapılmasını sağlar.
Sosyal güvenliğin temelini hastalık, kaza, analık, yaşlılık, sakatlık, işsizlik, çocuk yetiştirme, ölüm ve yoksulluk gibi sosyal risklerin bireyler üzerindeki etkilerini giderme çabaları meydana getirirken; bu risklerin kamusal idaresini sosyal politika oluşturur. Yani siyasal irade sürecin olmazsa olmazıdır. Ve siyasal irade bunu kimsenin kara kaşı için değil; kendi vatandaşından oy, kendi finansöründen daha rahat destek almak için yapar.
- 19. yüzyılda emek piyasasında işçi ve işveren sınıfları arasındaki sorunları çözmek amacıyla ortaya çıkan sosyal politika; bugün gelinen noktada toplumun değişik kesimlerine ve sorunlarına yönelmiş, tüm bireylerin sosyal gelişmesini sağlamayı ve hayat koşullarını iyileştirmeyi amaçlayan bir vatandaşlık hakkına dönüşmüştür,
- Bu politikalar düzenlenirken yoksullukla savaş, gelir dağılımındaki eşitsizliklerin giderilmesi, nüfus planlaması, eğitim olanaklarının nicelik ve nitelik olarak geliştirilmesi gibi sosyoekonomik etmenlerin göz önüne alınması ve bu politikaların koruyucu düzenlemeler ile bir bütün ve tutarlılık içinde olması da gerekmektedir.
Ama tüm bunlar refah devleti olabilmek amacı dışında; uluslararası piyasada söz hakkı olan şirketlere daha fazla imtiyaz sağlayabilmek, böylece onlardan daha fazla finansal destek alabilmek; bu destekle daha fazla politikayı hayata geçirmek ve daha iyi kampanya yapmak, daha fazla oy almak amacıyla da yapılmıştır, yapılmaktadır.
Ancak son yıllarda neoliberal ekonomi politikaları, küreselleşme ve soğuk savaş sonrasının yeni koşulları ile dünyanın siyasal ve ekonomik yapısı farklı bir görünüm kazanmıştır. Artan rekabet piyasalarında yabancı yatırımcıları ülkelerine çekmek isteyen devletler, yüksek işgücü maliyetleri içeren koruyucu politikaları daha fazla sürdüremediği gibi, diğer ülkelerle giriştikleri üretim ve yabancı sermaye çekme yarışında vergi oranlarını düşürmeleri gibi nedenlerle sosyal güvenlik politikalarını istenilen ve gereken boyutta gerçekleştirememişlerdir.
Bu dönüşüm süreci bir grup ülkeye refah olarak yansırken, bir grup ülkeye de işsizlik, sakatlık, açlık, ölüm, gelir dağılımı adaletsizliği gibi birçok sosyal riskin artması, daha fazla hissedilmesi olarak; ama en çok da yoksulluk oranlarının artması ve bu durumun büyük bir sorunsal haline gelmesi olarak yansımıştır.
Tanımı itibariyle insanların ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli kaynağa sahip olamama durumu, yahut mutlak asgari refah düzeyinin altında kalma durumu veya yaşamda kalabilmek için gerekli mal ve hizmetlere olan ihtiyaçların karşılanamaması durumu olarak tanımlanan yoksulluk; refah devleti açısından; kentsel güvenlik, çocuk işçiliği, çocuk suçluluğu gibi birçok sorunun ana kaynağını teşkil eder.
Önceleri toplum vicdanına bırakılabilecek denli önemsiz görülen yoksulluk, sanayileşmenin verdiği etkiyle artan göçler, değişen ekonomik sistemler, krizler ve dolayısıyla işsizlik gibi sorunlarla da birleşince üzerinde durulması gereken, toplum vicdanına bırakılamayacak denli önemli olan bir sorunsal olarak görülmeye başlanmıştır. Ancak hala, refah devleti, sosyal politika, sosyal güvenlik, sosyal yardım konuları gibi sürekli tartışılan, zaman zaman üzerinde durulan bir konu olma özelliğini sürdürmektedir.
Konunun önemi ise, küreselleşme ile birlikte, sadece bir devleti etkilemekle kalmamasından ileri gelmektedir. Sorun küresel bir sorundur, sadece devlet eliyle çözülemeyecek denli büyük ve karmaşık bir hal almıştır; gerek yapılan/yapılacak sosyal politikalarla, gerek uluslararası kuruluşlar aracılığıyla ve gerekse de kişisel olarak acil olarak çözülmesi gereken bir sorundur.
Sonuç olarak günümüzde savaş, gelir dağılımı adaletsizliği, acımasız piyasa koşulları gibi nedenlerin yol açtığı yoksulluğun nedenleri kadar yoksulluğun nasıl kavranması gerektiği, ne gibi sonuçlara yol açacağı konusu da önem taşır. Yoksulluğun bir durum mu, bir an mı yoksa bir süreç mi olduğuna karar vermek, yoksulluğun çözümünde uygulanacak politikaların tespitinde aktif rol oynayacaktır.
Soruna bakış ekmeğiniz yoksa pasta yeyin deyişine gıpta ettirecek denli vahim haldedir; sorunun sonucu ise, çözülememesi halinde, basit bir çatışmayla kalmayacaktır.