Aleviler: Dün, Bugün, Yarın
Anadolu coğrafyası Türkler tarafından vatanlaştırıldıktan sonra toplumsal manada en dikkat çekici hareketler, döneme göre yoğunluğu değişmekle birlikte, isyanlardır. Bilhassa 13. ve 16. Yüzyıllar arası bir nevi ayaklanmalar çağıdır. Siyasi ve askeri anlamda coğrafyaya hâkim iradenin en zayıf ve en güçlü olduğu zamanlarda ayaklanmalar eksik olmamıştır. Bugüne ulaşan toplumsal fay hatlarında ayaklanma devirlerinin mühim etkisi vardır. İlki ve en büyüğü Babailer isyanı olarak kabul edilen bu nevi toplumsal hareketlerin oldukça geniş bir coğrafyada kitlesel hüviyette cereyan etmesi ve bastırılmaları sırasında toplumsal hafızaya kazınanlar tarihimizin en uzun soluklu sosyal fay hattını ortaya çıkarmıştır.
Bugün yaygın olarak adına Alevilik dediğimiz inanç biçimi geçen asra kadar “Kızılbaşlık” namıyla maruftu. İran’ı Şiileştiren Türk hükümdarı olan Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar’ın başında bulunduğu tarikat uzun süre Sünni karakterli olarak varlığını sürdürmüştü. Talebelerinden, ayırt edici olsun diye, yaygın olan beyaz başlıklar yerine kızıl börkler giymelerini istediği için “Kızılbaşlık” zamanla söz konusu silsileyi takip edenlerin genel adı haline geldi.1
Konar göçer Türklerin İslamlaşması bugün anladığımız anlamda Sünni yapıyı bir anda meydana çıkarmamıştı. Uzun asırlar Ahmet Yaşar Ocak’ın “heterodoks İslam”2 olarak tanımladığı bir inanma biçimi olarak yaşamıştı. Ocak, Heterodoks İslamı “Babailer İsyanı- Aleviliğin Tarihsel Altyapısı Yahut Anadolu’da İslam- Türk Heterodoksisinin Teşekkülü” eserinde “… İslamiyet Orta Asya’da değişik bölgelerdeki Türk zümreleri arasına girmeye başladığı zaman, birbirinden farklı iki sosyo- kültürel ortama göre nitelik kazandı. Şehirli ahali tabii olarak bir yerde devamlı oturmaları sebebiyle, medreselerde işlenen ve öğretilen, ve tabiatıyla kitabi esaslara daha sadık bir İslam anlayışını, başka bir deyişle, ayrıca devletin resmi desteğini de sağlayan Sünni Müslümanlığı benimsemişti. Konar- göçer Türkler ise, kendilerine önce İranlı, sonra da Türk sufiler tarafından getirilen tasavvuf ağırlıklı bir mistik Müslümanlık anlayışını benimsediler. Kısa zamanda geleneksel inanç yapılarının rengini alan bu Müslümanlık, Sünni Müslümanlıktan birçok bakımlardan farklılaştı. Bizim heterodoks İslam dediğimiz bu Müslümanlık tarzı, Türk göçleriyle beraber XI. Yüzyıldan itibaren Anadolu’ya girdi ve bir takım popüler sufi çevreleri temsil eden Türkmen babaları etrafında odaklaştı.” şeklinde anlatmaktadır. Anadolu’da yerleşik Türk devlet iradesi konar göçer Türkmenleri yerleşik hale getirmeye ve dolayısıyla vergiyi düzenli almaya çalıştıkça bu kapsamda yer alan Türkmen aşiretlerinde ciddi tepkilere sebep oluyordu. Önce Erdebil merkezli sonrasında Tebriz merkezli Türkmen Şii hareket coğrafi olarak komşu oldukları Anadolu içlerinde de propaganda faaliyetleri yürütmekteydi. Doğu Anadolu’dan Amasya- Tokat ve güneyde Antalya havalisine kadar ulaşan bu propaganda faaliyeti zaten yukarıda zikredilen idare baskısı ve ilaveten merkezi yapının inanca dair dönüştürme iradesi nedeniyle tepkili olan Türkmen aşiretleri üzerinde çok etkili oluyordu. Osmanlı Erdebil merkezli yapıyla II. Murat zamanında tanışmış ve Anadolu’da kabul görmesine sıcak bakmamıştı. II. Bayezid devrinde Şah İsmail önderliğinde dini hüviyetin siyasi mücadelede ana motivasyon kaynağı olarak kullanılmasının akabinde İran’da radikal bir değişiklik yaşandı ve cebren, neredeyse, ülkenin büyük kısmı Sünnilikten Şiiliğe geçti. Şah İsmail’in Osmanlı ile siyasi mücadelesinde, inanç üzerinden, Osmanlı coğrafyasında yaşayan konar- göçer Türkmenlerin hatırı sayılır bir kesimini kendi taraftarı haline getirmesiyle yaşanan hareketlilik sosyal bir vakanın ötesine geçerek güvenlik risklerini içinde barındıran bir boyut kazandı. II. Bayezid’in askeri yöntemleri kullanmama, diplomasiyi aktif kullanma metodu Anadolu’da Şah İsmail’in propagandasının kazanımlarını elde etmesi için gereken süreyi sağladı. Akdeniz’de ve İç-Doğu Anadolu’da büyük ayaklanmalar çıktı ve devlet kuvvetleri tarafından güçlükle bastırıldı. Şehzadeliğinden itibaren Safevilerin Osmanlı nüfusu üzerindeki nüfuzundan rahatsız olan Selim Han padişah olunca meseleyle alakalı devlet tedbirlerini en üst düzeye çıkardı. İran üzerine yaptığı seferde Şah İsmail’i yenilgiye uğratarak İran’ın nüfuzunun kırılmasını sağladı.3 Bu yenilgi sonrası İran’ın içlerine çekilen Şah İsmail eski etkisine bir daha kavuşamadı. Yine bu dönemde Anadolu’dan on binlerce Türkmen İran’a göç etti. Kalan Kızılbaş nüfus yoğun bir Osmanlı baskısıyla yaşamlarını sürdürmeye devam etti. Bir kısmı ulaşımın zor olduğu yerlere yerleşerek, kapalı bir toplum haline geldi. Sultan Selim devriyle birlikte Anadolu’da heterodoks İslam karakterli isyanlar çağı büyük ölçüde kapandı. Devlet aklı Kızılbaşları potansiyel güvenlik tehdidi olarak kodladı ve cumhuriyet dönemine kadar bu algı devam etti. Ebusuud4 başta olmak üzere Sünni din adamlarının pek çoğu Kızılbaşların Müslüman olmadığına dair sert fetvalar verdiler. Bu sert hükümlü, ötekileştiren üslup Sünni halka da sirayet ederek yaygınlık kazandı. Yerleşim yerleri farklılaştı, cemevi- cami ayrımı belirginleşti, kız alıp verme olmadı. Osmanlı’nın katı Sünni karakterli yapısı 3-4 asır ayaklanmamışken dahi Kızılbaşları sistemin içine dahil etmedi, Sünnileştirme politikasını esas aldı. Bu politika neticesinde pek çok tarihi Kızılbaş bölgesi Sünnileşti.
Cumhuriyetin kurulması ve kurucu babaların yeni devletin seküler bir yapıda olmasını murad etmesinden sonra Alevilerin 4 asırlık görünmezlikleri belli ölçülerde sona erdi. Memleketin katı Sünniliğini devlete bakan yönüyle pasifize eden halka bakan yönüyle yapabildiğince minimize eden devlet Alevi karşıtı Sünni politikayı rafa kaldırdı. İlerleyen süreçte köyden kente göçle Aleviler şehirlerde daha görünür hale geldiler, bürokrasiye girme ve ilerleme imkanına kavuştular. Uzun bir yok saymadan sonra sahip olunan hakları iyi kullanan Aleviler yeni cumhuriyetin oluşumunda ve yerleşmesinde önemli rol aldılar. Bürokraside ve siyasette görünür oldukça dikkat çektiler, dikkat çektikçe de devlet tarafından sistemin yeni dışlanmışları olan dindar Sünnilerin tepkisini çekmeye başladılar. Bu durum 4-5 asırlık fay hattını aktif hale getirdi. Maraş, Çorum ve Sivas’ta tarihimizin kara lekeleri olarak andığımız katliamlar yaşandı. Fiilen kan dökülmesi toplumsal kutuplaşmayı daha da arttırdı ve Aleviler yeni devletin görece makbul vatandaşları olurken devlete hakim olma temelli yeni bir gerginliğin de tarafı oldular.
Cumhuriyet dönemindeki bütün kazanımlarına rağmen Alevilerin ibadetlerini gerçekleştirdikleri cem evleri ibadethane statüsüne geçemedi. Diyanet gibi din hizmeti veren ve merkezi bütçeden pay alan bir yapı Aleviler için kurulmadı. Cumhuriyetin yeni elitleri arasında kendilerine yer edinen Alevilerin sekülerleştikçe sisteme dâhil olduklarını müşahede ettik tıpkı sekülerleştikçe benzer bir yer edinen Sünniler gibi. Seküler kurucu iradenin arzu ettiği ideal vatandaş tipine dindar Sünni uymadığı gibi dindar Alevi de pek uymuyordu. Bunun için siyaset ve bürokrasi de yükselen Alevilerin, Alevilerin inançlarını yaşamalarında elle tutulur bir katkıları hiçbir zaman olmadı.
2002’den sonra dindar kabul edilen Sünniler iktidara geldiler. İlk dönemde geniş bir demokrasi yanlıları koalisyonunun desteğini arkalarına aldıkları için hak ve özgürlükler konusunda önemli ilerlemeler olacağı beklentisi yüksekti. Avrupa Birliği sürecinin kazandığı ivmede bu noktada itici bir güç hüviyetindeydi. Demokratik siyasetin üzerindeki baskılar azaltıldıkça beklentiler artmaya başlamıştı. Alevilerle ilgili devlet organizasyonunda ve koordinatör bir bakanın riyasetinde geniş katılımlı toplantılar yapıldı. Tavsiye hükmünde kararlar alındı. Alevi cenahta da bazı ümitlerin doğmasına neden olan bu gelişmeler daha sonra kesintiye uğradı. Tarihi bir fırsat kaçırıldı. Dindar Sünniler eliyle gerçekleştirileceği için toplumsal uzlaşıya vesile olabilecek bir açılım yapılmadı. Geri adım atılmasında meselenin Sünni ulemanın fetvasına bağlanmasını gerekçe gösterenler dikkati celbetmektedir. Tarihi arka plan göz önünde bulundurulduğunda olması en muhtemel neden de bu olsa gerektir.
Bugün gelinen noktada kesintisiz 10. asrını yaşayan Anadolu Türk devlet akışında evvela heteredoks İslam, sonrasında Kızılbaş ve bir yüzyıldır Alevi adıyla maruf insanlarımız ilk defa kısmen de olsa cumhuriyetle vatandaşı oldukları devlete mensubiyet hissetmişlerdi. Cem evlerinin duvarlarını Hz. Ali ile beraber süsleyen Mustafa Kemal Paşa’nın resmi bu hissin teşekkür ifadesidir. Bununla birlikte son yıllarda cumhuriyet öncesi dönemi hatırlatan uygulamalar ve üslupla karşılaşmaları Alevilerde ciddi bir infial uyandırmıştır. Alevi bir bakanın, valinin, rektörün olmaması, alt düzey memurluklara bile Alevilerin alınmadığına dair kuvvetli kanaat toplumsal huzuru bozan bir hal olarak kabul edilmelidir. Gezi olayları, olayların ilk birkaç gün sonrasında aldığı hal, yaralanan ve hayatını kaybeden insanlarımızın kimlikleri göstermektedir ki; cumhuriyetin kazanımlarından geri adım atmak bu meselede yalnız hak ve özgürlüklerin kısıtlanması gibi gayri insani bir durum ortaya çıkartmakla kalmıyor aynı zamanda mühim bir milli güvenlik zafiyeti doğuruyor. Bu zafiyet bu çağda, demokrasiye rağmen güvenlik politikalarıyla üstesinden gelinebilecek bir konu değildir, esasen gelinebilse bile bu yöntem bir dış tehditle işbirliği yapmayan vatandaşlarımıza karşı ahlaki de değildir.
Geldiğimiz noktada birkaç hususu şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde öğrenmiş bulunuyoruz. 1. “Alevilik Ali’yi sevmekse ben de Aleviyim.” söyleminin çözüme bir faydası asla ve kat’a yoktur. 2. Cem evlerini ister tekke ister dergah isterseniz ibadethane olarak görün varlığını yasal statüye kavuşturmadan bu konuda olumlu mesafe alınamaz. 3. Nasıl ki “camii cemaatinden” tanımlaması bir güvenilirlik, iyilik tabiriyse “cem evi” cemaatinden ifadesi de aynen öyledir. Hem cem evine hem de cemaatine hürmet etmek elzemdir. 4. Toplumsal kutuplaşmanın üst düzeyde olmasına rağmen ortalama bir dindar Sünninin Alevileri ötekileştirmesiyle dindar Alevinin Sünnileri ötekileştirmesi mukayese edildiğinde Sünnilerin Alevileri ötekileştirmesinin açık ara önde olduğu görülür. 5. Alevilere dair devlet eliyle yapılması gerekenlerin son aşamada ulemaya sorulması toplumsal huzur ve milli güvenliğimiz bakımından risk oluşturmaktadır.
Kimimizin anlaması için 5 asra ihtiyaç duyduğu kimimize ise 5 asrın yetmediği bu hususlar ışığında heterodoks İslam kaynaklı ayaklanmalar çağının bitişinden 5 yüzyıl sonra biten çağı yeniden başlatmaktan başka bir netice vermeyecek akla zarar ötekileştirme politikalarından vazgeçmek, referans milliyetçilikse milli huzur ve bütünlük için, dindarlıksa cem evinde Allah’ın zikreden Alevilerin çoğalması için, liberallikse temel insan hak ve hürriyeti olduğu için vb. kim neyi önceliyorsa öncelesin, bu meselede inanç hürriyetine dayanan talepler karşılanmalıdır.
Bu yazı ilk olarak Türk Yurdu dergisinin Eylül-2015 sayısında yayımlanmıştır.
______________________________
1- ÖZ, Mustafa, Başlangıçtan Günümüze İslam Mezhepleri Tarihi, 2. Baskı, İstanbul, Ensar Neşriyat, 2012, s. 757
2- OCAK, Ahmet Yaşar, Alevi ve Bektaşi İnanışlarının İslam Öncesi Temelleri, 9. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012
3- İNALCIK, Halil, Devlet-i Aliyye- Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar I, 2. Baskı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009, s. 138
4- DÜZDAĞ, Ertuğrul, Şeyhülislam Ebusuud Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, 1. Baskı, İstanbul, Enderun Kitabevi Yayınları, 1972, s. 109
“Mes’ele: Kızılbaş taifesinin şer’an kıtali helal olup, katl eden gazi ve Kızılbaş taifesinin ellerinde maktul olanlar şehid olurlar mı? El Cevap: Olur, gaza-i ekber ve şehadet-i azimedir.”