ÜLKESİ VE MİLLETİ İÇİN HASSASİYET DUYMAK
Uluslar arası Cannes film festivalinde en iyi yönetmen ödülü alan Nuri Bilge Ceylan, törendeki konuşmasında “bu ödülü yalnız ve … ülkeme adıyorum” diyerek Türk insanının gönlünde taht kurdu. Çok duygusal olduğunu ve çabuk etkilendiğini her zaman gördüğümüz
bu milletin fertleri Ceylan’ı tanımasalar da sevdiler ve bağırlarına bastılar. Sanırım sır burada: Ceylan’ın davranışı ve milletin sevgisi…
Milliyetçiliğin ilk şartı sevgi olsa gerek. Sevgi olmadan milliyetçilik olmaz. Önce insan kendi milletini sevecek, benimseyecek, mensubiyet hissedecek. Milletini sevmeyen doğal olarak milli olan her şeye karşı bir tepki içinde kalır. Bayrağa, vatana, tarihe, dile, Türkü’ye ve Türk’e ait ne varsa düşmanlık besler. Başka milletten birinin beslediği düşmanlık gibi değil de, kendinden tiksinen, utanan, beğenmeyen kompleksliler gibi… Çeşitli sebeplerden düşmanlık besleyen millet düşmanlarını anlamak mümkün. Ama kendi milletine karşı bu duygu içinde bulunanları açıklamak zor. Bu durum ancak marazi bir hastalık hali olarak yorumlanabilir.
Nuri Bilge Ceylan milletine karşı duyduğu sevgi ve hassasiyeti dile getirmiş oldu. Doğal olarak herkes bu durumu geçen yıl Nobel Edebiyat ödülü alan yazar Orhan Pamuk ile kıyasladı. Orhan Pamuk’un millete karşı zulüm derecesindeki öfke-kin duygusu herkesi etkiledi. Kimse gönül rahatlığı ile bir Türk romancısının başarısını kutlama ve paylaşma rahatlığı yaşayamadı. Pamuk’un yakınları bile buruk kaldı ve daha önceki çirkin davranışlarını tevil yoluna gittiler. Şirinlikler ve mantıklı gerekçeler geliştirmeye çalıştılar ama başaramadılar. Pamuk milletin gönlünde yer bulamadı. Bu sevgiyi paylaşamayan hiç kimsenin bulamayacağı gibi…
Millet olma düzeyine ulaşmış bir ülke insanlarının, sözü edilmese de içinde milliyetçilik duygusu ve şuuru mutlaka vardır. Sağlıklı olanı bunun sözü edilmeden güçlü bir şekilde olmasıdır. Milliyetçilik duygusu ve şuuru güçlü değilse o ülkede görev milliyetçiliğin yaygınlaşmasını misyon edinen kadrolara düşer. Adeta milletin fertlerine milliyetçi olunması gerektiğini hatırlatmak gerekir. Aslında milliyetçilik duygusu ve şuurunun davranışlara yansıması yeterlidir. Eğer davranışlara yansımıyorsa orada problem vardır ve mutlaka müdahale gerekir. Bunu her milletin şuurlu ve kararlı milliyetçileri yapabilir. Türk milliyetçiliği de bu görevi Meşrutiyetten beri güçlü bir şekilde yapa gelmiştir.
Büyük Türk imparatorluğu Osmanlı Devleti yıkılma sürecine girdiğinde ciddi kayıplar verir. Egemenliği altındaki farklı milletlerden gelen toplulukların isyanları, bağımsızlık talepleri ve savaşlar devleti sarsar. Batı karşısında gerilediğinin farkında olarak Osmanlı yönetimi ve aydınları çözüm yolları üretmeye başlar. Türk milletine karşı olumsuz ve olumlu duyguların ilk defa bu kadar açığa çıktığı dönem muhtemelen bu dönemdir. Milletine karşı aşağılık duygusu içindeki yabancılaşmış Batıcı aydınlar ile milletine karşı sevgi ve güven duyan milliyetçi aydınların karşı karşıya geldikleri dönüm noktası burasıdır. Türk milliyetçiliğinin ortaya çıktığı ve gelişmeye başladığı bu dönemden beri, benzeri mücadeleler sürmektedir.
Ortada ciddi boyutta bir aydın yabancılaşması vardır ve bunun bedelini millet ödemektedir. Bu milletin kültürünü sevmeyen, bayrağına bağlılık duymayan, vatanına karşı sorumluluk hissetmeyen, dilini kullanılamaz duruma getiren, varlığına karşı neredeyse husumet besleyen sözde aydınların varlığı milliyetçilerin görevini artırmaktadır. Halbuki kendi milletini kayıtsız-şartsız sevebilen ve sorumluluklarını yerine getirmeye çalışan millet fertleri arttıkça ayrıca milliyetçilik çalışmasına gerek kalmaz. Çalışmalar sadece milletin yükseltilmesi için yoğunlaştırılır. Başarıdan başarıya koşan insanlar göğsümüzü kabartır, gururumuz olur, bayrağımızı yükseltir. İşte asıl milliyetçilik diye bunlar gösterilir.
Ortada milletin gurur duyacağı başarılar varsa ve milletin varlığı bu başarılardan pay alarak yükseliyorsa problemlerimiz çözümlenmiş demektir. Türk sanatçıları dünyada ödüller alıyor, Türklerin ürettiği eserler herkes tarafından beğeniliyor ve tercih ediliyor, Türk takımları dünya standartlarında başarılar kazanıyor, Türk şirketleri global pazarda yatırımdan pazarlamaya büyük başarılara imza atıyor ve Türk milleti devleti ve kültürüyle ilk sıralarda yer alabiliyorsa ortada problem yoktur artık. Milliyetçiliğin sözünü etmeye de gerek kalmaz, çünkü en alasıyla kendisi var demektir. Fakat bugünkü şartlarımız hiç de bu iddiaları destekler görünmemekte ve ciddi bir milliyetçi yaklaşımın egemen olmasını gerektirmektedir.
Milliliğini kaybetmiş ve kozmopolitleşmiş bazı kesimlerin telaşını iyi tahlil etmek gerekir. Milliyetçiliğe cephe alarak ve kötüleyerek örtbas etmeye çalıştıkları icraatları acaba millete ne zarar veriyor diye mutlaka bakmak gerekir. Halbuki millet için kaygı besleyen, hassasiyet gösteren, sorumluluk hisseden hiç kimse milletinden ve bu millete bağlılık şuuru olan milliyetçilikten rahatsızlık duymaz. Yaptıklarıyla sessiz sedasız bir selam gönderir ve bu selam ulaşması gereken gönüllere ulaşır. Tıpkı Galatasaray’ın UEFA başarısı gibi, tıpkı Barış Manço’nun Japonya’daki başarısı gibi, tıpkı Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’deki başarısı gibi…