AB’DE İRLANDA BUNALIMI
Avrupa Birliği, bir yandan 2005 yılında Fransa ve Hollanda seçmeni tarafından reddedilen AB Anayasasının yol açtığı şoku atlatmaya çalışırken, bu defa büyük umutlar bağladığı Lizbon Anlaşmasının (Reform Anlaşması) İrlanda halkı tarafından reddedilmesi üzerine yeni bir bunalımın içine doğru sürüklenmektedir. AB Anayasasının kısa bir versiyonu olan ve AB’nin geleceğini şekillendirmesi bakımından son derece önemli sayılan Lizbon Anlaşması, 13 Haziran 2008 tarihinde yapılan referandum ile İrlanda seçmeninin %53.4 “Hayır” oyu ile reddedilerek, yeni bir krizin kapıları aralanmış bulunmaktadır. Böylece, yaklaşık 600 bin İrlanda seçmeninin, yaklaşık 500 milyon Avrupalının geleceğini abluka altına almış gibi bir durum ortaya çıkmış bulunmaktadır.
2001 yılında yapılan referandum ile Nice Anlaşmasına hayır diyerek krize yol açan İrlanda, bu defa, bugüne kadar 18 AB üyesinin onay sürecini tamamlamış bulunduğu Reform Anlaşmasını reddetmek suretiyle, AB’nin geleceğini şekillendirme çabalarına ağır bir darbe indirmiş oldu. 27 Üye ülke içinde sadece İrlanda’nın referanduma sunduğu Anlaşma, herhangi bir üyenin onaylamaması halinde yürürlüğe giremiyor. Her ne kadar, İrlanda seçmeninden gelen “hayır” oyu, diğer ülkelerin Anlaşmayı onaylamalarına engel teşkil etmese de, AB’yi sancılı bir dönemin içine doğru sürüklediğini söylememiz mümkündür. Zira AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso başta olmak üzere, bazı üye ülke liderleri, “Hayır” la sonuçlanan referanduma ilk tepkilerini, “geri kalan üye ülkelerin onay sürecini devam ettirmeleri” çağrısında bulunmak suretiyle göstermişlerdir.
AB Anayasasının 2005 yılında Fransa ve Hollanda seçmeni tarafından reddedilmesi üzerine, bu defa, İrlanda hariç diğer bütün üye ülkeler, Lizbon Anlaşmasını halkoyuna götürmek yerine, parlamentolarında onaylama yolunu seçmişlerdi. Çünkü geçmiş tecrübeler, yeni AB projelerinin halktan yeterli desteği göremediğini ortaya koymuştu. Lakin bu defa, İrlanda Hükümeti Anayasası gereği olarak halkoyuna gitmiş ve belki de Reform Anlaşmasını halka iyi tanıtamayarak, bu olumsuz sonuca katkı sağlamış gibi görünmektedir. 1973 yılında AB’ye üye olan 4 milyon nüfuslu İrlanda, günümüzde 40.000 Doların üzerinde kişi başına geliri ile bir yandan AB’nin kaynaklarından en çok yararlanan ülke konumunda iken, diğer yandan, AB içerisinde en çok krize yol açan ülke statüsünü de devam ettirmektedir.
AB’nin kurumsal yapısında önemli değişiklikler öngören ve küresel sorunlarla mücadelede daha etkili bir şekilde temsil edilebilmesine imkân verecek olan Lizbon Anlaşması’nın, 2008 yılı sonuna kadar tüm üye ülkelerce onaylanmasını müteakip, 1 Ocak 2009 tarihi itibariyle yürürlüğe girmesi beklenmekteydi. Anlaşma, halen uygulanmakta olan 6 aylık dönem başkanlığı yerine, 2,5 yıllığına seçilecek ve yılda 4 defa toplanacak olan Konseye başkanlık edecek bir “AB Başkanı” uygulamasını getirmekte, aynı zamanda komisyon başkan yardımcılığı görevini de yürütecek bir“Dışişleri ve Güvenlik Politikası Birlik Yüksek Temsilcisi” görevlendirilmesi suretiyle, dış politikada tek sesliliğin sağlanmasını hedeflemekteydi. Öte yandan, Türkiye’nin, üye olabilmesi halinde, 71 milyonluk nüfusuyla, çifte çoğunluk sistemine dayanan karar alma sürecinde, kritik bir konum elde etmesi mümkün olabilecekti.
Peki, AB cephesinde bundan sonra neler olabilir?
Öncelikle, İrlanda’nın kapılarını araladığı yeni kriz, ilk olarak 19–20 Haziran’da Brüksel’de yapılacak AB liderler Zirvesinde değerlendirmeye alınacak ve AB’nin yeni bir bunalım ortamına girmesini önleyecek çözüm yolları üretilmeye çalışılacaktır. Şüphesiz, henüz Lizbon Anlaşmasının onay sürecini tamamlamayan ülkelerin, ivedilikle onay prosedürünü tamamlamaları istenecektir. Bu meyanda, kalan 8 ülkenin, hızla onay sürecini tamamlamaları beklenmektedir. Nitekim Avrupa Parlamentosu (AP) Başkanı Hans Gert Pöttering de AB’nin daha önce de benzer krizler yaşadığını hatırlatarak, “2009 Avrupa seçimleri öncesinde bir çözüm bulunabileceğini umuyorum” diyerek, çözüm umudu olduğunu ortaya koymaya çalışmıştır.
AB’nin, bu kriz karşısında bir B planı olup olmadığı ise bilinmemektedir. Kaldı ki, Reform Anlaşmasının kendisi bizatihi, 2005 yılında benzer şekilde reddedilen AB Anayasasının yol açtığı bunalımın B planı olarak vücuda getirilmişti. Her ne kadar, İrlanda, Anlaşmanın yeniden müzakere edilerek birtakım düzeltmeler yapılmasını istese de, bu öneri AB otoriteleri tarafından pek kabul görmemektedir. Bu durumda, 2002 yılında Nice Anlaşmasının onay sürecinde yaşandığı gibi, ikinci bir referanduma gidilmesi ihtimali yüksek gibi görünmektedir. Ancak, İrlanda seçmeninin bu defa da Referandumda ”hayır” oyu kullanma ihtimali, herhalde AB’lilerin hiç de yabana atamayacakları bir vakıa olarak karşılarında durmaktadır.
İrlanda dışındaki 26 üye ülkenin, onay sürecini 2009 yılından önce tamamlamaları halinde, İrlanda üzerinde ciddi bir baskı uygulanarak, anlaşmayı kabule zorlanabilir veya İrlanda’nın yer almadığı bir platformda Lizbon Anlaşması uygulamaya geçirilebilir.
Öte yandan, AB’nin geleceğe dönük büyük umutlar bağladığı değişim projelerinin, son yıllarda ve farklı üye ülke seçmenleri tarafından reddedilmesi, halka rağmen, sadece hükümet veya parlamento onayları ile yola devam edilemeyeceği ve Avrupa Kamuoyunun, AB’nin geleceğe dönük planları konusunda ciddi şüphelerinin bulunduğu gerçeğini de gözler önüne sermiştir. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde, halkın iradesine dayanan, demokratik karar alma yöntemleri ekseninde yeni bir meşruluk tartışmasının gündeme geleceğini söylememiz mümkündür.
AB için öngörülebilecek en kötü senaryo ise, Lizbon anlaşmasının tümü ile rafa kaldırılmak zorunda kalınmasıdır. Bu durumda AB, 2005 yılındaki Anayasa krizinin yol açtığı bunalımdan belki de daha ağır bir kriz sürecine girecektir. Nitekim AB, siyasi ve kurumsal yapısını güçlendirme ve geleceğini şekillendirme anlamında, Lizbon Anlaşmasına büyük umutlar bağlamış bulunmaktadır.
Bu noktada, AB’nin içine sürüklendiği bu yeni krizin Türkiye’yi nasıl etkileyebileceği konusu üzerinde de biraz durmamızda yarar bulunduğu kanaatindeyiz:
AB’nin içine düştüğü bu yeni kriz ortamının, Türkiye-AB ilişkilerinde ciddi bir değişikliğe yol açmayacağı kanaatindeyiz. Kendi içinde derin bir bunalım yaşayan AB, buna ilaveten bir de Türkiye ile yeni bir krizi göze alamayacaktır. Bu defa, 2005 Anayasa bunalımında olduğu gibi, AB tekrar kendi içine kapanabilir ve dış dünya ile ilişkilerinde ciddi bir adım atmaya çekinebilir.
Diğer taraftan, 1 Temmuz’dan itibaren AB Dönem Başkanlığını devralacak olan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin de tüm planları alt üst olmuş gibi gözükmektedir. Bilindiği gibi Sarkozy, AB dönem başkanlığına aşırı derecede önem vermekte, gerek Türkiye’nin AB üyeliğini engelleme ve “imtiyazlı ortaklık” eksenine kaydırma ve gerekse Fransa’nın millî çıkarlarını maksimize etme anlamında birtakım planlar hazırlamış durumdadır. 6 aylık dönem başkanlığı için 190 milyon Euro tutarında dev bir bütçe ayıran Sarkozy, herhalde önemli projeleri hayata geçirmeyi düşünmektedir. Ne var ki, İrlanda’nın başlattığı referandum krizinin, Sarkozy’nin de rotasını değiştireceğine kesin gözüyle bakılmaktadır. AB’yi içine düştüğü bunalımdan kurtarmak için yoğun mesai harcamak zorunda kalacak olan Dönem Başkanı Fransa’nın, bir yandan da Türkiye’nin tam üyeliğini sık sık gündeme getirme ve Türkiye ile yeni kriz kapılarını aralama fırsatını elde edebilmesinin artık düşük bir ihtimal olduğunu düşünmekteyiz.
Ancak, her ne kadar, AB içinde yaşanan bir kriz ortamının, Türkiye-AB ilişkilerinde olumlu yansımaları beklense de, bunalımın aşılamaması halinde ilişkilerin orta ve uzun vadede olumsuz etkilenebileceği gerçeğini de göz ardı etmememiz gerekmektedir. Zira AB’nin yapısal sorunlarını çözmeden, yeni bir genişleme dalgasını harekete geçirmeyeceğini düşünmekteyiz. Avrupa Parlamentosu Anayasa Komisyonu Başkanı Jo Leinen’in, kriz ile ilgili olarak yaptığı “Lizbon anlaşmasına hayır demek genişlemeye hayır demektir” şeklindeki yorumu da bu tezimizi destekler mahiyettedir.
Netice itibariyle, İrlanda halkının 13 Haziran’da yapılan referandum ile Lizbon Anlaşmasını reddetmesi, AB’yi derinden sarsmış bulunmaktadır. Zira AB liderleri, AB’nin kurumsallaşması ve dünya siyasi arenasında küresel bir güç olarak temsil edilmesi gibi ana hedefleri ihtiva eden bu Vizyon Belgesine büyük umutlar bağlamışlardı. Hatta yeni AB Başkanı’nın kim olacağı konusundaki tartışmalarla birlikte, muhtemel adayların kulis çalışmaları da başlamış bulunmaktadır.
AB başkentleri, bir kez daha, üye bir ülkenin demokratik yollardan aldığı bir karar karşısında ne yapacağını bilemez bir duruma düşmüş vaziyettedirler. Öyle ki, Sarkozy ve Merkel, yaptıkları ortak açıklamada, “İrlandalıların demokratik tercihini gereken saygıyı göstererek not ettik, ancak bu bizi azamisiyle üzdü” demek suretiyle yaşadıkları çelişkiyi ortaya koymuşlardır. Bu durum, esasen, AB’nin kendi halkları ile arasındaki mesafenin ne kadar açılmış olduğunun da bir göstergesidir. Zira diğer üye ülkelerde de referanduma gidilmiş olması halinde, benzer bir sonucun ortaya çıkmayacağına dair kimsenin garanti veremeyeceğini düşünmekteyiz.
AB’nin içine düştüğü bu yeni kriz ortamı, Türkiye tarafından çok kapsamlı bir şekilde değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Kendi içinde problemler yaşayan AB, Türkiye ile yeni bir krizi herhalde göze alamayacaktır. Buna paralel olarak, dönem başkanı olacak Sarkozy’nin, bir yandan krizi aşmaya çalışırken, bir yandan da Türkiye’nin AB üyeliği ile ilgili yeni krizlere yelken açması, biraz zor görünmektedir. Bununla birlikte, Lizbon Anlaşması, genişlemenin önünü açabilecek ve üye olması halinde Türkiye’yi, AB’nin karar alma sürecinde güçlü bir konuma kavuşturabilecektir. Ayrıca, uygulamaya sokacağı “AB Başkanı” sistemiyle, Rumların 2012 yılındaki AB dönem başkanlığı sırasını ortadan kaldırarak, Kıbrıs Meselesinde Türk tarafının ciddi bir endişesini de bertaraf edebilecektir. Bu meyanda, Türkiye’nin, her iki senaryo üzerinde de hassasiyetle durması ve uygun stratejiler üretmesi son derece yararlı olacaktır.