Osmanlı’nın Dilencisi, Türkiye’nin Suriyelisi
Bugün “benim!” diye nitelendirdiğimiz ve bunu söylerken “yöneten” oluşumuzu vurguladığımız devlet; Berdau’nun deyimiyle, insanların insanlara itaat etme durumunda kalmamak için icat ettikleri bir yapıdır.
İktidarın kişisellikten sıyrılıp, kurumsallaşmaya geçişini belirleyen devlette iktidarı kullananlar, ülkede yaşayan tüm insanları bağlayan kararları alırken, kuralları koyarken ve bunları yeri geldiğinde zora başvurarak uygularken, kendi adlarına değil; kurumsal olan bu yapı adına hareket ederler.
Gelin görün ki, bu hareket, uygulayıcısının “insan” olması hasebiyle tam da bağımsızca olmamaktadır. Devlet düzenini kuran, otoritesini kullanan ve kanunları yapan bu kişiler belli ideolojilere, siyasal eğilimlere sahip olduklarından, bu insanların devlet çatısı altında uyguladıkları politikalar ister istemez, toplumun tamamının olmasa da belli kısmının daha fazla faydasına olacaktır. Bu durumun “etik”liği tartışıladursun, sonucunda, var olan gelir adaletsizliği sorunsalı artacak bunun üzerine bir de hak adaletsizliği sorunu eklenecektir.
Peki bu durum neden içinden çıkılamaz bir halde?
Temelleri feodaliteden kaçan tüccarların Venedik’e ticaretiyle atılan küreselleşme, son kertede devletlerin devletleri sömürmesi, yetmiyorsa yutmasına varan bir boyuta atladı. Bugün dünyada, asimilasyon politikalarının, ülkeleri iç savaşlara sürükleyerek yapılan bölme çabalarının arkasında yatan tek nedenin ekonomi ve yani küreselleşme olduğu düşünülürse; dünya yeni bir “100 yıllık taht oyunu”nun içindedir diyebiliriz.
1929 Ekonomik buhranıyla kıymeti anlaşılan devlet müdahalesi, ülkelere 1945-75 arası dönemde sağladığı refahı, bahsini ettiğimiz bu küreselleşe sebebiyle artık sağlayamaz durumdadır. Piyasa ekonomisine geçişle birlikte ise etkiler artık daha fazla hissedilir durumda. Neo liberal politikalar artık kapitalizmle baş edemiyor ve oyun artık daha da ateşleniyor.
Peki son perdesinde Ortadoğu’yu gördüğümüz bu oyunda Türkiye nerede?
İşin uluslararası ilişkiler uzmanlarınca değerlendirilmesi gereken kısımına dokunmadan, değerlendirmek gerekirse; Türkiye yeni bir 100 yıllık adımın eşiğinde. Öyle ki bu adım Türkiye’nin sosyal devletliğini, sosyal refahını, “insanlık”ını “devlet”liğini belirler cinsten.
Ne demek istiyoruz?
Uygulanan dış siyasetin doğruluğu/yanlışlığından bağımsız olarak, bugün içinde o ya da bu şekilde bulunduğumuz “mülteci krizi” neticesinde; bugün “devlet oluşumuz sorguya açılmış; sınırlarımızı açtığımız insanlara uyguladığımız/uygulamadığımız politikalarla “sosyal devlet” oluşumuz sorgulanmaya başlanmış, mülteciler ve vatandaşlar arasında sağladığımız/ sağlayamadığımız huzur, sosyal refahımızı tehdit eder hale gelmiştir. Ve son olarak tüm bunlar bugün olmasa da yarın “insanlık”ımızı da sorguya açacak sorunlar olarak gündemimizde yer almaktadır. ve bugün mültecilerin bizde yarattığı en büyük etki, toplumda yarattıkları risk. Ülkelerinde vasıflı birer çalışanken savaş neticesinde mülteci olan bu insanlar başta Türkiye olmak üzere dünyanın birçok ülkesine iltica etmek mecburiyetinde kalmıştır. İşin insanlık boyutu bir kenara, sosyal boyutu devletin üzerinde durması ve br an evvel çözüm üretmesi gereken bir nokta olmuştur.
Peki ne yapılabilir?
Örneklerini geçmişten alabileceğimiz politikalar bugün sınırlarımızı açtığımız ve akıbetlerini yönetemediğimiz Suriyelilere bir nebze de olsa çözüm sunabilir. Bugün karınlarını doyuramadıkları, barınamadıkları için dilenmek zorunda olan, öyle ki Türkiye’deki “dilencilik” mesleğini kökten uca değiştiren Suriyeliler, bugün hem sokaklarda yarattıkları dejenerasyon, hem de potansiyel ucuz işgücü olmaları hasebiyle yerli işgücüne verdikleri zarar bakımından üstünde durulması gereken bir sorunsaldır.
Avrupa’da önceleri halkın gönül rahatlatmak için sadaka verecekleri bir aracı olarak görülen dilenciler, sayılarının artması ve mahiyetlerinin değişmesi sebebiyle, zamanla “sorun” olarak görülmeye başlanmış, bu durum onların, çalışabilecek güçte olanlar için, emeklerinden faydalanılması gerekenler ve çalışamayacak olanlar için, bakım evlerinde islah edilmesi gerekenler olarak ayrılmalarına sebep olmuştu.
Osmanlı Devleti’nde ise hayır işleri bir iktidar stratejisiydi. Örneğin II. Abdülhamid Han hayır işlerini bu stratejinin merkezinde tutmaktaydı. Vakıfların, külliyelerin sayısının oldukça fazla olmasının sebebi olarak görülen bu tutum, bir çok tarihçinin Osmanlı Devleti’ni refah devleti olarak görmesinin de bir nedenidir.
Tarımsal ekonomide hızlı bir çözülmenin olmaması, peşinden kente göçün gerçekleşmemesi ve dolayısıyla proleterleşmenin gecikmiş olması gbi sebepler her ne kadar Osmanlı Devleti’nin 19.yüzyıla kadar yoksullara ettiği yardımların kısıtlı olmasına sebep olsa da “muhtac-ı muavenet”(yardıma muhtaç) olarak kabul edilen kesim hep vardı.Bunlar “fakr-u zarurete düçâr olan” olarak tanımlanan; genellikle geçici veya beklenilmeyen bir durum sonucu ortaya çıkan maddi zorluklar çekenlerdi. Örneğin bir ailenin geçimini sağlayan erkeğin ölümü üzerine karısı ve çocuklarının belli bir gelirden yoksun kalması gibi.
Osmanlı Devleti’nde yoksulluğun meşruiyet sınırı bellidir. Buna göre; fakr-u zarurete düçâr olanlar; muhtacin olanlar (kendi başına geçimini sağlayamayıp, hayat boyu desteğe ihtiyacı olanlar); musabin olanlar( müsibete uğrayanlar); acezeler (yaşlı, sakat, kimsesiz ve çalışarak geçimini sağlaması mümkün olmayanlar) bu sınırın içinde olup, devlet bu kimselere her türlü desteği sağlamaktadır.
Bu sınırın dışında kalanlar ise serseriler ve dilenciler yani çalışmaya gücü yettiği halde çalışmamayı tercih edenler ve fuhuş yapan kadınlardır. Bunlar dışında kalan, yardım edilmeyi hak eden her yoksula yardım edilmesini elzem gören devlet, çalışabilecek olanı, çalışamayacak olanı da ayırt etmeyi bilmiştir. Örneğin çalışamayacak durumda olduğu subaşı tarafından belirlenenlerin kesinlikle rencide edilmemeleri, onlara dilencilik edeceklerse, mesleklerini bir tür sertifika(cer kağıdı) sistemi kapsamında ve tayin edilmiş olan bir başbuğun sorumluluğu altında icra etmeleri emrolunmuşken; çalışabilecek durumda olup da çalışmayanlara kürek ve kalabentlik gibi ağır cezalar verilmiştir.
On sekizinci yüzyılın ortalarından özellikle de sonlarından itibaren dilencilere ilişkin politikalarda değişimin izlerini tespit etmek mümkündür. Bu değişim, tek tek bireylerin üretken kapasitesinin önemsenmesine ve bedensel ve fiziki cezalandırmalardan, daha çok ıslah ve terbiye eksenli bir uygulamaya doğru yavaş da olsa bir geçiş olarak değerlendirilebilir. Bu eğilimin, iki eksende belirginlik kazandığını söyleyebiliriz. Bir yandan işsiz güçsüz kimselerin işe koşularak ıslah edilmeleri doğrultusunda adımlar atılmış, diğer yandan da çalışamayacak durumda olan fertlerin dilencilik yapmalarına izin vermek yerine, bu kimselere dilencilik yapmalarına gerek kalmayacak bir biçimde yardım yapılmasına başlanmıştır. (Özbek,2008;70)
Günümüz Türkiyesinde ise dilencilik suç olmamakla birlikte, dilenciliğe zorlamak ve aklı baliğ olmayanları suistimal etmek suçtur. suç olmaması hasebiyle gittikçe yaygınlaşan dilencilik, osmanlıdaki çalışabilecek/çalışamayacak ayrımının olmaması yüzünden de gün geçtikçe önü alınamayan bir sorun olmuştur. Bugün Türkiye’de dilencilere yönelik bir politikanın olmayışının yarattığı boşluk, diğer tarafta Suriyelilere yönelik bir politikanın olmayışı;ya da uygulanan mevcut politikanın eksikliği “dilencilik” kavramının “Suriyeli” kavramına evrilmesine neden olmuştur. Son kertede yapılması gereken ise, “dilencilik” sorununa çare aramaktan evvel “Suriyeli”lerin hayat standartlarını düzenleyecek, Türk ekonomisine katkı sağlayacak bir işgücü potansiyeli yaratacak, kültürel farklılıkları özümsetecek bir çözüm üretebilmektir.