Türkiye’de Aydın Olma Mücadelesi
Aydın problemi Osmanlı’nın gerilediği ve modernleşmek için çaba sarf ettiği günlerden beri ülkemizin gündemini işgal eder. O dönemde Osmanlı münevverleri arasında yoğun bir fikir üretme çabası vardır. Bu sebepten Türkiye’de çağdaş fikir akımları dendiğinde hala Osmanlının bu döneminde imparatorluğun yıkılmasını önlemek veya bir çıkış yolu üretmek amacıyla geliştirilmiş düşünceler akla gelmektedir. Meşrutiyet döneminin önemli tartışmaları bu akımların çerçevesinde yapılmıştır. Özellikle Batıcılık, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük akımları imparatorluğun kurtuluşu için entelektüel çabalar şeklinde karşımıza çıkar. Bu çabayı gösteren Osmanlı münevverleri bugünkü anlamda aydın sorumluluğu içinde ülkeleri için ıstırap duyan insanlardır. Aydın zaten zihninde ve gönlünde insanlık için, millet için, hakikat için kaygılar besleyen ve çözüm yolları arayan insandır. Aydın olan insanlar toplumun vicdanı olurlar. İçinde yaşadıkları toplumun sorumluluğunu sırtlarında ve zihinlerinde taşırlar.
Aydın olabilmek yoğun bir zihinsel emek ve kültürel donanım gerektirir. Bir ülkenin veya bir toplumun içinden çıkan aydın öncelikle ilkeli ve ahlaklı olmak durumundadır. Temel düsturu doğruluk olmalıdır. Aydın doğru olanın peşindedir. Duygularıyla değil, aklıyla ve tecrübeleriyle doğruyu arar. Doğru bilgiye ulaşmak için özel bir çaba sarf eder. Bilim ve felsefe bu çabada en büyük yardımcısıdır. Her önüne sunulanı doğru zannederek peşinden gitmez. Menfaat için doğruyu değiştirmeye kalkmaz. Duygularının ve menfaatlerinin esiri olmaz. Dün ak dediğine yarın kara demez veya derse de hesabını vererek eleştirel biçimde der. Fikirleri ve hayatı değişken değil, tutarlı bir gelişme içindedir. Bunları başarabilen bir aydın hem milletine, hem insanlık alemine estetik değerde eserler kazandırır. Dünyaya medeniyet adına iz bırakır. Kendi toplumunun güçlenmesine ve gelişmesine katkıda bulunur.
Türk toplumunda son asırlardaki buhranın birçok sebepleri vardır ama aydın problemi bu sebepler arasında önemli bir yer işgal eder. Beyni zonklayan, gönlü ıstırap çeken, emek ve çaba harcayan hakiki aydın sayısı maalesef beklenen oranda değildir. Beklenen orandan kasıt ortaya çıkan özgün eserlerle ilişkilidir. Türk aydını hala Osmanlının yıkılma sürecindeki fikir akımlarını aşmakta zorlanıyor ve yeni fikri eserler üretemiyor, derin analizler yapamıyorsa, çözüm önerileri geliştiremiyorsa ortada ciddi bir problem vardır. Bu probleme okur-yazar kesimi “aydın problemi” adıyla sık sık işaret ederler. Ama kimse eleştiri oklarını kendisine yöneltmek istemez. Bunu çoğu zaman içinde bulunduğumuz milliyetçi kesimde de görürüz. Suçu başkalarında aramak ve bulmak ne kadar kolaydır. Özeleştiri yapabilmek ise o kadar zordur. Bu zorluğa talip olanlardan birisi Durmuş Hocaoğlu ise sağlığında bu konuda yalnız kalmıştır. Türk milliyetçisi aydınlar arasında bir özeleştiri hareketi başlatamamıştır. Bu yazının da çok yansıması olacağı düşünülmemektedir.
Problem aydın adaylarının şahsiyetinde ve yaşanmakta olan sosyal ortamda düğümlenmektedir. Şahsiyetin gelişmesi tamamen ahlaki ve akli bir eğitime bağlıdır. Bunu temel eğitim kurumlarından alabilen birey şanslıdır ama bu ortam Türkiye’de maalesef yoktur. Ezberci ve kalıpçı bir eğitim sisteminde bütün doğru olduğu zannedilen bilgiler genel geçer doğrularmış gibi bireylere aktarılır. Birey ne araştırabilir ne sorgulayabilir ne de eleştirebilir. Hatta yanlış ve eksik olduğunu fark ettiği bilgiler konusunda dahi fikir söyleyebilmesi cesaret ister. Bunun bir bedeli vardır ve çoğu zaman pahalıya ödenir. Bu bedeli ödememenin ne kadar faydalı ve faziletli bir şey olduğu ise toplum tarafından sık sık hatırlatılır. Dolayısıyla doğrunun ölçüsünün şahsi menfaate göre değişkenlik gösterdiği öğretilir. İşte bu öğretilen yer yaşanmakta olan sosyal ortamdır. Doğrunun ve hakikatin peşinde baldıran zehirini içmeyi göze alabilecek şahsiyette olmayan bir kişi bu ortamda zaten söz hakkı kullanamaz. Sadece duruma uyum sağlama ve küçük çıkarlar elde etme amacıyla pozisyon alır. Bu pozisyonda olan birisinden aydın çıkar mı, bilinmez!
Türkiye’de aydın olabilme problemi geneldir. Kendisini aydın zanneden birçok kalem erbabı bir yerleri kendisine referans alarak adeta fikir pazarlamacılığı yapmaktadır. Istırabını çekmeden, hesabını vermeden, emeğini harcamadan, akıl süzgecinden geçirmeden sundukları ve savundukları düşüncelerin zaten fazla anlamı yoktur. Yıllarca ortada tartışılacak özgün fikirler bulmak neredeyse hayal olmuştur. Türkiye’nin liberalleri, sosyalistleri, milliyetçileri, İslamcıları, mistikleri, anarşistleri dünya düşünce tarihinde tartışma yaratacak çıkışlar yapamamışlardır. Bunun yerine ithal veya eski fikirleri piyasaya sunmayı tercih etmişlerdir. Bu sunumlarında da bağlı oldukları yerlere göre ve durumlara göre tavır geliştirmişlerdir. Hâlbuki hakiki aydının ölçüsü kendisine zarar verebilecek dahi olsa doğrunun ve hakikatin savunucusu olabilmektir. Gerekirse doğru zannedilen kabullere ters düşebilmektir. Gerçek aydın günün adamı değil, hakikatin aşığıdır.
Türkiye’de fikir akımlarına göre aydınların sınıflandırıldığını görürüz. Orijinal ve kendi içinde tutarlı bütün düşünceler değerlidir. Bizim sıkıntımız ortalıkta fazla ses çıkartan kesimler dahil fikir üretiminde ve dolayısıyla hakiki aydın yetiştirilmesindedir. Bir dönem dünyayı ayağa kaldıran Marksistlerimiz Türkiye’de neredeyse aydın olmanın tekelini almış durumdaydılar. Bir dönem aydın olmakla solcu olmak eşdeğer kabul edilmekteydi. Buna rağmen ne dünya çapında, ne de Türk düşünce tarihinde iz bırakacak orijinallikte fikir adamı çıkmamıştır. Bunun karşısında yer alan milliyetçi kesim de aynı sıkıntıyla karşı karşıyadır. Marksistlere göre fikirlerinin ve iddialarının sosyal gerçekliklere uygunluğu tarihi olaylarla tescillenmiş olan Türk milliyetçiliği bir türlü beklenen entelektüel atılımı yapamamıştır. Anti Marksist söylemlerde nereye kadar liberallerle ortak olduğu, nerede ayrıştığı bir türlü netleşememiştir. Üstelik Osmanlı dönemindeki Türkçü aydınların çizmiş olduğu “turan” ufkuna fiili olarak yaklaşıldığı bir sosyal süreçte ciddi entelektüel problemler olduğu ortadadır. Bu konuda bütün Türk aydınları gibi, Türk milliyetçisi aydınların da özeleştiri yapmak zorunluluğu vardır.
Durmuş Hocaoğlu Türk milliyetçilerinin özeleştiri yapması gerekliliğini Türk Yurdu dergisinin Mayıs 1999 sayısında feryat eder gibi dile getirmiştir. Ona göre Türk milliyetçiliği bir paradoks yaşamaktadır. “Türkiye, milliyetçilik için belki de her zamankinden daha fazla müsait bir ortam hasıl etmektedir ve fakat buna taban-tabana zıt olmak üzere, Türkiye'de en az etkin olanlar yine Türk Milliyetçileridir.” Bu durumda Türk milliyetçilerinin şiddetle özeleştiri yapması gerekir. Özeleştiri bir konuda hakkın teslimini yapabilmektir. Nerede olumlu yönler var, nerede hatalar ve engeller varsa bunları doğru olarak görebilmektir. Bu ihtiyaç duyulan eleştiriyi Hocaoğlu’na göre “bizzat Türk Milliyetçiliği içerisinden gelen, o kültür ve terbiye ile yetişmiş ve kendisini el'ân böyle nitelendiren, fakat hiçbir şahıs, zümre, parti, hizip, cemaat ve fraksiyona bağlı olmayan, hiçbir şahıs, zümre, parti, hizip, cemaat ve fraksiyonun adamı olmayan, bütün bunların hepsinin dışında ve üstünde, bağımsız, samimî milliyetçi entelektüeller” yapmalıdır.
Aslında milliyetçi aydınlar için geçerli olan talep Türkiye’deki bütün aydınlar için geçerlidir. Aydın hassasiyeti taşıyan şahsiyetler hiçbir surette kurumlara, şirketlere, cemaatlere, vakıflara, zümrelere, partilere, hiziplere göre hareket etmez. Buralarla organik bağ içerisinde bulunamaz. Sadece fikir paylaşımında bulunabilir. Hiçbir etkide kalmadan ürettiği doğru bilgiler ve geliştirdiği fikirleri bütün kamuoyuna sunar. Kendisiyle fikir beraberliği olanlar zaten bu zenginlikten faydalanırlar. Sonuçta bu bilgiler ve düşünceler ülke ve millet menfaatine kullanılmış olur. Türkiye’de kendisini aydın kabul eden veya aydın olmak isteyen şahsiyetler buna azami dikkat etmek zorundadır. Bu Türkiye’nin problemlerinin çözümünde mesafe almamızın yegane şartıdır. Birileri hala yabancı ideolojilerin çığırtkanlığını yapmaya, yabancı sermayelerin ve küresel güçlerin menfaat temsilcisi gibi davranmaya, cemaat bağnazlığına ve etnik körlüğe devam ederse problem büyüyerek sürecektir. Türkiye’de yaşayan her kim olursa olsun, aklıselime kulak verirse doğrularda buluşmak zor değildir. Bunun tek yolu şahsiyetli gerçek aydınların düşüncelerinden geçer.
Aydın problemi Batılılaşmayla beraber bozulan gelenekler arasında değerlendirilebilir. Osmanlı’nın yükseliş döneminde bilim, düşünce ve kültür alanında yüksek başarılar ortaya bir medeniyet koymuştur. Kimliği ile karakteri ile Osmanlı Türk medeniyeti diyebileceğimiz bu dönemin yüksek kültür ortamına dünya hala hayrandır. Dünyanın imrendiği bir medeniyetin mimarları ise sadece yöneticileri değil, kültür üretimine katkı sağlayan münevver kadrosudur. Bu münevver kadrosu aynı zamanda çözülmenin de sorumluluğunu taşır. Çözülmeyi ve yıkılmayı durdurmak için o dönemin önde gelen aydınları yoğun emek sarf etmişlerdir. Fakat ilk önemli hastalık da bu dönemde ortaya çıkmıştır. Ülkesine hizmet için yetiştirilmeye çalışılan aydın adaylarının büyük kısmı Batının parlak kültüründen etkilenerek işin kolayına meyletmişlerdir. Yeni durumlara ve problemlere karşı cevap veremeyen, çözüm üretemeyen bu kesim Batı medeniyeti karşısında komplekse kapılmışlar ve hayranlık duygusuyla harekete başlamışladır. Bu hayranlık ister istemez kendi toplumu ve kültürüne karşı önyargılı bir küçümseme ve suçlama durumuna dönüşmüştür. Bir aşağılık kompleksiyle Batılı devletlere ve kültürlere öykünen dönemin seçkinleri, bugün hala tartışmaya devam ettiğimiz “aydın problemi” olgusuna yol açmışlardır.
Aydın probleminin odak noktası, toplumda büyük emeklerle yetiştirilmeye çalışılmış beyinlerin komplekse kapılması ve kolaya yönelmesidir. Hâlbuki bir toplumun içinde yetişen aydın adayları öncelikle kendi toplumu ve kültürü hakkında yeterli bilgi düzeyine ulaşarak komplekslerden uzak durmalıdır. Kültürel birikimi hem kendi toplumu, hem de dünya şartlarını doğru anlamaya yetecek düzeye yükselen aydın artık üretime başlayabilir. Bu üretim düşünce alanında, yönetim alanında, edebiyat alanında veya sanat alanında olabilir. Yoksa ülkesinden, tarihinden, dünyanın gidişinden haberdar olmayan, meydana gelen olayları idrak edemeyen ve doğru okuyamayan aydın olamaz. Bu tipler toplum içinde sadece aydın olarak geçinir. Özellikle de bazı güç odakları bunları topluma aydın gibi sunmayı tercih eder. Çünkü bu tipler kendi toplumuna hizmet etmek, problem çözmek, yeni ufuklar açmak bir yana sürekli zarar verecek adımlar atarlar. Dolayısıyla milletler arası mücadelede çok kullanışlı silahlar haline gelirler. Kendi milletine kurşun sıkan silahlara dönüşürler.
Zihni çaba göstermeden, emek vermeden, sancı çekmeden aydın olmak imkânsızdır. Bunları yapmak ise yeterli değildir. Aydın olabilmek için önümüzde zorlu bir mücadele olduğu açık. Bir tarafta meşakkatli bir yolculuk. Bir tarafta nefsimizle vermemiz gereken bir sınav. Bir tarafta da antik dönemin Sofistlerine taş çıkartacak bir sosyal ortam: çıkarcılık, ilkesizlik, değişkenlik, tutarsızlık, yanar-dönerlik… Bütün bunların karşısında sadece doğrunun ve hakikatin hesabında olabilmek. Bunu başarmak zor olsa gerek. Hele İmam-ı Azam gibi yeterli maddi imkânlara ve korkusuz bir yüreğe sahip değilseniz doğruluğun peşinde zor bir yol geçeceksiniz demektir. İmam-ı Azam Ebu Hanife ne Emevi hanedanının çıkarları, ne de Abbasi hükümdarlarının şahsi istekleri için ilkelerinden vazgeçmedi. Bu ilkeler hakikatin ilkeleriydi ve bunların arkasında durabilmek zindanı göze alabilmek demekti. Bu durumda aydın olacak şahsiyet bir yerlerden talimat almayacak, fikirlerini birilerine yaranmak için değiştirmeyecek, çıkarı için dönme dolaba benzemeyecek. Türkiye’nin bu kalitede aydınlara ihtiyacı var.