Kıbrıs’ta Çözümün Anahtarı Kimin Elinde?
Kıbrıslı liderler arasında, 3 Eylül 2008 tarihinde başlayan kapsamlı çözüm müzakerelerinin ilk turu, 6 Ağustos 2009 tarihinde gerçekleştirilen 40. görüşme ile tamamlanmış oldu. Rum Liderin “çözümün anahtarı Türkiye’nin elinde” şeklindeki maksatlı beyanatıyla gölgelenen uzlaşma sürecinin ikinci tur görüşmelerine 3 Eylül 2009 tarihinde başlamayı kararlaştıran Liderler, bu tarihe kadar yeni dönem çalışmalarının altyapısını oluşturmaya gayret göstereceklerdir. Fakat, her ne kadar KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile GKRY Lideri Dimiris Hristofyas görüşmelerde mesafe almış gibi görünseler de, gerek liderlerin birinci tur görüşmelerinde anlaşamadıkları konuların niteliği ve sayısı ve gerekse Hristofyas’ın uzlaşmaz tutumu dikkate alındığında, al-ver sürecinin hazırlık aşamasını oluşturacak ikinci tur görüşmelerde kapsamlı bir mutabakata ulaşma ihtimali zayıflamaktadır.
Bilindiği gibi, Kıbrıslı liderler kapsamlı çözüm müzakerelerini, BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Alexander Downer’in gözetiminde, haftalık toplantılar şeklinde gerçekleştirmişlerdir. Liderler, “Yönetim ve Güç Paylaşımı, AB Konuları, Ekonomik Konular, Mülkiyet, Toprak, Güvenlik ve Garantiler” başlıklarından oluşan toplam 6 müzakere başlığı üzerinde yürüttükleri birinci tur görüşmeleri sırasında, anlaşamadıkları konuları bir sepete koymuşlar ve bu şekilde görüşmelerin kesilmesini engellemişlerdir. Ancak, “her konuda anlaşma sağlanmadan hiçbir konuda anlaşma sağlanmış olmayacağı” prensibini dikkate aldığımızda, liderlerin, birinci turda öteledikleri derin uzlaşmazlık konularını halledip bütünlüklü bir çözüme ulaşma şanslarının çok zayıf olduğunu söylememiz mümkündür. Bu noktada, Kıbrıslı liderlerin bir sepette biriktirdikleri ve esasen kapsamlı bir çözümün temel taşlarını teşkil edecek konulara ilişkin uzlaşmazlık konuları üzerinde durmamızda fayda bulunmaktadır;
Talat ve Hristofyas’ın 21 Mart 2008 tarihli görüşmeleri ile başlayan bu yeni uzlaşma süreci, kuşkusuz uluslar arası toplumun baskıları ile gündeme gelmiştir. Başlangıçta, sırf Ada’da çözüm sürecinin başlatılması uğruna Rumlar kendi tezlerini açıkça ortaya koymaktan imtina etmişler fakat müzakerelerin başlaması ile birlikte gerçek niyetlerini göstermeye başlamışlardır.
Bu anlamda Hristofyas, önce bir Federasyon modeli üzerinde mutabık kaldıklarını açıklamış, ardından, federasyonun tek egemenliğe, tek uluslar arası kimliğe ve tek vatandaşlığa dayanan bir yapısı olacağını ileri sürmüş ve nihayet çözümün yeni bir kurucu devletin değil Rumların egemenliğindeki sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin çatısı altında gerçekleşeceğini iddia etmeye başlamıştır. Geldiğimiz noktada Rum Lider, çözümün, Kıbrıslı Türkleri ayrıcalıklı azınlık statüsüne indirgeyen ve Rumların kontrolünde olacak Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti ile sağlanacağını iddia etmektedir. Rum tarafı, kurulması öngörülen devletin, güya Makarios’un limitleri tüketerek imzaladığı 1977 Doruk Anlaşması zemininde, iki toplumlu, iki bölgeli bir federasyon temelinde gerçekleşeceğini iddia ederek, Ada’da iki ayrı egemen halk bulunduğu gerçeğini göz ardı etmektedir. Ne yazık ki Rumlar, 1977 ve 1979 Doruk Anlaşmalarının iki toplumluluğun yanında iki kesimliliğe de vurgu yaptığı hususunu görmezden gelmektedirler.
Kuşkusuz Rumlar, uluslar arası toplum tarafından “meşru Kıbrıs hükümeti” olarak tanınmanın ve AB üyesi olmanın verdiği cesaretle, devam etmekte olan çözüm sürecini sulandırmayı ve Türkiye üzerinde baskı oluşturmayı amaçlamaktadırlar. Ne var ki Rumlar, Türkiye’nin ne uluslar arası anlaşmalardan kaynaklanan garantörlük hak ve yetkisi ve ne de Ada’daki Türk yerleşikler ve Türk askeri varlığı konusunda taviz vermesinin mümkün olmadığı gerçeğini er geç kabul etmek zorundadırlar. Rumların, “Ada’da Türkiye’nin garantörlüğüne gerek yok, AB’nin garantörlüğü bize yeter” şeklindeki beyanatları ise Türkiye’yi Ada’dan dışlama amacını güden nafile çabaların bir yansımasından başka bir şey değildir.
Türk tarafının Kıbrıs meselesinin çözümüne dair parametreleri ise başından beri açık olarak ortaya konulmuştur. Kıbrıs’ta çözüm, BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri'nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır. Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlüğü devam edecektir. Bunlar, Türkiye’nin kırmızı çizgileridir ve müzakere konusu edilmesi de mümkün değildir.
Ne var ki, Rumlar, iki kurucu devletin oluşturacağı yeni bir ortaklık devleti tezine tümüyle karşı çıkmaktadırlar. Nitekim, Hristofyas, "Bu konularda taban tabana zıt görüşlere sahip olduğumuz bir gerçektir. Türk tarafının tezinin bu olduğunu biliyoruz ve bunu kabul etmiyoruz" diyerek, çözümün en önemli parametrelerinden birisi üzerindeki uzlaşmaz tavrını ortaya koymuştur. Rum lider ayrıca, iki kesimliliğe dayanmayan fonksiyonel federasyon tezini ileri sürerek esasen çözümden ne kadar uzakta olduğunu da göstermektedir. Rumlar mülkiyet konusunun çözümü hususunda da Türk tarafıyla tamamen farklı düşüncelere sahip bulunmaktadırlar. Türk tarafı mülkiyet konusunun takas ve tazminat yoluyla ve toplu olarak çözülmesini isterken, Rum tarafı meselenin bireysel olarak ve iade yoluyla çözülmesini istemektedir.
Öte yandan, “Türkiye’nin AB’ye karşı yükümlülüklerini yerine getirmesi gerektiği” şeklindeki maksatlı beyanatlarıyla, Türkiye’nin AB katılım sürecini bir koz olarak kullanmaya çalışan Rum/Yunan tarafı, AB’nin bu yılsonunda yapılacak Zirvesi öncesinde, Türkiye’den taviz koparmaya heveslenmektedir. Bilindiği üzere, Kıbrıs ile ilişkilerini normalleştirmediği gerekçesiyle 8 başlıkta müzakereleri askıya alan AB Konseyi, Aralık 2009 Zirvesinde, Türkiye’nin durumunu tekrar değerlendirip, müzakerelerin tümüyle kesilmesine varacak kararlar almayı planlamaktadır. İşte bu nedenle Rum/Yunan tarafı son günlerde, gerek Kıbrıs’ta yürütülen çözüm müzakereleri ve gerekse Türk limanlarının Rum gemi ve uçaklarına açılması konularında taviz koparabilmek için Türkiye üzerindeki baskılarını yoğunlaştırmış durumdadır. Oysa Rumların, olmayacak duaya âmin demek yerine, Kıbrıslı Türklerle, Ada’daki gerçekler temelinde, adil ve kalıcı bir çözüme evet demelerinin daha yararlı olacağını görmeleri gerekmektedir.
Ada’da dini, dili ve kültürü tamamen birbirinden farklı iki ayrı halk, iki ayrı demokrasi ve iki ayrı egemen devlet vardır ve Kıbrıslı Türkler, Adanın Kuzey kesiminde, kendi ülke sınırları içerisinde, kendi anayasal düzenleri altında bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vasıtasıyla egemenliklerini kullanmaktadırlar. Ada’nın gerçekleri bunlardır ve Rum/Yunan tarafı bu gerçekleri görmeye başladığı zaman, her iki tarafın kabul edebileceği ve tarafların meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüme ulaşma şansı yakalanabilecektir. Aksi halde, liderler arasında devam etmekte olan kapsamlı çözüm müzakereleri bir aldatmaca olmaktan öteye gidemeyecektir.
Netice itibariyle, Kıbrıs’ta çözümün anahtarı, Rumların iddia ettikleri gibi Türkiye’nin değil bilakis Rum/Yunan tarafının elinde bulunmaktadır. Zira Türkiye, Kıbrıslı liderler arasında devam etmekte olan müzakere sürecine tam desteğini ortaya koymuş, buna karşın, Rum tarafı Türkiye’nin kırmızı çizgilerini ihlal edebilmenin arayışı içine girmiştir. Rumlar eğer Kıbrıs Türk halkının eşit egemenliğini tanır ve Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlüğünü müzakere konusu yapmaktan vazgeçerlerse, Ada’da adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılması mümkün görünmektedir. Fakat ne yazık ki “Bizim istediğimiz olursa çözüm olur” şeklinde bir yaklaşımla müzakere yürüten Hristofyas’la, bütünlüklü bir anlaşmaya varılması son derece zor görünmektedir.
Talat ve Hristofyas’ın son bir yıl içerisinde 40 defa bir araya gelmek suretiyle yürüttükleri birinci tur görüşmeleri, Rum liderin aksi beyanatları ve uzlaşmaz tutumlarının gölgesinde başlamış ve öyle de tamamlanmıştır. Elde, üzerinde uzlaşılması mümkün olmayan konularla dolu bir sepetten başka bir şey bulunmamaktadır. Hristofyas ise, müzakerelerle ilgili takvimlendirmeyi kabul etmemekte ve Türkiye’nin AB sürecinden yararlanmaya çalışmaktadır. Ne var ki Rumların, Kıbrıs Meselesinin sonsuza dek masada kalamayacağı ve Kıbrıs Türk Halkının egemenliğinden asla vazgeçmeyeceği gerçeğiyle yüzleşmekten başka çareleri de kalmamıştır. Kıbrıslı Rumlar iyi bilmelidirler ki, bu defa da çözüme engel olmaları halinde, Kıbrıs Türk Halkının dünya ile bütünleşmesi ve KKTC’nin uluslar arası toplum tarafından tanınması sürecini engelleyemeyecekler ve böylece Ada’nın ikiye bölünmesindeki sorumluluğu yüklenmiş ve tarihi misyonlarını da tamamlamış olacaklardır.