MASUM(!) SİLAHLI DEVRİMCİ EYLEMLERİNDEN KÜRTÇÜ TERÖRE
Uzun süredir televizyon ekranlarında seyirci toplayan bir dizi var. Görüntüsü son derece masum. Hatta romantizmle bezenmiş denebilir. Hatırla Sevgili ismiyle atv kanalında yayınlanıyor. Yakın tarihimizde yaşanan olayları sunarak adeta nostalji yaşatıyor, zaman zaman da özeleştiri yapılmasını sağlamaya çalışıyor. Daha çok eski Türk filmlerinin duygusal atmosferinde insanlara hitap ediyor.
Dizinin 68 sonrası gençlik hareketlerini ve siyasi olayları ekranlara taşımaya başladığı zamandan beri rengi politikleşmeye başladı. Sözde bir döneme ayna tutmaya çalışırken vicdanları sızlatıyor ve insanı düşündürüyor. Bir an geriye gidiyorsunuz. Son zamanlarda unutmaya yüz tuttuğumuz ve kendimizden şüpheye düşmeye başladığımız geçmişi düşünüyoruz.
Gerçekten bizim sevgili devrimcilerimiz bu kadar masum mu idi? Okulları işgal edip, genç zihinleri altüst etmediler mi? Silahlarını sanki devlete ve ülkücülere doğrultmadılar mı? Üniversiteleri işgal ettiklerinde terör estirip, cebir kullanmadılar mı? Toplumun muhafazakar ve kırsal kesiminden okumak için şehirlere gelen ülkücülere üniversitelerde hayat hakkı tanıdılar mı? Durup dururken bu kaba saba ülkücüler bizim efendi-nazik-okumuş(!) devrimci çocuklara mı saldırdılar?
Pes doğrusu. Bu senaryoya imza koyan zatlara söyleyecek bir söz bulamıyoruz. Bir tarihi süreç gözümüzün önünde ancak bu kadar çarpıtılabilir. Dizide de gösterildiği gibi adamlar bellerinde silahlarıyla rektör makamı basıyorlar ve ardından polisle silahlı çatışmaya giriyorlar. Sonra da olay masum bir kovalamacaya dönüşüyor ve devletin faşist polisi(!) bizim devrimci yoldaşı arkasından haince vuruyor! Bütün çelişkilerine rağmen manzara karşısında ister istemez üzülüyorsunuz. Genç nesilleriniz tek taraflı bir sempati kazanmış oluyor.
O dönemin objektif bir değerlendirmesinin mutlaka yapılması gerekli. Devrimcilere de ülkücülere de çok haksızlıklar yapıldığı ortada. Bunu herkes kabul etmekte ve özeleştiri ihtiyacıyla bazı çalışmalar yapılmakta ve yapılmaya devem edilmeli. Ancak sanat eserinin gücüyle subjektif bir taraftarlık yaratmak ve duygusal bir masumiyet yaratmak haksızlıktır. Yaşanan tarihi çarpıtmaktır. Acılara, çilelere, yanlışlara, haksızlıklara örtü örtmektir.
Halbuki Türkiye devrimci hareketin verdiği zarardan çok çekmiştir ve hala çekmektedir. Devrimci hareketin dayandığı sosyalist ve komünist ideoloji zaten ayrı bir eleştiri konusudur ve bu konuda sayfalar dolusu teorik açıklama mevcuttur. Bu ideolojinin pratiğe geçiş süreci olarak ortaya çıktığı devletlerde ve özellikle SSCB önderliğinde dünyanın başına açtığı problemler henüz unutulmuş değildir. Bugünün şartlarında küresel emperyalist süper güç bir devletin açtığı yaralar diğerini unutturmamalıdır. Türk toplulukları ve Türk kültür çevresindeki insanlar komünist sistemin kıskacından çok etkilenmişlerdir. Bugün etkileri hala devam etmektedir.
Türkiye’nin durumu bu çerçevede özel olarak değerlendirilmelidir. Türkiye Osmanlı devletinin devamı olarak çok zengin bir tarihe ve kültürel birikime sahiptir. Osmanlı kızıl elma hedefi olarak belirlediği yönler doğrultusunda yıllarca mücadele vermiş ve bir noktadan sonra durmak zorunda kalmıştır. Batının üstünlüğü ele geçirdiği bu dönemde ise tekrar kalkınma hamleleri yapan Osmanlı, kalkınmanın yolu olarak modernleşmeyi seçmiştir. Başta ordusu olmak üzere, kurumlarını ve sosyal hayatını modernleştirmek için bir takım yeniliklere imza atan Osmanlı, aynı zamanda Batının etkisine açılmış oldu. Türk milleti Tanzimat’tan Meşrutiyete ve Cumhuriyete uzanan yolda kendisine en uygun yolu bulmaya çalıştı.
Cumhuriyet milliyetçi bir modernleşme projesiydi. 19. yüzyılda evrenselci hümanizmin ve milliyetçiliğin aynı zamanda yükseldiği bir paradoksu içinde barındırmıştı. Cumhuriyeti kuran siyasi irade ve dönemin milliyetçi aydınları, Türkiye’nin yönünü milli bir modernleşme hedefine çevirdi. Bu hedefte Atatürk sonrası meydana gelen sapma ise, Türkiye’de batı kaynaklı evrenselci komünizme kapıları açmış ve palazlanmasına sebep olmuştur. İnönü döneminde yapılan manevra, Türkiye’de komünist düşüncenin yaygınlaşmasına ve aydınların kendi kültürel köklerine yabancılaşmasına sebep oldu. Kendi milletini sevmeyen, kendi tarihini ve kültürünü aşağılayan bir aydın kesim ortaya çıktı. Bu aydınlar gazetelerde, üniversitelerde, okullarda ve genel kamu alanında etkili olmaya başladılar.
Komünist ideoloji devrimci maskesiyle ülkede 68 olaylarıyla baskın çıkmaya başladı. İdeolojinin doğası gereği farklı bütün düşüncelere hayat hakkı tanımak istemediği için saldırgan bir yol izledi. Kendisine potansiyel rakip gördüğü milliyetçi kesimi ise birinci dereceli düşmanı olarak ilan etti. Egemen olduğu yerlerde tahammül etmek bir tarafa, hayat hakkı tanımamaya başladı. Böylece ülkede kurtarılmış okullar ve bölgeler ortaya çıktı. Bu bölgelere ne devlet görevlileri, ne de milliyetçiler girebildiler. Bunu ise masum bir devrimci şirinliği ile değil silah gücüyle yaptılar.
Halbuki Türk milliyetçiliği, sosyalizm ya da komünizmin istediğinden daha çok kalkınmacı, halkçı, dayanışmacı ve sosyal adaletçi temellere dayanıyordu. Devlet’i bu hedeflerin tahakkuku için elzem görüyor ve önemsiyordu. Bunun böyle olup olmadığı hususunda tereddüdü olanlar, başta Ziya Gökalp olmak üzere o dönemin milliyetçi aydınlarının yazdıklarına baksınlar, bu dediğimizi apaçık olarak görürler. Çünkü milliyetçilik güçlü bir toplum hedefler. Güçlü bir toplumun bir ayağı kültür birliği ise diğer ayağı da hiç şüphesiz iktisadi zenginliktir.
İdeolojik olarak gençliğin zehirlenmesinin mutlaka büyük bedeli oldu. Masum pek çok insan bundan etkilendi ve istemese de bu süreçte yer almak zorunda kaldılar. Halbuki yanlış bir ideolojinin siyasi ve sosyal olarak hayatını devam ettirmesi mümkün değildi ve bu durumu dillendiren milliyetçilere kimse kulak vermek istemedi. Milliyetçilerin pek çok alanda haklılıkları tarihsel olarak ta ortaya çıkmasına rağmen, gündemde pek yer bulmadı. Zaten biz haklı çıktık reklamı peşinde olmayan milliyetçilerin, hala haksızlığa kurban gitmesi ise kabullenilir bir durum değildir.
Komünist ideolojinin uygulama yöntemleriyle meydana getirdiği anafor ülkede hayati tehlikelere yol açtı. Bunlardan birisi ise hala başımızın belası olan ve son zamanlarda şiddetini artıran “Marksist Kürtçü Terör” oldu. Bazılarının sürekli tekrar ettikleri gibi ortada bir kürt azınlıkçılığı veya milliyetçiliği yoktu. Marksizm ile milliyetçiliğin bir arada olamıyacağını herkes tarafından bilinmesine rağmen, komünist bölücü hareketin asıl amacı örtbas edildi. Yanlış teşhislere ve kanaatlere sebep olundu.
Cumhuriyetin kuruluşunda Türk milletinin bir parçası olarak tanımlanan ve bundan rahatsızlık duymayan Kürtler adeta zorla dışlanma yoluna itildi. Buna bilerek veya bilmeyerek birçok kesim hizmet etti. Halbuki hamasi duyguların ötesinde Anadolu’da soy ve kültür olarak kaynaşmış olan bir milletin evlatlarını ayırmak mümkün değildi. Kürtlerin her şeye rağmen sosyal yakınlıkları bu kültüre aitti. Nitekim türküler, ağıtlar, adetler, gelenekler ve kültürel değerler bu bütünlüğün sosyolojik delilidir. Bu bütünlüğü parçalayan ise çarpık bir ideolojiye dayalı düşmanlıklardır. Bu düşmanlıklar 80 öncesinde kardeş (gerçek anlamda) çatışmasına yol açtığı gibi, PKK’nın estirdiği Marksist terör hem Kürtlere, hem Türk devletine karşı bir düşmanlık kini ile saldırmaya devam etmektedir.
Bir dizinin hatırlattıklarından buraya gelmemizi belki abartı olarak görenleriniz olacaktır. Ama kültürel parçalanmaya yol açan bir ideolojinin Türkiye’de yol açtığı tahribatı görmezden kimse gelemez. Gerçekçilik dozlarını aşmış eşitlikçi, adaletçi, özgürlükçü devrimci yalanların hayalinden bazıları uyandı ama çok şeyler kaybedildi.
Bu nedenle şu anda etki gücü olmasa da dünün (ve bu günün) Marksistlerine-eğer kaldıysa- sempati doğurmak bile haksızlıktır. Tarihe haksızlıktır. Milliyetçiliğe haksızlıktır. Doğruluğa haksızlıktır.