İsyanı Sükûtunda Saklı Dava Adamı ile İlk Karşılaşmam
19 Ocak 2001 tarihiydi... Ev arkadaşım Dr. Uğur abi, “bizim doktorlarla olan toplantımıza bu hafta şair Abdurrahim Karakoç konuk olacak, sen şiiri seviyorsun, istersen birlikte gidelim” dedi. Hiç tereddüt etmeden olur dedim. Zira üstadı şiirlerinden tanıyordum ama hiç mülakî olmamıştım. Akşam mesai çıkışında Necati Bey Caddesinin ortalalarında 27 numaralı eski bir apartmanın merdivenlerinden 4. Kata çıktık. Zili çaldık, içeride 30-40 dolayında insan vardı. Konferans amaçlı kullanılan salonun en arkasındaki sandalyelerden birine oturdum. Ev arkadaşım Dr. Uğur abi dışında hiç kimseyi tanımıyordum. Çoğunluğu doktor olan hazirunun hemen hepsi birbirini iyi tanıyor ve toplantı öncesi sohbet ediyordu. Bir süre bekledikten sonra Vakıf başkanının odasından başkanla birlikte büyük dava adamı, Abdurrahim Karakoç salona girdi, selam verdi ve kendisine gösterilen masaya oturdu. İsminin sonradan Dr. Emrah olduğunu öğrendiğim 35’li yaşlarda bir abimiz Üstadın biyografisini takdim edip grup hakkında bilgi verdikten sonra sözü çilekeş dava adamına bıraktı. Üstadın ben de bıraktığı ilk intiba son derece tabii üslubuydu. Konuşmasına başladıktan sonra bu gözlemim iyice pekişti. Halkın gönlünde nesilden nesile bu kadar yer etmesi tesadüf değildi… Üstad poetikası üzerine 2 saate yakın bir süre konuştu. Sonra her biri yarım asrı aşkın süredir hafızalara nakşolmuş şiirlerinden örnekler sunmaya başladı. 1950’li yılların ortasında askerdeyken yazdığı, hem şiir hem de türkü olarak Türkçe’ye mâlolmuş “Mihriban” şiirinin hikayesini anlatırken sanki o yılları yeniden yaşıyormuşçasına gözlerindeki parıltıyı fark ettim. Mihriban şiiri üzerine konuşurken dinleyicilerden biri “lambada titreyen alev üşüyor” teşbihini sordu. Üstad bunu uzun uzun anlattı. Sonra farklı şiirlerinden zengin örnekler sunarak dinletiye devam etti. Bir ara üstadın biraz yorulduğunu hâl dilinden anladım. Bir müddet daha direndikten sonra “yoruldum arkadaşlar biraz da siz okuyun” dedi. Hazirundan hiçbir tepki gelmedi. Arkadaşlar buyurun biraz siz devam edin diye sözünü tekrarladı. Dinleyicilerden yine hiç tepki gelmedi. Üstad biraz da sitemli bir şekilde üçüncü kez tekrarladı; “arkadaşlar yok mu içinizden şiirimi okuyacak! Ezbere bilmiyorsanız işte masanın üstünde kitaplar, alın kitaptan okuyun” dedi. Dinleyiciler arasında ilk kez bulunan bendeniz misafir olmam hasebiyle ilk iki kez sorduğunda sessiz kalmayı tercih etmiştim. Ancak üçüncü kez biraz da sitemle sorunca ve kimseden yine tepki gelmeyince, salonun en arka sırasındaki sandalyemden el kaldırıp “ben bir tane okuyabilirim efendim” dedim. O anda salondakilerin hepsi dönüp bana baktı. Üstad buyurun dedi; Biraz yüzüm kızararak şiirin ismini söylemeden doğrudan ezberden okumaya başladım:
Gitmişti makama arz-ı hâl için,
“Bey” dedi, yutkundu, eğdi başını.
Bir azar yedi ki oldu o biçim...
“Şey” dedi, yutkundu, eğdi başını.
Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı,
Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı...
Bir baktı konağa alttan yukarı,
“Vay” dedi, yutkundu, eğdi başını.
Çekti ayakları kahveye vardı,
Açtı tabakasın, sigara sardı.
Daldı… neden sonra garsonu gördü,
“Çay” dedi, yutkundu, eğdi başını.
İçmedi, masada unuttu çayı;
Kalktı ki garsona vere parayı,
Uzattı çakmağı ve sigarayı,
“Say” dedi, yutkundu, eğdi başını.
Döndü, gözlerinde bulgur bulgur yaş,
Sandım can evime döktüler ateş.
Sordum: “memleketin neresi gardaş?”
“Köy” dedi, yutkundu, eğdi başını.
Yürüdü, kör-topal çıktı şehirden,
Ağzına küfürler doldu zehirden;
Salladı dilini... vazgeçti birden,
“Oy” dedi, yutkundu, eğdi başını.
Şiiri bitirdiğimde teşekkür ederim güzel okudunuz, isyanlı sükut şiirimdir bu benim dedi. Sonra salondan kısa bir süre dışarı çıktı. O anda salondakiler de ayağa kalkarak birbiriyle sohbete başladılar. Ben yerimde otururken nübüvvet yaşına yaklaşmış, orta boylu, hafif gürbüz, gözlüklü bir abi yanımdaki sandalyeye oturdu ve “genç arkadaş seninle tanışalım” dedi. Ceketinin çakmak cebinden bir kartvizit çıkararak “ben Başbakanlıktan Birol Dok” diyerek kartviziti bana uzattı. El sıkıştık ben de Gazi’den Bülent Aksoy dedim. Birol abi kendisinin de bir zamanlar Gazi’de çalıştığını söyledi. Sonra “buradaki arkadaşların çoğu doktordur, Abdurrahim abinin doktorlarla ilgili bir şiiri var, okur musun diyerek elindeki kitabı bana uzattı. Şiire bir göz attıktan sonra, mahalli şiveyle yazılan şiirleri okumadığımı söyledim. Birol abi beni tanımamasına rağmen kendine özgü üslubuyla ısrar etti ve ben de kendisini kırmadım. 10 dakika aradan sonra Üstad tekrar salona girdi ve herkes yerini aldı. Birol abi hazirunun karşısına geçip üstad’a “Efendim burada gördüğünüz hazirunun çoğunluğu doktorlardan oluşuyor, müsadenizle az önce şiirinizi okuyan genç kardeşimiz “Tohtur Beğ” şiirinizi okuyacak dedi. Kalabalık yine sessizleşti. Ben şiiri okumaya başladım. Şiir bittikten sonra kitap imzalama faslına geçildi. Üstadın ben de daha önceden aldığım “Vur Emri” kitabı mevcuttu. O akşam da “Beşinci Mevsim” ve “Kaan Yazısı” kitaplarını alarak imzalattım. Grubun koordinatörü Dr. Emrah abi her ne kadar Birol abinin son bölümdeki korsan organizasyonundan hoşnut olmasa da benim için unutulmaz bir hatıraydı. 19 Ocak 2001 tarihi büyük dava adamı Abdurrahim Karakoç’un yanısıra hayatımın akışını değiştiren insanları tanımama vesile oldu. Üstadım “fahr-i kâinat efendimizin komşusu olman duasıyla, mekânın cennet olsun”.