FRANSA’NIN TÜRKİYE’Yİ ENGELLEME ÇABALARI
Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini engellemeyi kendisine vazife addeden Fransa, Anayasasında yapacağı değişikle, AB nüfusunun % 5 inden fazla nüfusa sahip ülkelerin
AB üyeliğinin otomatik olarak referanduma sunulmasını zorunlu hale getirerek, bu yolda son hamlesini yapmaya hazırlanmaktadır. Bilindiği gibi, kamuoyu baskıları karşısında, Fransa eski Cumhurbaşkanı Jacques Chirac tarafından 2005 yılında Anayayasaya konan ve Hırvatistan’dan sonra AB’ye üye olacak ülkeler için otomatik olarak referandum yapılmasını öngören düzenleme, bu defa, Avrupa kamuoyunun tepkileri üzerine “Türkiye hariç” tutulacak şekilde kaldırılmaya çalışılmaktadır. Öyle ki, Fransız Parlamentosu, şu günlerde tüm mesaisini, yapılacak anayasa değişikliği üzerinde yoğunlaştırmış gibi görünmektedir. Bu kapsamda, bir yandan AB’ye yeni üye olacak ülkeler için referandum zorunluluğu kaldırılmaya çalışılırken, bir yandan da Türkiye’nin bu düzenlemeden nasıl “istisna” edilebileceğine dair çok çarpıcı formüller üretildiğini müşahede etmekteyiz.
Fransa’nın Türkiye’ye karşı geliştirdiği yeni formüle geçmeden evvel, son dönemde yürüttüğü Türkiye aleyhtarı faaliyetlerine, kısaca bir göz atmakta yarar bulunmaktadır.
AB’nin 2007 Aralık Zirvesi sonuç bildirgesinde Türkiye’ye yönelik “katılım” ve “üyelik” ifadelerinin yer almamasını ısrarla isteyen Fransa, bu çabasında başarılı olmuş ve böylece Türkiye’ye karşı ayrımcılığa ve ırkçılığa varacak tavırlarına bir yenisini daha eklemişti.
Çok geçmeden, geçtiğimiz Mart ayında, Türkiye’nin AB üyeliğine bir alternatif olarak düşündüğü Akdeniz Birliği Projesi konusunda Almanya Başbakanı Angela Merkel’i ikna etmeyi başaran Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin, Türkiye’nin tam üyeliğine mâni olma yolunda bir adım daha ileri gittiğini müşahede etmiştik. Büyük umutlarla hazırlanan AB Anayasasının 2005 yılında yapılan referandumda Fransız seçmeni tarafından reddedilmesi üzerine Avrupalılara büyük bir hayal kırıklığı yaşatan Fransa, bu defa, AB’nin geleceğini şekillendirmesi beklenen ve aynı Anayasanın kısa bir versiyonundan başka bir şey olmayan Lizbon Anlaşması’nı halkoyuna sunmaya gerek görmemiş ve Parlamento onayını yeterli bulmuştur. Avrupa’nın sorunlu üyesi olmamak adına halkının görüşünü dikkate almayan Fransız Yönetiminin, Türkiye söz konusu olduğunda halkoyuna gitmeye çalışmasının, bir yandan kendi halkına olan güvensizliğini, öte yandan ise Türkiye’ye kaşı olan hasmane tutumunu işaret ettiği kanaatindeyiz.
“Avrupalı” olmadığı iddiasıyla,“bütün kriterleri yerine getirse bile, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkacağını” açıkça ifade etmekten çekinmeyen Sarkozy’nin, Fransa’nın AB dönem başkanlığına ve özellikle de Fransız Milli Bayramına rast gelen 13–14 Temmuz’da yapılacak “Akdeniz İçin Birlik” Zirvesiyle bu projeyi uygulamaya geçirmeyi planladığını bilmekteyiz. Tabii olarak Türkiye, söz konusu Zirveye katılımı için yapılan davete, henüz resmi bir cevap vermiş değildir.
Gerek Fransa’nın AB işlerinden sorumlu Devlet Bakanı Jean Pierre Jouyet’in Ankara temaslarının ve gerekse İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband’ın, “Akdeniz İçin Birlik, AB’nin Türkiye’yi dâhil edecek şekilde genişleme sürecine kesinlikle bir alternatif değildir” şeklindeki en son beyanatının, Türkiye’nin endişelerini bertaraf etmeye kâfi gelmediği görülmektedir. Elbette, Türkiye’nin Akdeniz İçin Birlik Zirvesine katılıp katılmaması hususu, Fransız ve AB yöneticilerinin Türkiye’nin şüphelerini ortadan kaldıracak somut adımlar atmalarıyla netlik kazanabilecektir. Ancak, Fransa’nın son zamanlarda hız kazanan Türkiye’yi dışlama gayretleri, bu konudaki beklentileri ne yazık ki gölgelemektedir.
Tüm bu gelişmelere rağmen Fransa, son günlerde, Ankara’ya gönderdiği üst düzey yetkililer vasıtasıyla Türkiye ile olan ilişkilerini geliştirme arayışları içine girmiş bulunmaktadır. Bu meyanda, Dışişleri Bakanı Bernard Koucher, Akdeniz İçin Birlik Proje Koordinatörü Alain Leroy, AB işlerinden sorumlu Devlet Bakanı Jean Pierre Jouyet ve Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin Fransa-Türkiye ilişkileri konusunda özel olarak görevlendirdiği, iktidardaki Halk Hareketi İçin Birlik Partisi(UMP) Milletvekili Pierre Lellouche, Ankara'da bir dizi temaslarda bulunarak, Türk Kamuoyuna ısrarla, Akdeniz Birliği’nin tam üyeliğe alternatif teşkil etmeyeceği ve Temmuz’da başlayacak dönem başkanlıkları sırasında Türkiye ile yeni müzakere başlıklarını açabileceklerine dair mesajlar vermeye çalışmışlardır.
Bu kapsamda, 6 Mayıs 2008 tarihinde Ankara’da yapılan Türkiye-AB Troykası Dışişleri Bakanları Toplantısında Fransız Bakan Jouyet, benzer söylemleri tekrar etmiş, Fransa’nın 1 Temmuz’da başlayacak AB Dönem Başkanlığı’nın objektif ve dengeli olacağı mesajını vermek suretiyle Türkiye’yi gelecek dönem ile ilgili olarak rahatlatmaya çalışmıştır. Ne var ki, bir yandan Ankara’da bu olumlu mesajları verirken, bir yandan da Brüksel’de tam tersi bir istikamette yol almaya çalışan Fransa’nın içine düştüğü bu çelişkili durum, Türk Kamuoyunun dikkatinden kaçmamaktadır.
Keza, Sarkozy’e göre daha ılımlı olduğu iddia edilen Devlet Bakanı Jouyet’in bu sıcak mesajlarının hemen ardından, 14 Mayıs 2008 tarihinde Brüksel’de yapılan ve 27 üye ülke ve 3 aday ülkenin katıldığı Avrupa Birliği Ekonomi ve Maliye Bakanları Konseyi (ECOFIN) toplantısında Fransa, Türkiye-AB arasında yeni bir krize sebebiyet vermekten geri kalmamıştır. Bu defa Fransa, diğer aday ülkeler olan Hırvatistan ve Makedonya için herhangi bir itirazda bulunmazken, Türkiye ile ilgili belgelerden “katılım” (accession) ifadesinin çıkartılmasını ısrarla talep etmiş ve bu isteğinin diğer üye ülkelerce kabul görmesi üzerine, Devlet Bakanı Mehmet Şimşek ortak bildiriye imza atmaktan imtina ederek, “böyle bir belgeyi tanımadığını” açıklamak durumunda kalmıştır. Buna rağmen AB, geri adım atmayarak, Türkiye-AB ortak bildirisi yerine, AB başkanlık bildirisi yayınlama yoluna tevessül etmiştir. Fransa’nın Türkiye’ye yönelik bu haksız tavrı karşısında, Türkiye’yi destekleyen diğer AB üyelerinin gösterdikleri teslimiyetçi anlayışa özellikle dikkat edilmesi gerektiği kanaatindeyiz.
Nihayet Fransa, yapmayı planladığı kapsamlı anayasa değişikliği paketiyle, Türkiye’nin AB üyeliğini engelleyebilecek uygun bir formül bulmuş gibi görünmektedir. Fransız Ulusal Meclisi’nin Hukuk İşleri Komisyonu, Beşinci Cumhuriyet KurumlarındaModernleşme adını verdikleri Anayasa değişikliği tasarısıyla, “AB’nin toplam nüfusunun % 5 inden fazla nüfusa sahip ülkelerin AB üyeliği için referandumun otomatik olarak yapılmasını zorunlu kılacak” tarzda bir düzenleme yapılması konusunda karara varmış bulunmaktadır. Fransız parlamenterler de pekâlâ bilmektedirler ki, Yaklaşık 495 milyon olan AB nüfusunun yüzde beşine tekabül eden 24.7 milyondan daha fazla nüfusa sahip tek aday ülke Türkiye’dir. İktidardaki Halk Hareketi İçin Birlik Partisi(UMP) Milletvekillerinin baskısı neticesinde harcanan yoğun mesailerin ardından keşfedilen bu yeni formül ile Paris, AB’nin genişleme sürecinin, “Türkiye hariç” olmak üzere devam etmesinin önünü açabilmeyi hedeflemektedir. Zira önümüzdeki günlerde Parlamentoda görüşülerek onaylanması beklenen bu anayasa değişikliğiyle, pratikte, diğer aday ülkeler Hırvatistan ve Makedonya için parlamento onayı yeterli olabilecek iken, Türkiye için referanduma gidilmesi zorunlu hale getirilecektir.
Başlangıçta, AB’nin genişleme politikalarına zarar verdiği için, yeni üyeliklerin referanduma sunulması tamamen zorunlu olmaktan çıkarılmak suretiyle, parlamento onayı veya halkoylaması arasında Cumhurbaşkanının tercih yapması usulü benimsenmişti. Ancak, bu düzenlemenin Türkiye’nin önünü açacağı endişesine kapılan UMP Milletvekilleri, vakit geçirmeksizin “yüzde beş” formülünü geliştirmiş oldular. Tabii tüm bu senaryoların, yabancı düşmanlığının tırmanışa geçtiği Fransa’da, halkın yaklaşık %70’inin Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğu yönündeki kamuoyu yoklamalarına dayandığını da burada belirtmemiz gerekmektedir.
Netice itibariyle, Fransa’nın Türkiye’yi AB Kulübünün dışında bırakma gayretlerinin, ne yazık ki hızlanarak devam ettiğini görmekteyiz. Yaşanan bu gerginlikleri “konjonktürel bir durum” olarak görüp, geçiştirmeye çalışmak ise sorunun çözümüne yardımcı olmayacaktır. Bir yandan Ankara’da olumlu mesajlar verirken, diğer yandan Brüksel’de ve kendi ülkesinde Türkiye’ye karşı hasmane bir tutum sergileyen Fransa, Türk Milleti nazarında güvenirliğini hızla yitirmektedir. Benzer şekilde, AB’nin özellikle Türkiye’yi destekleyen üyelerinin, Fransa’nın Türkiye’ye yönelik bu haksız politikaları karşısında tavizkâr bir tutum sergilemeleri ise esef verici bir durum olarak değerlendirilmektedir. Türkiye ile aynı zamanda başlayan müzakereleri Hırvatistan için 2009 yılında bitirmeyi planlayan Avrupa Birliği’nin, “ucu açık bir süreç” veya “imtiyazlı ortaklık” gibi belirsiz ifadelerle Türkiye’yi oyalamaya çalışması ise bir diğer çelişki olarak karşımızda durmaktadır.
Eğer Avrupa Ülkeleri, Türkiye’nin 50 yıllık AB macerasını bir 50 yıl daha uzatmak niyetinde iseler, Türkiye’nin AB kapısında daha fazla beklemeye tahammülünün olmadığını ve esasen bunun AB’nin menfaatlerine de hizmet etmeyeceğini hesaplamaları gerekecektir. Sonuçta, bölgesel bir güç merkezi olma yolunda önemli mesafeler alan Türkiye’nin, milli birlik ve beraberliğini koruduğu müddetçe, alternatif projeler üretebilme ve 21. yüzyılın lokomotif ülkesi olma potansiyeline sahip bulunduğunun bilhassa bilinmesi gerektiği kanaatindeyiz.
Nejat ÇOĞAL
TO Akademik Çalışma Grubu Üyesi