Bir Entelektüel Hareket Olarak ‘Türkçülük’
Türk olmak ontolojik bir meseledir. Bu yargı felsefe literatüründe önemli bir tanımlamadır. Felsefe insanın zihin yoluyla hakikati arama çabası olarak önce varlığın ne olduğunu açıklar. Varlığın temel var olma ilkesini sorgular. Sonra bu varlığın nasıl ve ne türden var olduğunu anlamaya çalışır.
Felsefenin bu alanına ontoloji adı verilir. Türkçe’de ontolojinin yerine ‘varlık felsefesi’ ifadesi kullanılıyorsa da anlam kayması olmaması için genelde aslı kullanılır. Dolayısıyla Türklüğün ontolojik bir hal olması doğrudan felsefi zihin etkinliğinin konusudur. Türkçülük de bu yüzden entelektüel bir hareket olarak doğmuştur.
Türkçülüğün hareket noktası sosyal varlık olarak ‘Türklük’tür. Evrende adına Türk denilen bir varlık vardır ki Türkçülük olsun. Olmayan bir şeyin önceliği veya taraftarlığı ancak hayali bir ütopya olur. Bazıları keşke olmasaydı diyerek iç çekseler de dünya tarihi Türklüğün hamurunun nasıl karıldığına şahittir. Üstelik batı toplumlarındaki varsayımlara dayanan modernleşme zamanında ortaya çıkmış bir varlık biçimi de değildir. Tarih Türklüğün varlığını en somut şekliyle biz insanlara sunmaktadır. Tarih, diğer bilimlerle de desteklenmekte ve Türklüğün varlığı her yönüyle ortaya konmaktadır. Türkler kendi varlıklarının idrakinde olmasalar da dünyada Türk varlığı objektif bir karakter taşır. Dışarıdan bakan bir yabancı ‘Türk’ adını verdiği bir varlığı rahatlıkla tanımlayabilir. Sosyoloji bilimi bir anlamda bu sosyal gerçekliğe dışarıdan objektif bir şekilde bakabilme becerisidir ki Türklüğü tanımlamakta son derece kullanışlı bir araçtır. Gökalp için Türkçülük ile sosyolojinin birbirine paralel kullanılması bundandır.
Burada millet kavramının soyut tanımlamasına girmeden Türklük kavramının mahiyetini açmaya çalışmak işimizi kolaylaştıracaktır. Bundan dolayı Türklüğün ontolojisinden bahsettik. Bu ontoloji sosyal gerçeklik olarak adlandırılan bir varlık biçimine dayanır. Bu gerçekliğin açıklanması ise sosyolojinin vazifesi olarak tanımlanmıştır. O halde Türklük konusunda aydınlatıcı bilgiyi diğer sosyal bilimlerin desteği ile sosyoloji ortaya koyacaktır. Bir insan Türklük konusunda konuşacak veya ahkam kesecekse entelektüel bilim alanlarına kulak verecektir. Ezbere verilecek hükümler anlamsız ve geçersiz olacaktır. Bunun için Türkiye’de sosyoloji bilinmeden devlet yönetilemez, anayasa dahil hiçbir yasa geliştirilemez. Bu hakikat Türkiye için geçerli olduğu gibi dünyadaki bütün milli gruplar için böyledir. Hakikatin hilafına alınacak bir karar veya uygulama ancak zorbalık olur. Bunu gücü yeten yapabilir. Bedeline de katlanır.
Türklüğün varlığı bir imtihan gibi veya bir demirin dövülerek çelikleşmesi gibi asırlar içinde olgunlaşmıştır. Bu olgunlaşma sakin ve kendi halinde olmamıştır. Tarih bunu gösterir. Yeryüzünde en geniş coğrafyalarda, en hareketli bir hayat içinde olgunlaşarak bugüne ulaşan bir Türklükten bahsedebiliriz. Tarih sahnesine Türk olarak çıkmasına rağmen sınavı veremeyen bazı kabileler Türkleşemeden sahneden çekilmişlerdir. Bulgarlar, Macarlar ve hatta Finliler bunlar arasındadır. Sınavı başarıyla veren Orta Asya ve Batı Türklüğü dünyada bir Türk mevcudiyeti meydana getirmişlerdir. Doğuda Çin ile sürekli çekişme halinde bugüne kadar varlığını sürdüren ve geliştiren Uygur Türkler ve Batıda Haçlı ordularıyla mücadele ederek Viyana kapılarına dayanan Oğuz Türkleri bu sosyolojik olgunun en önemli örnekleridir. Bu örneklere daha geniş bir coğrafyada farklı boylardan Türkleri de ilave etmek gerekir. Sonuçta herkesin ittifakla kabul etmek zorunda kaldıkları bir milletin varlığından söz ediyoruz. İsmini vermekten utansanız da dünya sahnesinde Türk varlığı inkar edilemez bir gerçektir. Bu gerçeğin şuurunda olmak hakikatin teslimidir. Her Türkün görevidir.
Hakikatin teslimi zaruret olmadan gündeme gelmez. İnsanlar durup dururken ben Türküm demez. Demesi de gerekmez. Türklüğün gereğini yapması, Türkün özelliklerini kazanması ve buna uygun davranması yeterlidir. Aksi durumda Türkçülük bir eylem ve düşünce hareketi olarak devreye girer. Türklere Türklüklerini hatırlatır, şuur kazandırır, varlıklarının tehlikeye girdiğinde uyarır. İşte Türklükle Türkçülüğün ilişkisi burada başlar. Zor durumda kalan milletin maşeri vicdanı olan milliyetçiliğin Türkler arasında zuhur etmesi Türkçülük olarak karşımıza çıkar. Bizim tarihimizde en kritik zamanlardan birisi olarak Osmanlı’nın çözülme zamanında bu hareket ilk olarak görülür. Tanzimat fermanı ile Osmanlı egemenliğindeki milletlere ayrıcalıklar verilmeye başlayınca bazı aydınlar, Türklüğün somut yansıması olarak Türkçeye dikkat çeker. Türkçe eserler ön plana çıkartılır, Türkçe kullanmak özendirilir. Türklere Türklükleri dilleri yoluyla hatırlatılır. Zaten var olan bir sosyal olgunun bir milletin varlığının delili olarak kullanılması Türkçülüğün doğmasına sebep olur. Bu anlamda Türkçülük bir edebi akım olarak entelektüel bir hareket olarak doğar.
Türkçülüğün ikinci devresi İkinci Meşrutiyet döneminde görülür. Bu dönemde Türklüğün varlığı ciddi anlamda tehlikededir. Dünyanın en güçlü devletini kurmuş olmasına rağmen imdi yıkılış tehlikesini yaşamaktadır. Devletin yıkılması tehlikesi Türklerin yok olması tehdidini beraberinde getirir. Bu tehlike ve tehditler altında Türklüğün hayatını devam ettirebilmesi için Türkçülük bir anlamda milletin iradesi olur. Bu irade entelektüel çabayı beraberinde getirir. Türklüğü oluşturan sosyal gerçeklik açığa çıkarılmaya çalışılır. Bunun için yoğun bir araştırma ve yayın faaliyetine girişilir. Hamasi ve tepkisel bir milliyetçilik yerine bilgiye ve şuura dayanan bir tavır geliştirilir. Türklüğün tarihi gelişimi, temel kültürel özellikleri, toplumsal yapısı ve gelecek mefkûresi bilimsel yollarla araştırılır ve ortaya konur. Yıkılmakta olan devletin kurtuluşu için Türklük olgusuna dayalı bir siyaset geliştirmenin gerçekçi bir zorunluluk olduğu anlatılır. Milli mücadele böyle verilir, Türkiye Cumhuriyeti böyle kurulur.
Türkçülüğün Cumhuriyet dönemindeki serüvenine bakacak olursak iki dönem dikkatimizi çeker. Birincisi 1931 yılında Türk Ocağı’nın kapatılmasıyla başlayan ve 1944 yılında Türkçü kalemlerin tutuklanmasıyla zirveye çıkan bir gerileme dönemi, ikincisi komünist terör hareketleri karşısında ‘ülkücülük’ olarak gençler arasında yayılan ve sıcak çatışmaya giren bir mücadele dönemi. Bu iki dönem de temel olarak İkinci Meşrutiyet sonrasında biçimlenen fikir hareketi olarak Türkçülüğe dayanır. Türkiye’nin takip etmesi gereken devlet politikası olarak Türklüğün temele alınmasını şart gören bu Türkçülük maalesef istenilen başarıyı gösterebilmiş değildir. Türkiye’de Türklüğü yok etmeye çalışan şer güçler ittifakı oyunlarını tezgahlamaya devam eder. Güneş balçıkla sıvanmaz misali gerçeklere gözlerini kapayan bir takım zevat kendi ideolojileri doğrultusunda Türklüğü görmezden gelmeye devam eder. Bunun üzerine siyaset üretmeye çalışırlar. Türkler ise zihin karışıklığı içinde kendilerini aydınlatacak ışık beklerler. Bu ışık ancak entelektüel bir Türkçülük hareketiyle verilebilir. Çünkü bu entelektüel hareketin temel dayanağı hakikatin kendisidir.
Küreselleşme sürecinde tutuşturulan etnik yangınlar ile Türklüğün gelişmesini ve güçlenmesini engellemeye çalışan güçler kirli tezgahlarına devam etmektedir. Devleti parçalamak veya ölümü göstererek sıtmaya razı etmek için PKK terör örgütü ile Türklük yeni bir sınava tabi tutulmaktadır. Eğer hakikate dayalı bir şuur içinde olunmazsa oyunda tezgaha gelmek kaçınılmazdır. Bilgi ve şuura dayalı bir milliyetçilik yerine duygusal tepkilere dayalı bir milliyetçilik devreye sokulursa Türkiye bu tezgaha düşecektir. Milliyetçi örgütler, partiler ve önderler yıllardır bu tehlikeyi bertaraf edebildiler fakat son gelişmeler kışkırtmayı en üst düzeye çıkarmış durumdadır. Bu konuda taviz verilmeden kararlılık içinde Türklük korunmalıdır. Türklüğün korunması sadece belli kesimlere mahsus değildir. Vahşi bir terör örgütünü bertaraf etmeyi başarmak da, anayasadan Türklükle ilgili maddeleri çıkarma teşebbüsünü önlemek de Türklüğü korumaktır. Bu görev bütün Türklerindir. Bu savaşın vahametini idrak edemeyen hiç kimse rahat yatağında huzurla uyuyamayacaktır. Türklüğün bir imparatorluk kaybettikten sonra sığındığı son bağımsız devletini kaybetmek bir tarafa zedelemeye bile tahammülü yoktur. Bunun bedeli herkes için çok ağır olacaktır. Türklüğün güçlü olduğu dönemlerde egemenliğindeki bütün halkların müreffeh olduğunu tarih kaydetmektedir. Bugün de buna muhtaç olan çok sayıda insan topluluğu olduğu ortadadır. Türklüğün istikbaline vurulacak darbe dünyadaki mazlum halkların da ıstırabı olacaktır. Filistin bunun somut örneğidir.
Türkçülük bir sosyal gerçekliğe dayalı olarak gelişmiştir. Dünya siyaseti gerçeklere dayanarak yapılır. Bu gerçekler göz ardı edilerek takip edilen siyasetler milleti ve vatan topraklarını tehlikeye düşürür. Son yıllarda yaşanan sıkıntıların ardında bu ihmal vardır. Türkçülüğü bazı kabileciliklerle karşılaştırmak tarihi ve sosyal hakikati bilmemek veya kasten göz ardı etmek demektir. Türklüğün 21. yüzyılda yükselişi bu idrakle mücadeleyi gerektirir. Nasıl ki Selçuklu atalarımız Anadolu’yu fethetmeye başladığında bir taraftan da Haçlı seferleri ile engellenmeye çalışıldıysa, bugün de büyük bir Türk Dünyası alanı önümüzde açıldığında karşımızda yeni engeller çıkartılacaktır. PKK bunlardan en basitidir. Bu basit engeli aşamadığınız zaman daha büyükleriyle başa çıkmanız mümkün olmaz. Bunun için son gelişmeleri hem gerçek düşmanları iyi analiz ederek, hem de onlarla mücadele yürütmenin tekniklerini gözden geçirerek yorumlamamız gerekir. Aksi takdirde tarihteki imtihan veremeyen milletler arasına katılmaktan kurtulamayız.