Toplum Kafeste
“Abi, kalemimi kırmışlar. Buradan çıktığında, paran da olursa kız kardeşime bisiklet alsana!”. Salonda duyguların ‘med-cezir’ olduğu sahnelerden birisi. Film, bu sahne ile izleyicilerin siyasi duruşu ne olursa olsun, yüreklerine dokunmayı başarmış. Ancak, işkence akabinde cinayetle başlayan ve kaotik bir atmosferde süren filmi günümüz gençliği anlamakta çok zorluk çekecektir.
"Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş" demiş Niyazi Mısrî.
Film, adına vatan dediğimiz coğrafyanın tarihini bilen her gencin rahatlıkla anlayabileceği bir yapım. Peki, filmin ikinci yarısına hakim olan Niyazi Mısri kimdi?
ibn-i Arabi, Mevlana ve Yunus Emre’nin 17. Yüzyıl temsilcisi Anadolu’nun bilge ve ariflerinden olan Niyazi Mısri, mutaassıp din adamlarının öngörüsü ile dönemin yöneticilerinin düşünce ve öğretilerinin kitleler üzerinde etkisi olmasından da korkarak uzun süre işkencelere tabi tutulmuştur. 1676 yılında adi suçlular gibi muamele edilerek apar topar ayağında bukağı ile Limni Adası’na sürgüne gönderilmiştir.
Osmanlı döneminde gerçekleşen bu olayla 21. Yüzyıla çeyrek kala çıkan olayların alakası neydi? Filmde artık postal seslerinin yaklaştığı sıralarda, karşıt görüşlü üniversiteli kızımızın sahaflarda Niyazi Mısri Divanı’nı ararken “ilahi” tesadüf ile filmin kahramanı Mehmet’in karşısına çıkması ile başlayan süreçte filmin aslında sadece bir dönem filmi olmadığı anlıyoruz. Film, yüzyıllar önce Türk’ün bünyesine musallat olmuş bazı arızalı fikirlere gönderme yaparak günümüzde yaşanan pek çok problemin sebebini Mısri üzerinden veriyordu.
Batılı çağdaşları keşifler çağını bitirip sanayi devrimine yaklaşırken, Osmanlı’da Selefi damarın temsilcilerinden Kadızâdeli Mehmet Efendi döneminde; akla dayanan ilimlerin meşru olup olmadığı, Hızır Aleyhisselam'ın hayatta olup olmadığı, Ezanın, Kuran'ın ve Mevlid'in makamla okunup okunamayacağı, sema ve devranın caiz olup olmadığı, tütün içmenin caiz olup olmadığı, Hz. Muhammed'in ebeveyninin imanla ölüp ölmediği, İbn-i Arabî'nin kâfir sayılıp sayılmayacağı, Yezid'e lanet edilip edilemeyeceği, kabir ve türbe ziyaretlerinin caiz olup olmadığı, büyüklerin eteklerinin öpülmesinin doğru olup olmadığı, el sıkışmanın, kahve içmenin caiz olup olmadığı gibi pek çok konu devlet adamlarını meşgul etmiştir. Bu süreç, temsilcisi Vanî Mehmed Efendi zamanında da devam etmiş; çağdaşı ve karşıtı olan Niyâzî Mısrî’nin de katıldığı tartışmalar en üst seviyelere çıkmıştır.
Hür düşüncenin temsilcisi Niyâzî Mısrî herkesin sustuğu, sessiz kaldığı bir ortamda “burç-u belada gördüm kendimi” diyerek taassup ile mücadele edeceğini her platformda beyan etmiştir. Selefi damarın etkin olduğu idareciler, dönemin entrikaları karşısında fazla direnemeyerek pek çok eziyet ve işkenceye tabi tutulan Mısri’yi bugün Yunanistan sınırları içinde bulunan Limni Adası’na sürgüne göndermiştir.
İsimleri ne olursa olsun, Türk Devletlerinin bazı dönemlerinde devleti idare edenlerin akıl tutulmasına şahit olmaktayız. Bu gibi -herkesin suspus olduğu- dönemlerde mutaassıp yöneticilere karşı çıkan, özünü Yunus Emre çizgisinden ve Anadolu ve Balkanlarda yaşamış gönül dostlarından alan milli damardan yetişen Türk Gençliği, aydını her daim hazır olmuştur. Geçmişte olduğu gibi 21. Yüzyılın eşiğinde de “burç-u belada gördüm kendimi” diyerek vatan davası veren insanları, dörtyüz sene önce yaşayan Niyazi Mısri düşüncesi ile özdeşleştirirken, mutaassıp yöneticilerin de varlığının da hala sürdüğünü anlatmaktadır.
Film, selefi düşüncenin günümüz İslam coğrafyasındaki baskın etkisini göz önüne sermek için önümüzdeki tehlikelere de işaret ederek konjonktürel mesajlar veriyor. İzleyiciyi, nerden gelip nereye gittiğini anlamaya, kendini aramaya davet ediyor. Buradan Kafes filminin serilerinin çekilebileceğini anlıyoruz.
Peki darbe olunca her şey düzeldi mi? Vilayetler Evindeki toplantıdan sızan belgeye göre gençleri spor ve cinsellikle ıslah edebileceğini sanan mutaassıp düşüncenin temsilcisi “paşalar” bu işi başarabilmişler miydi? Bunu, sevdiğinin ‘bekle’ mesajını vakur bir şekilde yerine getiren kadın kahramanımızın hem de başkent sokaklarında elinde Niyazi Mısri Divanı ile genç bir kapkaççı tarafından bıçaklanarak öldürülmesinden anlıyoruz. Toplum spor ve cinsellik ile terbiye edilememişti.
12 Eylül sonrası sanat dünyasını elinde tutan çevreler tarafından ilk dönemde “Uçurtmayı Vurmasınlar” son dönemde ise rekorlar kıran “Babam ve Oğlum” gibi Eylül filmlerinin başarısı; siyasi mesajlarından ziyade çocukların yaşadığı travmayı öne çıkararak insanların yüreğine dokunmalarıydı. Çağan Irmak’ın filminin ilk üç günlük izlenme sayısı otuzbeşbini ancak buluyordu. Ancak, insanların birbirine anlattığı filmin izlenme sayısı milyonları buldu. Kafes filminin üç günlük izlenme sayısına baktığımızda -basının ilgisizliğine ve pek çok dağıtım şirketinin sahip olduğu salonlarda gösterilmemesine rağmen- umut vaat etmektedir.
Mahkum olanların bedenleri kafes’e konulurken, 12 Eylül sonrası dışarıdakilerin fikirleri kafese konulmuştu! Sahi, gerçekte kim kafeste ve süreç devam mı ediyor?