Erke ihtiyaç, Erkin Meşruluğu ve Güvenlik
“Allah için sevmek karşılaşılan yaratığın, kainatta bir yeri olduğunu ve bu yerin yaradılış bağıyla korunduğunu bilmektir. Yaradılış bağını koruyanlar, önce ele geçirmeyi değil, kendisiyle neyin paylaşılacağını düşünür. Bu yüzden de karşılaştığı insanın gözlerinin rengine değil, ilgilerine ve gidiş yönüne dikkat eder.
Allah için sevmek, kainatı çekip çeviren bağlara karşı duyarlı olmaktır.
…Kısacası Allah için sevmek, bağları pekiştirmek, çözülüşe, yürüyüşe, yıkılışa karşı durmak demektir. Allah için seven, bir bağlanışla bütün bağlanışlara riayet eder.”
İsmet Özel/ Tahrir Vazifeleri
Kainat yaratıldığından ve ademoğlu var olduğundan bu yana imparatorlukların, krallıkların ve dahi cihan devletlerinin kurulup yıkılışına sahne olan; üzerinde yaşadığımız, nefes aldığımız bu topraklar, eksiği olan tek şeyin, bahsini ettiğimiz o “Allah için sevmek”in eksikliğini yaşadığı için asırladır bir heyulanın içinde.
Dünya asırlardır herhangi bir çıkar uğruna; örneğin para uğruna, ekmek uğruna, sıcak bir yuva uğruna, su uğruna ve hatta yekdiğerinden korunmak uğruna, “birilerini” sevip de “Allah için”, “birbirini” sevmeyi göze alamayan, yahut emrolunan o “hoşgörü” hasletini yerine getiremeyenlere ev sahibi.
Peki ne için?
Burada anahtar kelimemiz “güvenlik”.
Peki asırlardır uğraşını verdiğimiz yegane şey olan kendini güvene almak dürtüsü neyin nesidir ki, bizi, birbirimizi “Allah için” sevmekten geri durdurur?
Ve bu dürtü neyin nesidir ki, insanı yekdiğerinin dünyada en az kendisi kadar yeri olduğu kabulünden ırak eder?
Bu ıraklık nasıl olur da insanı milyarlarca insanın içinde, üstelik kendi çabasıyla yapayalnız eder? Hislerini, hissedişlerini, sevilerini ve hüzünlerini, arzu ve isteklerini paylaşırken korkak ve bencil eder, bir erke muhtaç eder?
Art’a göre öznel yönü; “tehditler, kaygılar ve tehlikeden uzak olma hissi” anlamına gelen güvenlik, “bir bireyin diğerlerinin verebileceği zarardan uzak olduğunu hissettiği bir ruh hali” olarak tanımlanır.
Bir toplumsal değer olarak ise, güvenlik; tehlike, risk, düzensizlik ve korkunun karşıtı olarak, koruma, risk yokluğu, kesinlik, güvenilirlik, itimat ve güven ile öngörülebilirliğe ilişkin bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.
Buna göre Walfers’ın da üzerinde durduğu gibi güvenlik, nesnel olarak, kazanılmış değerlere yöneltilen tehditleri ölçerken; öznel olarak, bu değerlere saldırılacağı yönünde korkuların olmamasıdır.
Bu anlamda Hobbes der ki: “insan; hayatının yalnız, yoksul, kötü, vahşi ve kısa sürmesini istemiyorsa, egemene bir sözleşme biçiminde değil; toplum üyeliğinin bir şartı olarak itaat etmek şarttır. Ortak bir otoriteye veya egemene itaat etmek için karşılıklı sözleşmek siyasi toplumun temelidir ve güvenliği temin edecek tek araçtır”.
Mealen; insan muhtaçtır, aciz olandır, yani kul olandır ve eğer “insanca” yaşamaksa niyeti önce kabul etmelidir karşısındakini, anlaşmalıdır karşısındakiyle ve hoş görmelidir yaratılan her şeyi..
Yasaların insanın insanla çatışmasından üretildiği, çatışmaların hep anlaşamamaktan başladığını ve her şeyin zıddıyla kabil olduğu kabulünden hareketle, düzenin ancak kendi “düzensizliği”ini kabul ile olabileceğini görmelidir. Ve bunu ancak bir devlet sistemiyle temin edebileceğini bilerek hareket etmelidir.
Devlet?
Platon’a göre birlikte yaşamak zorunluluğundan doğan, tüm topluma mutluluk sağlaması için kurulan, Hobbes’a göre herkesin herkese karşı savaşını sona erdirmek için ortaya çıkan devlet, hukuki açıdan; ülke adı verilen bir toprak üzerinde yaşayan insan topluluklarının bir egemenlik anlayışı ve hukuku içinde bir siyasi iktidar altında örgütlenmesi olarak tanımlanır.
Dünya üzerindeki sınırsız ihtiyaçların sınırlı kaynaklarla paylaşımı olarak görülen sistem içinde, birbirinden çeşit sorunla karşılaşan ademoğlu, bu sorunları çözemese de çözülmesini ister. Aile ve piyasa ile üstesinden gelemediği her sorunsalda, asırlardır olduğu gibi bugün de bir yönetene, bir erke ihtiyaç duyar.
Bu ortak kabulü müteakip, aciz olan, ihtiyaç sahibi olan insana devlet yani erk , nasıl bakar?
Devlet düzelticidir. Bununla beraber devlet düzenleyicidir. Olağan akış içinde karşılaşılan onlarca risk içinde devlet, yaptığı politikalarla düzenleyici rolünün gereğini icra ederken, bu risklerin yarattığı etkilerle başa çıkamayan insan, “insanlığını” yitirmesin diye de düzeltici rolünü kullanır.
Mahiyetinde barındırdığı insanların mutluluğunu temin edecek her hizmetten sorumlu olan devletin, bu rolünü kullanırken sağlamaya çalıştığı nihai amaç; sağladığı güvenlikle, meşruiyetini korumaktır.
Peki nedir bu meşruiyet?
Şiddeti dışlayan bir kavram olan meşruiyet, Oktay’ın deyimiyle “şiddet kullanarak değil, rıza üzerine kendini kabul ettirmedir”. TDK’ye göre ise meşruiyet yasaya, dine veya kamu vicdanına uygun olan olarak tanımlanıyor. Üzerinde durulması gereken husus: “uygunluk”. Yani, he ne yapılacaksa yapılsın uygun olmalı. Örneğin şiddet dahi uygulanacaksa, belli bir uygunluk, belli bir kabul neticesinde yani belli sınırlar dahilinde...
İşte tam da bu sebepten devlet, her ne yaparsa yapsın topluma göre, toplum için ve toplumca kabul görecek şekilde yapmak zaruretini üzerinde hisseder.
Tanımı itibariyle devlet “insan”dır. Ve toplum içinde insanın insana verdiği değer her ne ise devletin insana verdiği değer de odur. Buna bağlı olarak icra edilen her vazife “insandan”dır.
İnsan için, düzenleyici olarak envaiçeşit politikaya imza atan erk, düzeltici rolüne “kolluk”la bürünür. Bu anlamda toplumla birebir ilişki kurması bağlamında Polis gücüyle bürünmektedir.
İşte bu yüzden konumu itibariyle siyasal bir yapıyı yani yöneten yapıyı betimleyen polis, icra ettiği vazife ve bağlı olduğu yapı itibariyle, her halde ve şartta, devletin polisidir. Toplumca oluşturulan yasalara bağlı olarak topluma hizmet eder.
Dünyanın herhangi bir devletinde bir polisin insana olan yaklaşımı esasen o devletin halkına o toplum içinde insanın insana verdiği kıymetin mahiyetini anlatır cinstendir.
Bu anlamda “Devletin kafasındaki halk tutumu, devletin tüm kurumlarında hissedilir” algısıyla ileri sürülecek en iddialı ifade “Polis ancak ve ancak devletin yasalarının, devletin siyasasının topluma yansıyan yüzlerinden biridir” iddiasıdır. Ve aslında gerçeğidir.
Dolayısıyla bu algının aksinde oluşmuş ve oluşturulabilecek her algı, yanlış ve gerçek dışı olacaktır.
İşte biraz da bu yüzden bizde ve dünyada insanın insana verdiği değer ve insanın insanı ne için ve nasıl sevdiği hususu önem arz etmektedir.
Dünyada bir çok ülkede, hepsi birbirinden farklı mahiyetlerde olmakla birlikte, devletin toplumuna olan hizmeti “lütuf”, “bahşediş” iken; bizde önce bir “kabul” gereği, sonra bir “rıza” tekabülüdür. Evet bizim devlet geleneğimizde, devlet algımızda “ insana değer veren” bir algı hala hakimken onlarda “düzene değer veren” algı yüzyıllardır hüküm sürmektedir.
Bu anlamda medeniyet tasavvurumuzu, “medenilik” ölçütümüzü belirlerken ve dahi devlet algımızı şekillendirirken üzerinde durulması gereken en önemli husus belki de şudur:
Hangisi doğrudur, hangisi makbul ve “değer” olandır?
-İnsan, insana,”insanlık”a değerdir.