Demokrasi Türkiye’de de Sancılı Gelişiyor

Fahri ATASOY

İnsanlığın gelişme evrelerinde sancılı çok dönemler vardır. Bugün medeniyetin temsilcisi ve insanlığın ulaştığı en yüksek uygarlık düzeyi olarak Batı dünyası bu duruma tesadüfen gelmiş değildir. Bir zamanlar Batının birbirini yiyen toplumları belki biraz da bizim sayemizde kendilerini geliştirmek zorunda kalmışlardır. Bir taraftan Endülüs Emevileri, bir taraftan Osmanlı Türkleri Batıdaki zulüm yönetimlerini tehdit etmişlerdir. Özellikle Osmanlı fütuhatının sırrını arayanlar bunu görebilirler. Sıradan yerli halk, zalim derebeyleri ve kralların baskısından Osmanlı yönetimi sayesinde kurtulduğunu gördükçe devletin toprakları genişlemiştir. Osmanlı’nın ele geçirdiği topraklardaki insanları farklılıklarıyla tanıyan ve aralarında adalet uygulayan yönetim anlayışı gücünün sırrı olmuştur.

Batıda demokrasi mücadelesinin temelinde Ortaçağdaki teokratik ve totaliter düzene gösterilen tepkiler vardır. Protestanlığın gelişmesini sağlayan, Fransa’yı halk ayaklanmasına ve devrime götüren, insan aklını putlaştırmaya kadar vardıran ve aydınlanmayı besleyen modernizmin temelinde bu karanlık çağla hesaplaşma vardır. Hatta bu hesaplaşma zaman zaman çok çetin geçmiştir. Bunu siyasal düşünce tarihinde görmek mümkündür. Biz sadece bu gelişmeleri hatırlatarak bugüne gelecek olursak, Türkiye’deki yaşananları daha iyi yorumlayabiliriz.

Türkiye geri kalmışlığını ilk olarak askeri başarısızlıklarıyla fark etmiştir. Bunun için askeri sistemdeki yeniliklerle işe başlamış ve zamanla süreç batılılaşma şekline dönüşmüştür. Demokrasinin ilk temeli sayılabilecek meşrutiyet girişimleri de maalesef azınlıklara özel haklar elde etme girişimlerine dönüşmüştür. Türkiye’de sosyal hayatta olmayan ayırımcılık bu dönemde artmaya başlamıştır. Osmanlı’nın tebaası olan Müslümanlar egemen millet olan Türklerden farklı tutulmamışlardır. Müslüman olmayan azınlıklar ise bazı sınırlamalara tabi olmalarına rağmen eşit muameleye sahiptir. İlk zamanlarda toplumda derin bir ayırım ve bölünme yoktur. Bölünme ve birbirini tanımayacak şekilde farklılaşma zamanla artmıştır. Bu sürecin mutlaka çok iyi tahlil edilmesi gerekmektedir.

Bölünme ne zaman artmıştır sorusunun cevabı üzerinde düşünmeyi gerektirmektedir. Fakat bizim kanaatimize göre, toplumu ilerletmek isteyen aydınlarla, devlet erkini elinde bulunduran ilerlemeci yöneticilerin tavırlarıyla artmaya başlamıştır. İnönü dönemi gayri-milli batıcı uygulamalarıyla uç noktaya sürüklenmiştir. Bunu ilk çok partili seçimlerde görmekteyiz. 1946 yılında ilk olarak CHP dışında yeni bir parti kurulmuş ve seçimlere katılmıştır. Burada bir siyasi partiden çok bir sosyal bölünme işareti vardır ki, bu bölünmenin derecesini 1950 sonrası dönemde DP kesiminin tavırlarında net olarak görebiliriz. Bu zıtlaşma ve kamplaşma ülkeyi 27 Mayıs askeri müdahalesine götürmüştür. Hatta bugünkü kamplaşmanın köklerini oluşturmuştur. Bugün doğal olarak çok şeyler değişmiştir ama temelde tahammül edilemeyen “öteki” anlayışı yerleşmiştir. Son Ergenekon veya Ümraniye soruşturmasındaki tavırlarda bile bu bölünmenin yansımaları görülmektedir.

Konuyu daha da netleştirmek için birkaç önemli noktanın altını çizelim. Birincisi “biz batı karşısında geri kaldık ve bu farkı kapatabilmek için bir an önce batılılaşmamız lazım.” Bu tespit temel argüman olarak bir hareket noktası sağlıyor. Batıcı aydınlar ve yöneticiler buna dayalı olarak toplumu değiştirmeye karar veriyorlar ve uygulamaya başlıyorlar. Toplum ise tam içine sindiremeden birazını kabul ediyor, birazını reddediyor ve direnmeye başlıyor. Bu direnme genelde sessiz ve derinden gerçekleşiyor. Ne sokak gösterileri, ne sivil itaatsizlik tarzı tepki görülüyor. Ama sosyolojik tahlillere muhtaç bir gizli direnme yaşanıyor. Bu direnme belki de bir sosyal hastalık olarak tezahür ediyor. Bir sosyal travma yaşanıyor.

Bu arada batıcı zorlamalarla toplumu adam etmeye kararlı elit de farklı akımların etkisinde kalıyorlar ve toplumsal bölünmeye farklı boyutlar katıyorlar. Bu boyut Türkiye’de Marksizm’in düşünce bazında ve eylem bazında gelişmesine paralel olarak takip edilebilir. 12 Eylül darbesine kadar olan dönemde yaşananlar bunun en büyük delilidir. Bu bölünme ülkenin tüm farklılıklarını etkisi altına almış ve büyük bir anafor yaratmıştır. Aile içinde sağcı –solcu kardeş kavgasından, Alevi – Sünni ayrışmasına ve Marksist Kürtçülük hareketine kadar uç noktalardaki bölünmelerin yaşanmasına sebep olmuştur. Bugün yaşanan olayların arkasında bu etkileri mutlaka iyi tahlil etmek gerekir. Örnek olarak toplumu batıcı formlarda adam etmeye çalışırken önce toplumun geleneksel yapısında bölünme meydana getirmişler, sonra da o bölünmenin üzerine etnik temelli ve batılı bir ideoloji (komünizm) yoluyla yeni parçalanmalara yol açmışlardır. Bugün Marksist Kürtçülük hareketini bu anlamda bir sosyal travma olarak yorumlamak gerekir. Ortada Kürtler arasında Türk milletine karşı başlatılan bir milliyetçilik hareketi yoktur. Bütün milliyetçilikler kendi toplumsal menfaatlerini ve tarihi bağlardan doğan sosyal irtibatlarını öncelikli olarak korurlar. Türkiye’deki Kürtlerin Türk milletine karşı böyle bir tavrı intihar eylemcisi gibi olur. Hem kendini öldürür, hem de karşıya önemli zayiatlar verdirir. Bunu ise ne Türk milleti ister, ne de Kürtler ister. İstese istese Türkleri ve onun içinde Kürtleri sevmeyen düşmanlar ister. Dolayısıyla bir süreç içinde ortaya çıkan toplumsal bölünmeleri farklı boyutta tekrar değerlendirmek gerekir.

Gelelim demokrasi konusuna. Baştan beri bölünme emarelerini göstermeye çalıştık. Dikkat çekmeye çalıştığımız en önemli yer ise toplumun zorla kültür değişimine sokulmak istenmesidir. Toplumun gerçekten ilerlemeye ve gelişmeye ihtiyacı var mıdır? Tabii ki vardır. Fakat bu gelişme bünye içinden doğal yollarla canlandırılamazsa sıkıntılar çıkmaktadır. Toplumsal gelişme sürecinde sapmalar çoğalmaktadır. Türkiye’de demokrasinin gelişmesi böyle bir zıtlaşmalar sürecini de beraberinde getirmiştir. DP iktidarı döneminde halkın büyük teveccühünü kazanmasına rağmen eski dönemin elitleriyle sürekli çatışması en somut zıtlaşmadır. Sonrasında DP’nin devamı olarak Adalet Partisi’nin kurulması ve 12 Mart muhtırasıyla iktidardan uzaklaştırılması, MSP ve MHP’nin kurulması bu zıtlaşmaların artarak devamını sağlamıştır. Özellikle 1970’li yıllarda Marksist terörün ülkeyi kan gölüne çevirmesiyle ülkede kutuplaşma doruk noktasına ulaşmıştır. 12 Eylül bütün olumsuzluklarına rağmen kısmi olarak bu bölünmenin durmasına sebep olmuştur. İlk defa sağ ve sol gruplarda olan insanlar o günün zor şartlarında birbirini dinleme ve anlama sürecine girmiştir.

Bölünmenin tek boyutlu olmadığını belirtmiştik. 12 Eylül sonrasında iki zıt kutup mensupları yedikleri darbenin etkisini üzerlerinden uzunca süre atamamıştır. Darbe yememiş gruplarda ise ülkenin kaderini etkileyecek ve ön plana çıkacak şekilde bir gelişme gözlenmiştir. MSP çizgisinde yeniden örgütlenen Refah Partisi ülkede ciddi bir iktidar alternatifi olmuş ve DYP koalisyonu ile hükümet kurmuştur. Cumhuriyet’in batıcı öncü güçleri DP’den olduğu gibi RP’den de şiddetle rahatsız olmuşlar ve 28 Şubat muhtırası ile 1998 yılında bir anlamda yeniden darbe yapmışlardır. Burada hükümete darbeden öte bir toplumsal kesime gösterilen tahammülsüzlük dikkat çekmektedir. Bu tahammülsüzlüğün beslediği kin ise toplumdaki bölünmenin derecesini gittikçe artırmaktadır. 28 Şubat yakın tarihteki önemli kırılma noktalarından birisidir. Bu kırılma noktası çok geçmeden kendi dinamiklerini besleyerek yeni bir partinin kurulmasına ve iktidara gelmesine yol açmıştır. Milli görüş gömleğini çıkartarak değiştiğini iddia eden bugünkü AKP 28 Şubatın ürünüdür.

Görüldüğü gibi meydana gelen olaylar belki hesaplanmayan önemli gelişmelere yol açmaktadırlar. DP’den farklı bir kulvara yönelerek siyasi çıkış yapmaya çalışan MSP, dünya görüşü olarak Siyasal İslam’a yönelirken, batıyı toptan reddetme eğiliminde olmuştur. Hatta bu dünya görüşünün ideolojik savunucuları demokrasiyi küfür düzeninin bir aracı olarak olumsuzlamışlardır. Fakat Allah’ın takdiri 28 Şubat en fazla onlara demokrasinin ne kadar büyük bir nimet olduğunu göstermiştir. Çünkü demokraside farklı anlayışlardaki insanlara ve gruplara tahammül ve onları tanıma esastır. Ötekini yok farz eden ve diyaloga girmeyen yaklaşımlar her zaman bölünmeleri körükler. Bu süreç dışlama ve bölünme sürecini artırmıştır.

Yakın döneme geldiğimizde ise AKP’nin seçim başarısı, kendisini bu toplumun sahibi gibi gören kesimlerin rahatsızlığını artırmıştır. Bu kesimleri homojen olarak tanımlamak zor olsa da, geleneksel olarak CHP çizgisinde bir gruplaşmadan bahsedebiliriz. Cumhurbaşkanlığı seçiminde 367 şartı, ADD önderliğinde Cumhuriyet mitingleri, AKP’yi kapatma davası, başörtüsü meselesinin Anayasa değişikliği ile çözülmeye çalışılmasına gösterilen tepki ve son olarak seçimlerde % 47 oy almış olan AKP’yi kapatma davası bu bölünmenin derecesini gösterme bakımından ibret vericidir. Bu kesim açıkçası millet ne derse desin, bizim dediğimizin dışına çıkılamaz mesajı vermişlerdir. Aslında bu tavır muhafazakâr toplum kesimlerini AKP etrafında toplanmaya itmiştir. (Kürtçü bölücülüğün çok can yaktığı ve tepki topladığı muhafazakâr bölgelerdeki oy yönelmeleri bunun delilidir.) AKP’nin 28 Şubattan ders alarak demokrasiye ve batıya yönelmesi karşısında, batı değerlerini topluma egemen kılmaya çalışan geleneksel batıcı cephedekiler ters bir pozisyonda kalmıştır. Neredeyse roller değişmiş gibidir. Ama değişmeyen, husumet ve yok etme hırsıdır. Bu hırs, demokrasinin dışına çıktığında, her yolu mubah sayar. Dolayısıyla AKP’ye karşı olan elitist batıcı çevrelerin bir kısmı kendilerini darbe girişimlerinin içinde bulmuşlardır.

Darbeciliğe kim ne kadar bulaşmıştır bilinmez. Ama bilinen o ki şimdi herkese hukuk ve demokrasi gerekmiştir. Hatta buna acilen ihtiyaç vardır. Çünkü artık toplumun bölünmelerden doğan sancıları çekecek takati kalmamıştır. Bu süreç Türkiye’ye ibretlik dersler sunmaktadır. Herkes kendi dersini almak zorundadır. Herkesin bu süreçte bir miktar tuzu – biberi vardır. Kimse tamamen masum değildir. Herkes başkasını suçlama ve yok etme yerine tanımayı ve hakkını vermeyi tercih etmelidir. Toplumda birlik ve bütünlük hedeflenmelidir. Bir toplumun en birleştirici dinamiklerinin başında milliyetçilik gelir. Herkes kendine göre milliyetçilik tanımı yapmak yerine Türk Milletine göre milliyetçilik yapmalıdır. Milliyetçilik, milletin bütün fertlerini eşit olarak sevmeyi, onları yükseltmeyi, ortak değerleri korumayı ve temsilen bayrağı yükseltmeyi gerektirir. Türkiye’nin milli başarılarında Türk bayrağının yükselmesi, nasıl toplumun bütün kesimlerini aynı ortak duygularda birleştiriyorsa, milliyetçilik duygu ve şuuruyla bütünleşmeye ihtiyacı vardır.

İnsanların birbirini yok etme girişimi ve tanımama lüksü yoktur. Kimse birbirinden üstün değildir. Kimse bazı sebeplerden ayrıcalıklı değildir. Hepimiz bu milletin mensubu olarak eşit haklara ve görevlere sahibiz. Siyaseten beğenilmeyen bir parti, yine siyaseten eleştirilmeli ve hesabı demokrasinin usulleri gereği sandıkta görülmelidir. Aynı şekilde darbe girişimine maddi ve manevi destek vermiş olanlar kanun karşısında bütün vatandaşlar gibi eşit olmalı ama zanlı olarak rencide edilmemelidir. Çünkü bu nezaketli, adaletli ve ahlaklı yaklaşıma hepimizin ihtiyacı var.