TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİ AÇISINDAN 2008’E BAKIŞ

Nejat ÇOĞAL

Giriş
2008 yılında oldukça sakin bir seyir izleyen Türkiye-AB ilişkilerinin, esasen birbiri ardına vuku bulan ve Türk ve Dünya gündemine bomba gibi düşen olayların gölgesinde kaldığını söylememiz mümkün bulunmaktadır. İrlanda Krizi, Rusya-Gürcistan Savaşı, küresel mali kriz ilk akla gelen olaylardır. Zaten, AB’nin 2007 Aralık Zirvesi sonuç bildirgesinde Türkiye’ye yönelik “katılım” ve “üyelik” ifadelerinin yer almamasını ısrarla isteyen Fransa, bu çabasında başarılı olmuş ve 2008 yılına, bu zirvenin tartışmalı ortamında girilmişti. Öyle ki, Fransa’nın Anayasa değişiklik paketleri ve Akdeniz İçin Birlik girişimleri, özellikle yılın ilk altı ayında Türkiye ve AB gündemini meşgul etmiştir. Yılın ikinci yarısında ise, Rusya-Gürcistan Savaşı ve küresel mali kriz, dünya gündemine damgasını vurmuş ve kuşkusuz bu gelişmeler, Türkiye-AB ilişkilerini de etkilemiştir.

Her ne kadar Avrupa Birliği, müzakere sürecinin yavaş işlediği konusunda Türkiye’yi yıl boyunca uyarma gereği duymuş ise de esasen, sürecin daha önceki yıllara göre olağan bir seyir izlediği ve hızlandırılması için bizatihi AB’nin kendisinin açık bir irade ortaya koyması gerektiğinin anlaşılması gerekmektedir.

Lizbon Anlaşması’nın İrlanda halkı tarafından reddedilmesi, kuşkulu bir şekilde ortaya atılan Akdeniz İçin Birlik Projesi, Fransa’nın Türkiye’nin AB üyeliğine karşı geliştirdiği Anayasa değişikliği formülleri ve bu ülkenin büyük umutlar bağladığı AB dönem başkanlığı gibi gelişmelere rağmen Türkiye-AB ilişkileri kesintiye uğramada devam etmiş, yılın son zirvesi olan Aralık Zirvesinde genişleme konusu görüşülmemiş ve giderayak iki fasılda daha müzakereler başlatılarak, toplamda 10 fasıl müzakerelere açılmış bulunmaktadır. Yazımızda, 2008 yılında, Türk ve Avrupa gündemini meşgul eden ve Türkiye-AB ilişkilerini etkileyen başlıca gelişmeleri kısaca ele almaya çalışacağız.

AB Konseyi Bahar Zirvesi ve Barroso’nun Türkiye Ziyareti

2008 yılında, Türkiye-AB ilişkilerine, Fransa’nın, Akdeniz İçin Birlik Projesi ve Anayasa değişikliği formülleri gibi, Türkiye’nin AB üyeliğini engellemeye yönelik faaliyetleri damgasını vurmuştur. Bu kapsamda, her ne kadar, 13-14 Mart tarihlerinde Brüksel’de düzenlenen Liderler Zirvesinde, esas olarak ekonomi ve çevre konuları ile Lizbon Stratejisi üzerinde yoğunlaşılmış ise de bu zirvenin belki de en önemli yanı, Türkiye’nin AB üyeliğine bir alternatif olarak düşündüğü Akdeniz Birliği Projesi konusunda Almanya Başbakanı Angela Merkel’i ikna etmeyi başaran Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin, Türkiye’nin büyük kuşkuyla baktığı bir projeyi AB çatısı altında uygulamaya başlatmış olmasıdır. Zirve sonuç bildirisinde yer alan “ayrıntılar üzerindeki çalışmaların 13 Temmuz 2008’de gerçekleştirilecek olan zirveye kadar Komisyon tarafından yapılması beklenmektedir” ibaresi, projenin bir AB projesine dönüştürüldüğünü işaret etmişti. Türkiye ile Fransa arasında yoğun bir diplomasi trafiğine neden olan Akdeniz İçin Birlik Projesi’nin AB tarafından da kabul görmesi, Türkiye’nin tam üyelik konusundaki kuşkularını daha da arttırmıştır. Bir yandan, söz konusu projenin Türkiye’nin tam üyeliğine alternatif teşkil etmediği yönünde Türkiye’yi ikna etmek üzere Türkiye’ye diplomasi trafiğini artıran Fransa, bir yandan da, Türkiye’nin üyeliğini karşı anayasa değişikliği formüllerini gündeme getirmek suretiyle ikili ilişkileri gerginleştirmeye devam etmiştir.

Öte yandan, Avrupa Birliği (AB) Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso ve AB Komisyonunun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn’in, 10-12 Nisan tarihleri arasında Türkiye’ye yaptıkları ziyaret, Türk ve dünya gündeminde büyük yankı bulmuş ve Türk kamuoyu tarafından Türkiye’nin iç işlerine müdahale olarak değerlendirilmiştir. Bir AB Komisyonu Başkanının 1963 Ankara Anlaşmasından bu yana Türkiye’ye gerçekleştirdiği ikinci ziyaret olması hasebiyle önem arz eden bu ziyaret, Türkiye-AB ilişkilerinin gündeme taşınarak sorgulanması bakımından yararlı olmuştur. Ankara ve İstanbul’da gerçekleştirdiği ziyaretler kapsamında, TBMM’de de bir konuşma yapan Barroso, daha ziyade Türkiye-AB ilişkilerinin önemi üzerinde durmuş, esas olarak reformların hızlandırılması, Gümrük Birliği Ek Protokolünün tüm AB üyesi ülkeler için uygulanması ve müzakere sürecinin desteklenmesi yönünde mesajlar vermiştir.

İrlanda Krizi (Lizbon Anlaşması)

Fransa’nın 1 Temmuz’da devralacağı dönem başkanlığı için hazırlıklarını sürdürdüğü bir sırada, büyük umutlar bağlanan Lizbon Anlaşmasının (Reform Anlaşması) İrlanda halkı tarafından reddedilmesi, AB’yi derin bir siyasi krizin içine sürüklemiştir. AB Anayasasının kısa bir versiyonu olan ve AB’nin geleceğini şekillendirmesi bakımından son derece önemli sayılan Lizbon Anlaşması, 13 Haziran 2008 tarihinde yapılan referandum ile İrlanda seçmeninin %53.4 “Hayır” oyu ile reddedilerek, 600 bin İrlanda seçmeni, yaklaşık 500 milyon Avrupalının geleceğini abluka altına almıştır. Zira, 2009 başından itibaren uygulanması planlanan ve 27 Üye ülke içinde sadece İrlanda’nın referanduma sunduğu Anlaşma, oybirliği sağlanamadığından yürürlüğe girememiştir.

Anlaşma, halen uygulanmakta olan 6 aylık dönem başkanlığı yerine, 2,5 yıllığına seçilecek ve yılda 4 defa toplanacak olan Konseye başkanlık edecek bir “AB Başkanı” uygulamasını getirmekte, aynı zamanda komisyon başkan yardımcılığı görevini de yürütecek bir“Dışişleri ve Güvenlik Politikası Birlik Yüksek Temsilcisi” görevlendirilmesi suretiyle, dış politikada tek sesliliğin sağlanmasını hedeflemekteydi. Öte yandan, Türkiye’nin, üye olabilmesi halinde, 71 milyonluk nüfusuyla, çifte çoğunluk sistemine dayanan karar alma sürecinde, kritik bir konum elde etmesi mümkün olabilecekti.

Daha dönem başkanlığı başlamadan tüm planları alt üst olan Fransa, zor bir döneme gireceğinin ilk sinyallerini almış oldu. Bilindiği gibi Sarkozy, AB dönem başkanlığına aşırı derecede önem vermiş, gerek Türkiye’nin AB üyeliğini engelleme ve “imtiyazlı ortaklık” eksenine kaydırma ve gerekse Fransa’nın millî çıkarlarını maksimize etme anlamında birtakım planlar hazırlamıştı. 6 aylık dönem başkanlığı için 190 milyon Euro tutarında dev bir bütçe ayıran Sarkozy, AB’yi, İrlanda’nın yol açtığı bunalımdan kurtarmak için yoğun mesai harcamak durumunda kalmış, böylece Türkiye’nin tam üyeliğini sık sık gündeme getirme ve Türkiye ile yeni kriz kapılarını aralama fırsatını elde edemeden başkanlık dönemi sona ermiştir.

Bununla birlikte, Lizbon Anlaşması, genişlemenin önünü açabilecek ve üye olması halinde Türkiye’yi, AB’nin karar alma sürecinde güçlü bir konuma kavuşturabilecektir. Ayrıca, uygulamaya sokacağı “AB Başkanı” sistemiyle, Rumların 2012 yılındaki AB dönem başkanlığı sırasını ortadan kaldırarak, Kıbrıs Meselesinde Türk tarafının ciddi bir endişesini de bertaraf edebilecektir. Bu meyanda, Türkiye’nin, her iki senaryo üzerinde de hassasiyetle durması ve uygun stratejiler üretmesi son derece yararlı olacaktır.

AB Konseyi Haziran Zirvesi

AB Devlet ve Hükümet başkanlarının 19-20 Haziran 2008 tarihinde Brüksel’de yaptıkları zirve, İrlanda’nın yol açtığı referandum krizinin gölgesinde gerçekleşmiştir. AB Konseyi, bu toplantısında, referandum krizine (Reform Anlaşmasının reddi) bir çözüm getirememiş, konunun 15 Ekim 2008’deki Zirve toplantısında ele alınması kararlaştırılmıştır. AB başkentlerinin, 2005 Anayasa krizinden sonra, bir kez daha, üye bir ülkenin demokratik yollardan aldığı bir karar karşısında ne yapacağını bilemez bir duruma düşüren bu krizin çözümüne dair bir yol haritası ancak Aralık zirvesinde kabul edilebilmiş ve nihayet 2010 itibariyle yürürlüğe girmesi hedeflenmiş bulunmaktadır. Zirvede, İrlanda bunalımına ilaveten, özgürlük-güvenlik-adalet, yüksek gıda ve petrol fiyatları, ekonomik, sosyal ve çevresel konular, Batı Balkanlar, dış ilişkiler kapsamında Barselona süreci: Akdeniz İçin Birlik, Doğu Ortaklığı ile diğer konular üzerinde durulmuş ve Batı Balkanlara İlişkin bir Deklarasyon yayınlanmıştır.

Barselona Süreci: Akdeniz İçin Birlik Zirvesi

1 Temmuz itibariyle AB dönem başkanlığını Slovenya’dan devralan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, aylardır yürütülen yoğun bir çalışmanın ardından nihayet AB üyesi ülkelerle Akdeniz’e kıyısı bulunan ülkelerden oluşan ve yaklaşık 760 milyon nüfusu temsil eden, Türkiye dahil toplam 43 ülkenin devlet ve hükümet başkanlarını 13 Temmuz’da Paris’te bir araya getirmeyi başarmıştır. Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Koucher’in “Akdeniz’de yeni bir diyalog rüzgarı esiyor” sözleriyle tanımladığı ve Sarkozy’nin gövde gösterisine dönüşen Zirve ile birlikte, Akdeniz İçin Birlik’in temelleri atılmış oldu.

Suriye, İsrail ve Filistin liderlerinin de katıldığı Akdeniz İçin Birlik Zirvesine Türkiye son ana kadar katılıp katılmama konusunda kararsız kalmıştı. Ancak, gerek Sarkozy’nin Japonya’da yapılan G-8 Zirvesi sırasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı telefonla arayıp Zirveye davet etmesi ve Akdeniz İçin Birlik projesinin Türkiye’nin AB üyeliğine alternatif teşkil etmeyeceğine dair güvence vermesi ve gerekse AB’ye üyelik için otomatik referandum koşuluna 3/5 istisnası getiren Anayasa teklifinin Fransız Ulusal Meclisinde kabul edilmesi üzerine, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından Paris’e gitme kararı alınmıştı.

Fransa’nın yoğun diplomatik girişimleri karşısında son ana kadar taviz vermekten kaçınan Türkiye’nin, bu sayede sağladığı bir diğer olumlu gelişme ise, Zirve Sonuç Bildirisinde istediği ifadelere yer verilmiş olmasıdır. Buna göre, Bildirinin 13. maddesinde, "Akdeniz İçin Birlik'in, AB'nin genişleme politikasından, müzakere ve ön üyelik sürecinden bağımsız olacağı" hususu not edilmiş ve ayrıca Hırvatistan ve Türkiye ile ilgili olarak "AB ile tam üyelik müzakerelerine katılan ülkeler" ifadesi bildiride yer almıştır. Türkiye’nin endişelerini büyük ölçüde gideren bu gelişmeye rağmen, Sarkozy’nin, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı yürüttüğü amansız mücadele göz önüne alınarak, ihtiyatın elden bırakılmaması gerektiği kanaatindeyiz.

3 Kasım’da Fransa'nın Marsilya şehrinde bir araya gelen Birlik üyesi 43 ülkenin dışişleri bakanları, projeyi tıkayan anlaşmazlıklar üzerinde uzlaşma sağlamış, teşkilat yapılanması konusunda kararlar almışlardır.

Kafkasya Krizi

Rusya’nın, Pekin Olimpiyatlarının başladığı 8 Ağustos tarihinde, “Rus vatandaşlarını koruma ve bölgede barışı tesis etme” gerekçesiyle Güney Osetya’ya ve daha da ileriye giderek Gürcistan topraklarına şiddetli bir askeri operasyona girişmesi, dünya gündemine bomba gibi düşmüştür. Kafkasya’yı bir savaş alanına çeviren Rusya, başta ABD ve NATO olmak üzere Batıya açıkça meydan okumuş ve çok kutuplu yeni bir dünya düzenine geçildiğini ilan etmiştir. NATO ve AB üyesi olmaya hazırlanan, ABD’nin müttefiki Gürcistan’a yapılan bu ani saldırı, kuşkusuz Avrupa’yı da tedirginliğe sevk etmiştir.

Rusya’nın 5 gün süren karşı saldırısının ardından, AB Dönem Başkanı sıfatıyla Moskova’ya giden Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin önerdiği 6 maddelik Geçici Ateşkes Anlaşması çerçevesinde, Rusya askeri operasyona son vermiş, akabinde yoğun bir uluslararası diplomasi savaşı başlamıştır. Bu kapsamda, 13-14 Ağustos’ta Moskova ve Tiflis’e giden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Lideri Dimitriy Medvedev ile Gürcü Lider Mihail Saakaşvili’ye “Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu” adı altında bir oluşum önerisinde bulunmuş ve bu teklif meslektaşları tarafından olumlu karşılanmıştır.

Sarkozy’nin, Kafkasya krizinde AB Başkanı olarak yürüttüğü arabulucuk faaliyetleri başarılı olmuş fakat, tüm dikkatlerin bu kriz üzerinde yoğunlaşması nedeniyle, özellikle Türkiye’nin tam üyeliğini gündeme getirmesi mümkün olamamıştır. Rusya-Gürcistan savaşının sona ermesinde önemli katkıları olan Sarkozy, bu tutumuyla bir nevi AB’nin küresel bir oyuncu olduğunu ispatlamaya çalışmıştır. Nitekim, Fransız Liderin, AB Dönem başkanlığına veda konuşmasında, Kafkasya krizinin sona erdirilmesindeki rolünü, en önemli icraatları arasında sayması, AB’nin siyasi bütünleşmesine verdiği önemi göstermesi bakımından dikkate değerdir.

Küresel Mali Kriz

Daha Kafkasya Savaşının dumanı tüterken bu defa ABD’nin en büyük yatırım bankalarından birisinin batması ile patlak veren küresel finansal kriz dünya gündemine bomba gibi düşmüş, önce Avrupa’yı ve sonra da tüm dünyayı bir ahtapot gibi saran küresel mali kriz, tabiî olarak dünyanın bir numaralı problemi haline gelmiş ve tüm dikkatler bu meselenin çözümü üzerinde yoğunlaşmıştır. Öyle ki, geçtiğimiz Ekim ayında yapılan Kriz zirvesinde Almanya ve Fransa, ortak çözüm paketi konusunda anlaşamamış ve Birliğin bu iki devi arasında ciddi gerginlikler yaşanmıştır. Hollanda tarafından önerilen ve AB Dönem Başkanı Fransa tarafından kabul gören 300 milyar Euro’luk ortak banka kurtarma fonu kurulması fikri, Almanya tarafından tepkiyle karşılanmış, mali yapısı güçlü bulunan Almanya, her ülkenin krize karşı tek başına mücadele etmesi gerektiğini savunmuştur.

Geldiğimiz noktada ise, küresel mali kriz reel sektörü de etkileyerek ekonomik daralmaya doğru bir seyir izlemeye devam etmekte ve her gün yeni bir çözüm önerisi gündeme getirilmektedir. Son olarak Aralık zirvesinde Liderler arasındaki görüş farklılıkları giderilmiş ve küresel ekonomik krizi aşmak amacıyla, 200 milyar Euro’luk bir kurtarma paketi üzerinde anlaşmaya varılabilmiştir. Türkiye’nin dış ticaretinin yarısından fazlasının AB ile yapıldığını dikkate aldığımızda, Avrupa’da ekonomik krize karşı alınacak tedbirlerin, Türkiye-AB ekonomik ilişkilerinin geleceği ile yakından ilgili olduğunu görebilmekteyiz.

2008 Türkiye İlerleme Raporu

AB Komisyonu tarafından hazırlanan Türkiye İlerleme Raporu 5 Kasım 2008 tarihinde açıklanmıştır. Raporda, Türkiye-AB ilişkileri hakkında kısaca bilgi verilmiş, siyasi ve ekonomik kriterler bakımından, aday ülke olarak Türkiye’nin son bir yılda gerçekleştirdiği ilerlemelerden bahsedilmiş ve nihayet 33 fasıl itibariyle üyelik yükümlülüklerini üstlenebilme yeteneği irdelenmiştir. Genel olarak, AB katılım sürecine ve siyasi reformlara bağlılığın ifade edildiği, ancak, tutarlı ve kapsamlı bir siyasi reform programının ortaya konulamadığı, AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı taslağını açıklandığı fakat hâlâ kabul edilmeyi beklediği (söz konusu 3.Ulusal Program, Cumhurbaşkanı tarafından onaylanarak 31.12.2008 tarihi itibariyle Resmi Gazete’de yayınlanmıştır), ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ ile ikili ilişkilerin normalleştirilmesi hususunda bir ilerleme kaydedilmediği gibi hususların kayıtlı olduğu Raporda, Türkiye’nin bölgesel istikrar sağlamaya yönelik uzlaşmacı yaklaşımından ve Cumhurbaşkanının çabalarından takdirle söz edilmiştir.

Ne var ki, yıl boyunca Türkiye’de reformların yavaşladığını iddia eden AB Komisyonu’nun, Türkiye’nin üyelik yükümlülüklerini yerine getirme kabiliyetini ve istekliliğini sorgularken, ilişkilerdeki belirsizlik ve durağanlığın asıl sebebinin, bizatihi kendisinin Türkiye ile ilgili tutarlı bir stratejisinin bulunmamasından ve ayrıca, Fransa, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi gibi bazı üyelerin Türkiye’ye karşı tutumlarından kaynaklandığı hususunu da göz önüne alması gerekmektedir.

AB Konseyi 2008 Aralık Zirvesi

Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet Başkanları 2008 yılının son zirvesini 11-12 Aralık 2008 tarihinde Brüksel’de gerçekleştirmiş bulunmaktadırlar.

AB ekonomisinin, Küresel finansal krizin de etkisiyle ekonomik durgunluğa girdiği bir sırada gerçekleştirilen ve aynı zamanda Fransa’nın Dönem Başkanlığının da son toplantısı olması hasebiyle önem arz eden zirve, alınan kararların niteliği itibariyle, üzerinde durmaya değerdir. Zira, zirvede esas olarak 4 önemli konuda mutabakata varılmıştır ki bu kararlar ekonomik, siyasi ve toplumsal alanlarda AB’nin bir nevi yol haritası niteliğindedir. Bu kararları şu şekilde sınıflandırmamız mümkün bulunmaktadır;

- Liderler, küresel ekonomik krizi aşmak amacıyla, 200 milyar Euro’luk ortak bir kurtarma paketi üzerinde anlaşmaya varmışlardır.

- 1990 yılı itibariyle Avrupa’dan atmosfere salınan sera gazı miktarının, 2020 yılına kadar yüzde 20 oranında düşürülmesi kararlaştırılmıştır. Ayrıca, 20-20-20" adıyla anılan pakete göre, 2020 yılına kadar birlik ülkeleri genelinde tüketilen enerjinin yüzde 20'sinin yenilenebilir kaynaklardan elde edilmesi hedeflenmekte, yine 2020'ye kadar yüzde 20 oranında enerji tasarrufu yapılması öngörülmektedir.

- Bilindiği üzere, Lizbon Anlaşmasının (Reform Anlaşması) İrlanda halkı tarafından Haziran 2008 tarihinde reddedilmesi üzerine, AB yeni bir bunalımın içine doğru sürüklenmişti. İşte bu siyasi krizi aşmaya yönelik olarak, İrlanda’nın, Lizbon Anlaşmasını 2009 yılında tekrar referanduma sunması karşılığında, bu ülkeye birtakım tavizler verilmesi kararlaştırılmıştır.

- AB zirvesine sunulan ''(Askeri) Kapasitenin Güçlendirilmesi Deklarasyonu''nda, mevcut ve gelecekteki tehditlere cevap verebilmesi için gelecek yıllarda AB'nin büyük bir operasyonda, 60 gün içinde 60 bin askeri konuşlandırma kapasitesine ulaşması gerektiğinin vurgulanması özellikle dikkat çekicidir. Zira, uluslar arası siyasi arenada bir türlü varlığını hissettiremeyen AB, küresel bir oyuncu olabilmek için, etkili bir askeri güce olan ihtiyacı daha çok hissetmeye başlamış bulunmaktadır. AB'nin yakın coğrafyasındaki sorunların çözümünde ''bölgesel oyuncuların bir araya getirilmesi gerektiği'' belirtilen belgede, ''Türkiye, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve Katar bölgede artan oranda önemli rol oynuyor. Medeniyetler İttifakı yoluyla yapılan da dâhil olmak üzere Türkiye ile birlikte çalışmak özel bir fırsat sunuyor'' şeklinde bir ifadenin yer alması ise, Türkiye’nin jeostratejik öneminin anlaşılmaya başlandığını işaret etmektedir.

Görüldüğü üzere, AB Zirvesi’nde Liderler, genişleme konusuna herhangi bir atıfta bile bulunmadan, mevcut ve ileride ortaya çıkması muhtemel krizlerin çözülmesi için mesai harcamış ve krizleri aşabilecek önemli kararlar almış bulunmaktadırlar. Bu sayede, Liderler bir yandan, AB’nin geleceğinin şekillenmesi ve dünya siyasetinde etkili bir şekilde temsil edilmesini sağlayacak Lizbon Anlaşmasının önünü açarak, yaşanan siyasi şokun etkisini üzerlerinden atmış, bir yandan da Avrupa’yı ekonomik durgunluğa sürükleyen küresel finansal krizin nasıl aşılacağı konusunda AB devleri arasında yaşanan fikir ayrılıkları giderilerek, ortak bir kurtarma paketi üzerinde anlaşmaya varılabilmiştir.

Öte yandan, AB Genel İşler ve Dış İlişkiler Konseyinin 8 Aralık’ta gerçekleştirdiği toplantısında, Kıbrıs ile ilgili söylemini sertleştirmesi, Rumların ve Yunanistan’ın kararlar üzerindeki etkisini açıkça ortaya koymaktadır. Zira, alınan kararda, “AB Konseyi, Türkiye'nin Ek Protokolü bütüncül ve ayrım gözetmeden uygulama yükümlülüğünü yerine getirmemesini üzüntüyle karşılar'' ifadesi yer almakta ve Türkiye’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile ilişkilerini normalleştirme yolunda adım atmadığı iddia edilmektedir. 2008 Yılı Türkiye İlerleme Raporu’nda da benzer ifadelere yer veren AB, Kıbrıs konusunda Türkiye’ye karşı baskı politikası uygulamaya devam etmektedir.

Aralık Zirvesi, özellikle genişleme konusu gündeme alınmadığı için, Kıbrıs Rum Kesimi ile ilişkilerin normalleştirilmesi ve reformların hızlandırılması uyarılarını bir tarafa bıraktığımızda-ki bu uyarılar 2007 aralık Zirvesi’nde de yapılmıştı- Türkiye açısından yeni bir gelişme ortaya koymamıştır. Öyle ki, Dışişleri Bakanlığı’nca yapılan resmi açıklamada, geçen yıl Bakanlıkça yapılan açıklamanın bu Zirve için de geçerliliğini koruduğu, Hükümetin müzakere sürecinin yürütülmesinde ve reformların sürdürülmesinde kararlı olduğu belirtilmiştir.

Kıbrıs’ta Gelişmeler

Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği açısından belirleyici faktör olan Kıbrıs meselesi ile ilgili olarak 2008 yılında önemli gelişmeler yaşanmıştır. 2008’e gelmeden evvel, Kıbrıs’ta son birkaç yıl içinde yaşanan olaylara bir göz atmakta yarar bulunmaktadır:

Bilindiği üzere, 24 Nisan 2004 tarihinde Annan Planı’na Kıbrıslı Türklerin %65 evet oyuna karşılık, %76 hayır oyu ile planı reddeden Kıbrıslı Rumlar, 1 Mayıs 2004 itibariyle, güya tüm Ada’yı temsilen ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ adı altında, tek taraflı olarak AB üyesi yapılmış ve Kıbrıs’ta çözümsüzlük derinleştirilmiştir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin, tam da Türkiye’nin tam üyelik sürecinin devam ettiği bir sırada AB üyesi yapılması, Türkiye-AB ilişkileri açısından talihsiz bir gelişme olarak tarihe geçmiştir. Kıbrıs meselesinin kendi lehine çözülmesi için, 3 Ekim 2005 tarihinde başlayan Türkiye-AB tam üyelik müzakere sürecini Türkiye’ye karşı kullanmaya çalışan Rumlar, bu uğurda önemli taktikler geliştirmişler, mesela, 2005 yılında, Ankara Anlaşmasına Ek Protokolün imzalanmasının ardından Türkiye’nin yayınladığı “Deklarasyona”, çok geçmeden AB’nin bir “Karşı Deklarasyon” yayınlamasını sağlamışlardır.

Türkiye’nin üyeliğini Kıbrıs meselesinin çözümüne bağlayan GKRY ve AB, yine Rumların ve Yunanistan’ın baskısıyla, Aralık 2006 tarihli Konsey Kararı’nın alınmasını sağlamışlardır. Buna göre, Türkiye’nin ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ne’ yönelik kısıtlamaları ile bağlantılı sekiz fasılda müzakereler açılmayacak ve Ortaklık Anlaşmasına Ek Protokolün Türkiye tarafından tamamen uygulandığı Komisyonca teyit edilinceye dek hiçbir fasıl geçici olarak kapatılmayacaktır. Ayrıca, Konsey GKRY ile ilişkilerin normalleştirilmesi için Türkiye’ye 2009 Aralık Zirvesine kadar süre tanımış, aksi halde müzakerelerin tümüyle askıya alınabileceği mesajını vermiştir.

Kıbrıslı Rumların AB üzerinden Türkiye’ye yönelik baskı politikalarının devam ettiği bir sırada, Şubat 2008 tarihinde, Dimitris Hristofyas’ın, Papadopulos’un ardından G.K.R.Y. Liderliğine seçilmesi ile birlikte, Ada’da olumlu bir hava esmiş ve Liderlerin 21 Mart’ta yaptığı görüşme ile, taraflar arasında çözüme dair umutlar yeşermeye başlamıştır. Zaten, Ekim 2005 tarihinde, Türkiye-AB katılım müzakerelerinin resmen başlatılması ile birlikte, Kıbrıs’ta acil bir çözüm bulma arayışları hızlandırılmıştı. Ayrıca, AB’nin, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne (KKTC) uyguladığı izolâsyonlarla Kıbrıslı Türklerin yaşam alanlarını daraltmaya devam etmesi, Ada’nın Kuzey Kesimi üzerinde baskıyı artırmakta ve ivedilikle bir çözüme ulaşma heveslerini tahrik etmekteydi.

Uluslar arası toplumun birleşme yönündeki baskısı neticesinde, 21 Mart görüşmesi ile başlayan yeni uzlaşma süreci, liderlerin 23 Mayıs, 1 Temmuz, 25 Temmuz ve 3 Eylül’de yaptığı görüşmelerle devam etmiş, bu görüşmelerde bazı parametreler üzerinde mutabık kalınmış ve nihayet 11 Eylül 2008 tarihi itibariyle, kapsamlı müzakereler başlamış bulunmaktadır. Fakat, ne yazık ki, acele bir çözüme ulaşma hevesiyle, Rum Lider Hristofyas’ın “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık” ve “tek uluslararası kişilik” gibi temel kavramlara, tamamen Rum egemenliğini çağrıştıran anlamlar yüklemesine fazla ehemmiyet verilmemiş ve süreci engelleyeceği endişesiyle bu konuların görüşülmesi hep sonraya bırakılmıştır.

Geldiğimiz noktada ise, Kıbrıslı liderler haftalık görüşmelerine devam etmektedirler ve özellikle yönetim ve güç paylaşımı konusunda ciddi anlaşmazlık içerisindedirler. K.K.T.C.Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, Haziran 2009’a kadar bir çözüme ulaşmayı hedeflemektedir. Ne var ki, Hristofyas’ın çözümü başka mecralarda arama gayretleri müzakere sürecine ciddi hasarlar vermektedir. Yerleşik BM parametreleri olan ve Türkiye tarafından da desteklenen İki toplumlu, iki kesimli, siyasi eşitliğe sahip iki kurucu devletin oluşturacağı yeni bir ortaklık devleti tezine karşı, Hristofyas’ın ileri sürdüğü, Rumların kontrolündeki ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ çatısı altında birleşme ısrarı, çözümün önündeki en büyük engel olarak varlığını sürdürmektedir. Kıbrıs’ta çözüm konusunda acele etme gereğini duymayan Hristofyas, 2009 yılında, konuyu AB’ye havale etmenin hazırlıkları içerisindedir.

Avrupa Birliği ise, 2008 yılı boyunca, çeşitli zamanlarda, Ek Protokolün tüm AB üyelerine uygulanması, dolayısıyla Türkiye’nin deniz ve hava limanlarını Rum gemi ve uçaklarına açması yönünde Türkiye’yi uyarmıştır. 2008 yılı İlerleme Raporunda da aynı hatırlatmayı yapan AB Komisyonu, Türkiye’nin, kapsamlı çözüm için uygun bir ortam yaratılmasına katkı sağlamak amacıyla somut adımlar atması gerektiği, Aralık 2006’daki Konsey kararından bu yana geçen süre zarfında, Türkiye’nin Ek Protokolün uygulanması konusunda ve Kıbrıs Cumhuriyeti ile ikili ilişkilerin normalleştirilmesi hususunda herhangi bir ilerleme kaydedemediği, gibi ifadelere yer vermiştir.

Kuşkusuz Türkiye, çeşitli zamanlarda ve en yetkili ağızlardan açıkladığı yerleşik çözüm parametreleri çerçevesinde olmak kaydıyla, Kıbrıslı Liderler arasında devam etmekte olan kapsamlı çözüm müzakerelerini desteklemektedir. Nitekim, 30 Aralık 2008 tarihinde yapılan, yılın son Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısının ardından yayınlanan bildiride, “…Türkiye'nin Kıbrıs'ta Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'nin iyi niyet misyonu çerçevesinde KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Talat tarafından yürütülmekte olan kapsamlı çözüm müzakerelerini desteklediği…” ifadesine yer verilerek, Türkiye’nin, Kıbrıs müzakerelerini engelleyen taraf olmadığı ve olmayacağı mesajı tüm dünyaya, bir kez daha verilmiştir. Her ne kadar zor gibi görünse de, Ada’da Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlüğünün devamını esas alan, iki kesimlilik, iki tarafın siyasi eşitliği, iki kurucu devletin eşit statüsü ve yeni bir ortaklık devleti ilkeleri çerçevesinde adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılabilmesi halinde, 2009 yılının, Türkiye-AB ilişkileri bakımından bir yol ayrımı olarak tarihe geçmesi önlenebilecektir.

Türkiye 3. Ulusal Programı

2008/14481 sayılı "Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı” yılın son gününde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanarak 31 Aralık 2008 tarih ve 27097 (5.Mükerrer) sayılı Resmi Gazetede yayınlanmış bulunmaktadır. Aday ülke olarak Türkiye’nin, AB üyeliğinin gereklerini yerine getirebilmek üzere üstleneceği mevzuat uyumunu ve yapısal değişim yükümlülüklerini ne şekilde ve ne kadar sürede karşılayacağını ortaya koyan Ulusal Program, bir nevi Türkiye’nin AB sürecindeki yol haritası niteliğindedir. Bilindiği üzere, 5 Kasım 2008 tarihinde açıklanan İlerleme Raporu’nda, Ulusal Programın hala onaylanmamış olması, eleştiri konusu yapılmıştı. Programda, AB’ye uyum konusunda 100’ün üzerinde yasa değişikliği, 300’den fazla tüzük ve yönetmelik gibi ikincil düzenlemeler yer almaktadır. Temel hak ve özgürlükler, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlıkların korunması konularındaki reformları gerçekleştirmede hükümetin iradesinin tam ve kesin olduğu belirtilen 400 sayfayı aşan Ulusal Program, başlıca giriş, siyasi kriterler, ekonomik kriterler ve üyelik yükümlülüklerini üstlenebilme yeteneği ana başlıklarından oluşmaktadır.

Esasen Türkiye’nin önümüzdeki 4 yılda AB’ye üyelik sürecinde yapmayı öngördüğü taahhütleri içeren belgede “Avrupa Birliği’ne üyeliğimizin, halkımızın desteklediği ulusal bir hedef olduğu, Türkiye’nin stratejik vizyonunun da ayrılmaz bir parçası olan bu hedefin, Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesi ve Atatürk’ün ulusumuz için belirlemiş olduğu çağdaş uygarlıkla bütünleşme ülküsüyle birebir örtüştüğü” ifade edilmiştir. Ayrıca, “Türkiye’nin AB ile müzakere eden ülke konumuna gelmesi ve tam üyelik hedefine daha da yaklaşması siyasal, stratejik ve güvenlik bağlamında ülkemizin konumunu güçlendirmektedir. Türkiye, katılım sürecini başarıyla tamamlamakta kararlıdır.” denilen Ulusal Programın 2008 yılı içinde onaylanarak yürürlüğe girmesi, Türkiye’nin katılım sürecini yavaşlattığı yönünde uyarılar yapan AB yetkililerine anlamlı bir cevap olmuş ve müzakere sürecinin hız kaybetmeden devam edeceğini işaret etmiştir.

2001 ve 2003 yıllarında açıklanan birinci ve ikinci Ulusal Programların ardından 31.12.2008 tarihinde yayınlanan Türkiye 3. Ulusal Programı’nın Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği açısından olumlu bir etki yapması beklenmektedir.

Müzakereler

2008 yılı içerisinde katılım müzakereleri aksamadan devam etmiştir. Bu kapsamda, toplam 33 tarama raporundan biri Komisyon tarafından Konseye sunulmayı beklerken, 9 adet tarama raporu Konsey tarafından görüşülmesine devam edilmiştir. Bugüne kadar toplam 10 fasıl (İşletme ve Sanayi Politikası, İstatistik, Mali Kontrol, Trans-Avrupa Şebekeleri, Tüketicinin ve Sağlığın Korunması, Fikri Mülkiyet Hukuku, Şirketler Hukuku, Sermayenin Serbest Dolaşımı, Bilgi Toplumu ve Medya) açılmış olup, bunlardan biri (Bilim ve Araştırma) geçici olarak kapatılmıştır.

Bu fasıllardan Şirketler Hukuku ve Fikri Mülkiyet Hukuku başlıkları, 2008 yılının ilk yarısında, Slovenya’nın dönem başkanlığı sırasında, Sermayenin Serbest Dolaşımı, Bilgi Toplumu ve Medya başlıkları ise Fransa’nın dönem başkanı olduğu, yılın ikinci yarısında müzakerelere açılmıştır. Aralık 2008 AB Konsey kararı gereğince, 8 fasıl (Serbest Dolaşımı, İş Kurma Hakkı ve Hizmet Sunumu Serbestisi, Mali Hizmetler, Tarım ve Kırsal Kalkınma, Balıkçılık, Taşımacılık Politikası, Gümrük Birliği ve Dış İlişkileri), Ortaklık Anlaşmasına Ek Protokolün Türkiye tarafından tamamen uygulanmadığı gerekçesiyle askıda kalmaya devam etmiştir. Ayrıca, Fransa, tam üyeliği öngördüğü gerekçesiyle 5 faslın açılmasını engellemeyi sürdürmüştür. Geriye kalan fasılların büyük çoğunluğu ise, Komisyonun tarama raporları gönderilmediği için müzakerelere açılamamaktadır.

Öte yandan, Ortaklık Komitesi Mart 2008’de, Ortaklık Konseyi ise Mayıs 2008’de toplanmış, AB ile Türkiye arasındaki geliştirilmiş siyasi diyalog toplantıları devam etmiştir.

Sonuç

Türkiye-AB ilişkileri 2008 yılında, Fransa’nın Anayasa değişikliği formülleri, Akdeniz İçin Birlik Projesi gibi Türkiye aleyhtarı faaliyetleri ile Lizbon Anlaşmasının sebep olduğu siyasi krizden önemli ölçüde etkilenmiştir. Lizbon Anlaşmasının İrlanda halkı tarafından reddedilmesi üzerine siyasi bir bunalımın içine giren AB, genişleme konusunu ve dolayısıyla Türkiye’yi gündeme alamamıştır. Buna karşın, Kafkasya’da Rusya-Gürcistan arasında patlak veren savaş, aynı zamanda, enerji ihtiyacı her geçen gün hızla artan AB’nin enerji kaynaklarını çeşitlendirmesi ve güven altına alması için, enerji koridoru durumundaki Türkiye’nin jeopolitik önemini daha iyi anlamasına yol açmıştır. Ayrıca, Türkiye’nin, aktif dış politika faaliyetleri çerçevesinde BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçilmesi ve bölgesel barışın sağlanmasına yönelik arabuluculuk faaliyetleri, AB nezdinde itibarını artırmış ve stratejik öneminin anlaşılmasını sağlamıştır.

Eylül ayında başlayan ve başta Avrupa olmak üzere tüm dünyayı saran küresel mali kriz, giderek reel sektöre de sirayet etmiş, nihayet AB ekonomisindeki daralma, 7. büyük ticaret ortağı olan Türkiye’nin dış ticaretini de etkileme noktasına gelmiştir. Öte yandan, Kıbrıs’ta başlayan 21. Mart Süreci kapsamında Kıbrıslı Liderler arasında devam etmekte olan kapsamlı çözüm müzakereleri, her ne kadar bir fırsat penceresi olarak değerlendirilmiş olsa da, Hristofyas’ın uzlaşmaz tutumları, sürecin akıbetini tahmin etmemizi zorlaştırmaktadır.

Şüphesiz, dünya gündemini meşgul eden önemli olaylara şahit olan 2008 yılı, Türkiye-AB ilişkileri açısından sakin bir yıl olarak geçmiştir. Ancak, 2009 yılının kritik bir yıl olması beklenmektedir. Zira, Haziran 2008 tarihinde Avrupa Parlamentosu seçimleri, Eylül Ayında Almanya’da federal seçimler yapılacak, Kasım 2008 tarihinde Avrupa Komisyonu üyeleri yenilenecek, Lizbon Anlaşması İrlanda halkı tarafından yeniden oylanacak ve nihayet Aralık 2009 AB Zirvesine kadar Kıbrıs’ta kalıcı bir çözüme ulaşılmaya çalışılacaktır. 2009 yılında Türkiye ve AB gündemine damgasını vurması beklenen bu kritik olaylarda, Türkiye’nin tam üyeliğinin, Avrupa Birliği’nde iç siyasi malzeme konusu yapılma ihtimalinin yüksek olması, içinde bulunduğumuz yılın belirleyici olma özelliğini güçlendirmektedir.

Kuşkusuz, “Türkiye'nin AB üyelik perspektifinde ciddi olup olmadığı hususunda, 2009 yılının gerçek bir sınav olacağı” şeklindeki beyanatı ile Türkiye’nin samimiyetini sorgulayan AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn’e karşı, Türkiye 3.Ulusal Programı’nın onaylanarak Resmi Gazete’de yayınlanması uygun bir cevap olmuştur. Ayrıca, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Türkiye’nin AB’ye üyelik yolunda çok şey yaptığı ancak AB’nin aslında Türkiye’ye gerekli yolu açmadığı” yönündeki açıklaması, müzakere sürecinin başarıyla sonuçlandırılmasında, her iki tarafa da sorumluluklar düştüğünü hatırlatması bakımından anlamlı olmuştur. Yine, yılın son MGK toplantısında, “K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın yürüttüğü kapsamlı çözüm müzakerelerinin desteklendiği’nin” belirtilmiş olması da, AB’ye verilmiş önemli bir mesaj olarak değerlendirilmelidir.

Neticede, 2009 yılı Aralık Zirvesi’nden evvel, Türkiye’nin Kıbrıs ile ilişkileri bağlamında müzakere süreci gözden geçirilerek, sürecin devam edip etmeyeceği konusunda bir karar aşamasına gelinebilecek olması, belki de üzerinde durulması gereken en önemli nokta olacaktır. 2009 yılı içerisinde, Kıbrıs’ta her iki toplumun meşru ve temel haklarını garanti altına alacak adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılıp ulaşılamayacağı hususu, Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği açısından belirleyici olacaktır. Bu durumlar muvacehesinde, Kıbrıslı Liderler arasında yürütülen kapsamlı çözüm müzakerelerinin muhtemel sonuçları hesap edilerek, BM’in yerleşik Kıbrıs parametreleri ile Türkiye’nin etkin ve fiili garantisini ihtiva eden, alternatif politikalar üzerinde çalışılması son derece yararlı olacaktır.