Bir Münzevinin Ardından
Bilirim seni sen yalan dünyasın Evliyalar olan dünyasın
Kaçan kurtulsa kuş kurtulurdu
Şahin kanadın kıran dünyasın
YUNUS EMRE
Mecnuna sordular Leyla nic oldu
Leyla gitti adı dillerde kaldı
Benim gönlüm şimdi bir Leyla buldu
Yürü Leyla ki ben Allah’ı buldum
YUNUS EMRE
E. Gellner, L. Witgenstein’in Tractatus Logico-Philosophicus’u için yalnızlığa yazılmış şiir nitelemesinde bulunur. Kendi bilinç düzeyinin adasına mahkûm edilmiş seküler bir yalnızlıktır bu; sadece Nietzsche’nin, Witgenstein’in maruz kaldığı epistemik bir yalnızlık da değil. Geleneksel bütün yapıların, bütün bağların çözüldüğü modern dünyada, sıradan atomize bireylerin maruz kaldığı bir yalnızlık, bir anomidir bu.
Bireyin kendisine yabancılaşması olarak da tavsif edebileceğimiz bu durum, diğer bir açıdan dünyanın büyüsünün bozulması olarak da tarifini bulur. Müslüman bir kafanın bu tarz bir yalnızlığa maruz kaldığını düşünmüyorum. Onun yalnızlığı, ne Witgenstein ve Descartes’ın epistemik yalnızlığı, ne de modern insanın köksüz yalnızlığıdır. Bu yalnızlık, yükseklerden, çok yükseklerden seslenen Hüma Kuşu’nun münzevî yalnızlığıdır.
Nevzat Ağabeyden bahsediyorum. Yerleşik bir aristokrasisi olmayan bir toplumda, şurada burada dağınık vaziyette bulunan kırıntılardan yeni bir bina kurmaya çalışan neslin öncü bir isminden bahsediyorum. Benim gibi kıyısından köşesinden felsefeyle biraz da olsa iştigal edenlerin yazıya girişleri de böyle biraz tuhaf olabiliyor. Fakat her meseleyi olduğu gibi, bu meseleyi de bilişsel bir tarzda okuma gayreti, bu tarz girişleri biraz da olsa mazur gösterebilir.
Benim neslimin, bu tür şahsiyetlerle vicahî olarak tanışması çok sonraya rastlar. Daha ziyade Erol Güngör’ün eserleriyle hayata bakmaya çalışan, onu da tam olarak anladığı söylenemeyen bir neslin mensupları, kaynaklarla teması sağlayan bütün bir yazar-çizer nesline çok şey borçludur. Nevzat Ağabeyi bu çizginin devamı olarak görüyorum. O da nevzuhur olanı değil, “kaynakları” işaret eden büyük geleneğin devamı olarak temayüz etmişti. Ve hep öyle davrandı, itidal üzre ve evin sahibi olarak.
Cengiz Aydoğdu, bu büyük şahsiyeti tanımlarken, Kitab’a; Mustafa Çalık Şahsiyete işaret etti. Hele Çalık’ın mahkeme salonundan aktardığı o pasaj, bütün bir peyzajdır. Orada bir silsile hâlinde bütün bir kahramanlar neslinin son halkasını görebilirsiniz. Daha sonra bütün enerjisini Kitab’a, Kitab’ın anlaşılmasına verdi. Bunu yaparken bir lahza olsun şahsiyetinden ödün vermedi. Doğru bildiğini pervasızca söyledi.
Yıllar sonra Söğüt Toplantıları olarak ilkini düzenlediğimiz çalıştayda kendisiyle aynı ortamı teneffüs ettim. Dursun Fakıh türbesinden doğu istikametine, Sarıcakaya ve Mudurnu Suyu istikametine doğru dalmış hâlini hatırlıyorum. Hepimiz oradaydık, ama ağabey o kendi uzleti içinde vecde varmış, bütün bir ervah-ı fâtihanla muhavere ediyor gibi bir halet-i ruhiye içine girmişti. Bizimle beraber ve fakat bizden ayrı bir âlemde, o âlemin sakinleriyle birlikteydi.
Benim zihniyet üzerine olan çalışmalarımı bildiği için, “İman ve Zihniyet” üzerine çalışsan demişti. İman ve Zihniyet, benim için olsa olsa hayatımın çalışması olabilirdi. O konuşmanın üzerinden hayli zaman geçti ve bu başlık beni çok daha farklı alanlara, İman ve ekonomik zihniyet ilişkisini anlaşılır kılan epistemik sınırlara götürdü. Daha çok davranışsal ve kurumsal iktisat çalışmalarının üzerinde durduğu yorumlayıcı anlama metodunu esas alan bu yöntem, bizde henüz nihai örneklerini vermiş değildir.
Bizde merhum Ülgener’in başlattığı bu gelenek, henüz spekülatif ve sezgiye dayalı müphem bilgi derecesinden, kendi referans çerçevesini inşa eden sağlam bir çerçeveye ulaşamadığı için, ilim çevrelerinde hâlâ tartışmalı bir alan olarak ikinci sınıf bir muameleye tâbi tutuluyor. İşin hem İslamî gelenek içinde, bilhassa “usûl ü din” ve “usûl ü fıkıh”ı ilgilendiren yönü, hem de modern hermeneutik yöntemin son derece karmaşık yönleriyle ilişkili olması, bu tarz çalışmaları ister istemez çok disiplinli bir mecraya itiyor.
Nevzat Ağabey’in bendenizi yönlendirmek istediği bu saha, fakiri, zaten öteden beri ilgi duyduğu bir alana, felsefenin labirentlerine sürüklemek için yeter de artar bir sebepti. Sebeplerin bilgisinden müsebbibü’l- esbâba giden yolda bir yolcu olmak, seyr i sülûkünü bu yolda tamamlama çalışmasında bulunmak; Kitab’ın anlaşılmasına, “Kitab Şuuruna” ne kadar yardımcı olur ya da olmaz, ona da zamanı gelince bırakalım ehli karar versin.
Bizimkisi “Leylî Leylî” der iken, dilin “Mevlî” demesi gibi bir şey olabilir. Onunkisi, “Suna dedimse sen, Leyla dedimse sen” cinsinden daimî bir şuur hâliydi. Yazının giriş kısmında işaret etmeye çalıştığım uzleti de, estetize edilmeye çalışılmış bir imanın soylu yalnızlığını temsil ediyordu. Kendi benliğinin zindanında, kendi algılarını kutsayan modern paganlardan farklı olarak, sonsuzla temasın imkânlarını genişletmeye çalışan bir gelenekti onun çizgisi.
‘Ol dost yüzin görmez isem, bu gözlerim nemdür benüm’ dedi.
O çizgiyi sürdürdü, onun için yaşadı.
O şimdi aramızda değil. O temiz sima, o tekellüfsüz şahsiyet, şimdi ötelerde, çoktan ebedî meşgalesine dalmış Nebiyy-i Ekrem’i istikbale hazırlanıyor.