Bosna Minarelerinden Feryatlar Yükselirken

İhtiyar amcanın alev alev yanan gözlerine çığlık çığlığa bir savaşın perdesi inmiş gibiydi. Her geçen saniye, sabrımın kum tanelerini tüketiyordu sanki. Ama başlamıyordu söze ihtiyar, başlayamıyordu. Ağzını açıyor ama o titrek dudaklardan tek bir kelime dahi çıkmıyordu. İstemiyordu, evet anlatmak istemiyordu Bosna’nın geri kalan hikâyesini. Çünkü yok sayıyordu Türk’ün tarihinden ilerisini. Derin bir iç çekti sonunda. Ve başladı söze, tüm cesaretini o nefese toplamışçasına:

 

Rüyasında gördüğü gibi oldu Sultan Mehmed’in. Beş yüz yıllık adalet çınarının koptu dallarından en güzeli. Diğer Rumeli beldeleri gibi… Kana susamış vampirler çevirdi Bosna’nın her bir yanını. Zulüm üstüne zulümle kızıl akıttı zümrüt ırmakları. Artık “Avrupa’nın Kudüs’ü” oldu Bosna’nın adı. Kudüs’ün toprakları gibi kan ve gözyaşıyla sulandı.

 

Hırvat ve Sırplar “Türk” der Boşnaklara. Niye mi? Çünkü ölesiye bağlılardı Osmanlı’ya. Çünkü İslamiyet’in nuru vardı gözyaşlarında. Çünkü kanlarıyla değil belki ama Türk’tüler “canlarıyla”. Başka zulüm sebebi var mı Türk olmaktan âlâ? Kimsesiz bıraktılar Boşnakları. Ardından topladılar silahlarını. Nihayet bekledikleri zaman geldi pusuda bekleyen Sırpların. Birer birer parçalanıyordu toprakları Yugoslavya’nın. Kim engel olabilirdi şimdi kanla süsledikleri Büyük Sırbistan hayaline? Kim direnebilirdi Avrupa’nın en büyük ordularından birine? Kim dur diyebilirdi ihanetle ve nefretle beslenen vahşetlerine? “Aliya!”diye cevap verdi bir ses, haykırarak… Aliya İzzetbegoviç… Canıyla Türk olanlardandı o da. Osmanlı’nın yetim kızına, Bosna’ya sahip çıkandı. Hz. Ali’nin cesaretini taşıyandı. Direnilemez denilene direnip, imkânsız sanılanı başarandı. Bağımsız Bosna-Hersek’in ilk cumhurbaşkanıydı. Sosyalizm ve faşizm arasında ruhunu kaybeden gençlere, fikirleri ve eserleriyle İslamiyet’in ruhunu aşılayandı. Gönüllerde artık bir fatih daha vardı. Bosna mücahitleri, liderlerine Hz. Ebu Bekir sadakatiyle bağlı, içlerinde Hz. Osman’ın güzel ahlakı: Savaşacaklardı! Yüzyılların biriktirdiği Haçlı kinine karşı, imkânsız sanılana karşı, çileye karşı fedakârlığın ve cesaretin yanında “Türk” olarak savaşacaklardı!

 

1992… Bosna Savaşı başladı. Söndürülmüş umutlar, yakılmış şehirler, yıkılmış camiler, akıl almaz katliamlar… Bir milyonu geçen mülteci… Yüz binlerce şehit verdiğimiz bir “soykırım”ın adı oldu Bosna Savaşı. Yüz binlercesine de reva görüldü işkencelerin en ağırı…

 

Ahmiç Köyü’nü bilir misin? Hemen herkesin soy ismi Ahmiç’tir burada. Bosna’nın diğer köyleri gibi hayat fışkırırdı derelerinden. Çocuklar koşar oynardı bahçelerinde, sıcacık yemek kokuları yükselirdi şirin evlerinden… 16 Nisan 1993. Sabah saat 05.30. Yüz on altı şehit verdi Ahmiç tek bir gecede. Yaşlı, kadın, çocuk demeden herkes yakıldı bir camide. Daha dün akşam aynı sofraya oturdukları Hırvat komşuları tarafından hem de. Sadece Ahmiç’e bakınca bile görürsün Bosna Savaşı’nı. Yiten canları, akan kanları…Hangi yürek dayanır, semaya yükselen bebek hıçkırıklarına? “…Ağla Garip Bosna’m Ağla…”

 

Peki ya Srebrenitsa? Duydun mu bu adı? Medeniyetin tek dişi kalmış bir canavar olduğunun ispatıdır burası. Hayır! Sadece Sırpların değil barış gücü askerlerinin de katliamıdır Srebrenitsa! Birleşmiş Milletlerin hiçbir yere barış götürmediği ve götüremeyeceğinin kanıtıdır hâlâ kayıp olan mezarlar… Müsaade edilmiş bir soykırımın hatırasıdır alınan canlar. Sekiz bin üç yüz yetmiş iki. Nasıl bu kadar kolay söylenir ki bu sayı, bir çırpıda… Hâlbuki Srebrenitsa’nın yüz binlerce gözyaşı vardır bu rakamlarda. O gözyaşlarının renk verdiği mavi kelebekler hüküm sürer şimdi bu topraklarda. Savaşın ve soykırımın çaresizliğidir mavi kelebekler Bosna’da. Sakın darılma onlara… Mavi kelebekler sayesinde kavuşmuştur annesi bebeğinin mezarına. Onlar sayesindedir ki, torunu dedesinin öldürüldüğü yerde okuyabilmiştir bir Fatiha. Yegâne kelebeklerdir onlar, ölüm çiçekleriyle yaşayan. Ölüm çiçeğiyse tek zalim çiçektir burada, onlarca Müslüman’ın katledildiği yerlerde açmaya utanmayan…

 

Mostar… Türk’ün özüydü, sözüydü, gönül köprüsüydü ya hani. Boşnakların cesareti ve mücadelesi kırılsın diye, arkasındaki büyük tepenin üstünde kocaman bir Haç yükseliyor şimdi. Hem de mayın döşenmiş etrafına; kimse yaklaşıp sökemesin diye Haçlı zulümlerinin en büyük şahidini. Hırvat komutan ise üstünlük zanneder bu Haçı önce ve karşısına geçer Bilge Kral’ın gafletle. Der ki Aliya İzzetbegoviç’e: “Bak, biz Haçı nasıl diktik. Şimdi bizim Haçımız sizin Hilâlden daha yukarıda. Yeter mi gücünüz bu Haçı kaldırmaya?” Aliya, bu kibirle dolu ahmaklığın karşısında şöyle cevap verir Hırvat komutana: “Komutan, şimdi sen de bakıver bir semaya! Görüyor musunuz şu Yıldızı ve Hilâli? Senin onları yok etmeye gücün yeter mi? Ne kadar yükseklere Haç dikseniz de onu geçemezsiniz ve asla onu oradan indiremezsiniz. Onlar semada olduğu müddetçe biz de inşallah varlığımızı devam ettireceğiz! Siz ise her gökyüzüne baktığınızda asla batmayacak olan Hilâli ve Yıldızı göreceksiniz…”

 

1995… Son bulmuştu Bosna savaşı. Dayton -sözde- Barış Antlaşması imzalandı. On ayrı kantona bölündü Bosna’nın toprakları. Katilleriyle birlikte yaşamaya zorladılar Boşnakları. Yine çaresizce ağlıyordu Osmanlı’nın yetim kızı… Aliya hastalanmıştı, üstelik yorgundu gözleri ve bedeni. Artık teslim etme zamanı gelmişti Osmanlı’nın emanetini…

 

Şimdi vasiyet ettiği gibi, Sarayovası’nda şehitliğin içinde, dostlarının arasında yatıyor Aliya. Sadece “Abdullah; Allah’ın kulu” yazıyor mezar taşında: “Yüce Allah’a yemin ederim ki boyun eğmeyeceğiz O’ndan başkasına!”. Üstünü örten toprakta ise bir avuç toprak saklı Fatih Sultan Mehmed’in kabrinden… Selam eder her gün bu tepeler, bu ağaçlar, bu şehitler “Aliya İzzetbegoviç’e”; “Fatih Sultan Mehmed’den”…

 

Gönüllerde taht kuranlara selam olsun!
Selam olsun gönüllerin fatihlerine!
Beldeleri değil, gönülleri fethedenlere…

 

Selamlar ezanlara karışırken… Kaldırıyor ihtiyar amca yaşlı gözlerini, dalıp gittiği yerden… Mırıldanıyor belli belirsiz: “Ahmet Yesevi’nin, Sarı Saltuk’un, Mimar Sinan’ın ve daha nicelerinin emeği... Fatih Sultan Mehmed’in ve Aliya İzzetbegoviç’in emaneti… Osmanlı’nın yetimi…” Bu sefer sadece yaşlı değil dargın bakıyor gözleri:  “Çok olmadı mı siz Kurtuluş Savaşı vereli? Ne zaman himayenize alacaksınız bizi? Biz Türk’üz, hem de canımızla demedim mi? Yoksa size karşı bir hatamız mı oldu da yok sayıyorsunuz bizleri? Ne yaparsa yapsın affetmez mi bir baba evlâdını, ciğerini? Çektiğimiz çileler yetmedi mi? Sizi beklediğimiz günler hâlâ bitmedi mi? Artık emaneti teslim alacağınız günler gelmedi mi?” Gözyaşlarıyla boğuşuyor son cümleleri ihtiyar amcanın… Benimse kulaklarımda uğulduyor feryadı, Osmanlı’nın yetim kızının…

 

Yazının ilk bölümünü okumak için:

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/6596/selamlar-ezanlara-karisirken-bosna-da.html