AB’NİN YENİ VİZYON BELGESİ: LİZBON ANLAŞMASI

Nejat ÇOĞAL

Son günlerde, 13 Aralık 2007 tarihli Zirvede imzalanan ve 1 Ocak 2009 tarihi itibariyle yürürlüğe girmesi beklenen Lizbon Anlaşması, başta Fransa, Almanya, Danimarka, Avusturya ve Portekiz olmak üzere üye ülke parlamentolarınca peş peşe onaylanmaktadır. Dünya siyasetinde arzulanan seviyede ağırlığa bir türlü ulaşmayan AB, nihayet son şans olarak hazırlanan ve daha önceki başarısız AB Anayasası projesinin yerini alacak olan Lizbon Anlaşmasıyla yeni bir dönemin kapılarını aralama çabası içine girmiştir.

Büyük umutlarla hazırlanan AB Anayasasının, 2005 yılında Fransa ve Hollanda’da düzenlenen referandumlarda seçmenler tarafından reddedilmesi, AB’nin bunalımlı bir döneme girmesine neden olmuş, ancak 2007 Haziran zirvesinde, Dönem Başkanı Almanya Başbakanı Angela Merkel’in hazırlattığı Lizbon Anlaşması (Reform Anlaşması olarak da anılmaktadır) üzerinde mutabakata varılması üzerine, AB’nin geleceğine dair umutlar yeniden yeşermeye başlamıştır. Öyle ki, yeni AB Başkanı’nın kim olcağı konusundaki tartışmalar daha şimdiden başlamış gibi gözükmektedir. Bu meyanda, İngiltere eski Başbakanı Tony Blair, Almanya Başbakanı Angela Merkel, İrlanda Başbakanı Bertie Ahern, Danimarka Başbakanı A.Fogh Rasmussen ve Avusturya Eski Başbakanı Wolfang Schüssel, kulislerde ön plana çıkmış isimler olarak saymamız mümkündür.

AB’nin kurumsal yapısında önemli değişiklikler öngören ve küresel sorunlarla mücadelede daha etkili bir şekilde temsil edilebilmesine imkân verecek olan Lizbon Anlaşması’nın, 2008 yılı sonuna kadar tüm üye ülkelerce onaylanmasını müteakip, 1 Ocak 2009 tarihi itibariyle yürürlüğe girmesi beklenmektedir. 27 üye ülkenin, İrlanda hariç tamamının referanduma gitmek yerine sadece parlamento onayına başvuracak olmalarında, yakın geçmişteki başarısız anayasa denemesinin etkili olduğu kanaatindeyiz. Bu arada, 2001 yılında yapılan referandumda Nice Anlaşmasını reddeden İrlandalıların, bu defa nasıl bir tavır takınacaklarını da AB’li siyasetçiler merakla beklemektedirler.

Öte yandan, 29 Ekim 2004 tarihinde Roma’da imzalanan AB Anayasasına, yapılan görkemli bir törenle, aday ülke temsilcisi olarak Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN ve Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah GÜL imza koymuşken, bu anayasanın yerini alacak olan Lizbon Anlaşmasında, aday ülke statüsü devam ettiği halde Türkiye’nin imzasına gerek görülmemesi, bir diğer dikkat çekici nokta olarak karşımıza çıkmaktadır.

Lizbon Anlaşması’nın en göze çarpan özelliği, halen uygulanmakta olan 6 aylık dönem başkanlığı yerine, 2,5 yıllığına seçilecek ve yılda 4 defa toplanacak olan Konseye başkanlık edecek bir “AB Başkanı” uygulamasına geçilecek olmasıdır. Bu yeni uygulama, belkide en çok KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ı rahatlatacak gibi görünmektedir. Öyle ki, geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye yaptığı bir ziyareti sırasında Talat, “Güney Kıbrıs Rum Kesiminin dönem başkanlığını devralacağı 2012 yılına kadar Kıbrıs meselesinde çözüme ulaşılamaz ise artık çözümün mümkün olamayacağını” ifade etmiştir. Lizbon Anlaşması’nın yürürlüğe girmesiyle birlikte, Rum Kesiminin dönem başkanlığı söz konusu olamayacağı için, bundan sonra asıl olarak yapılması gereken, AB Başkanlığına kimin seçileceği üzerinde durulması gerektiğidir.

Reform Anlaşması AB’nin dönem başkanlığı uygulamasını ortadan kaldırarak Kıbrıs Rum Kesiminin elinden bu kozu alacaktır. Ne var ki, Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’ın, Kıbrıs meselesinin Türkiye ve Kıbrıs Türk Toplumunun aleyhine çözümlenmesi için ellerine geçen her fırsatı değerlendirmeye devam edecekleri kuşku götürmemektedir. Mesela, 21 Nisan’da yapılan Hükümetlerarası Konferansta (HAK) Hırvatistan’la iki ayrı başlıkta daha müzakereler başlatılırken, Türkiye için HAK toplantısının son anda iptal edilmesi güncel bir örnek olarak gösterilebilir. Her ne kadar, AB Dönem Başkanı Slovenya tarafından, bu iptal kararının teknik sebeplerden ileri geldiği bildirilse de, asıl sebeplerin başka olduğu ileri sürülmektedir. Bu sebeplerden birincisinin, Rum Yönetiminin daha önceden AB Daimi Temsilciler Komitesi COREPER’de Türkiye’ye karşı koyduğu vetosu, ikincisinin ise AB reformları konusunda bir duraklama içine girdiği düşünülen Türkiye’ye bir gözdağı vermek olduğu, AB’ye yakın çevreler tarafından iddia edilmektedir.

Bu noktada, AB Anayasa taslağının yeni bir sürümü olarak kabul edilen Lizbon Anlaşması’nın, mevcut uygulamaya ek olarak getirdiği başlıca yenilikleri şu şekilde sıralamamız yerinde olacaktır:

  1. Halen uygulanmakta olan 6 aylık dönem başkanlığı yerine, 2,5 yıllığına seçilecek ve yılda 4 defa toplanacak olan Konseye başkanlık edecek bir “AB Başkanı” uygulamasına geçilmekte;
  2. Aynı zamanda komisyon başkan yardımcılığı görevini de yürütecek bir“Dışişleri ve Güvenlik Politikası Birlik Yüksek Temsilcisi” görevlendirilmesi suretiyle, Dış politikada tek sesliliğin sağlanması amaçlanmakta;
  3. 2014 yılından itibaren Avrupa Komisyonu’nun üye sayısı sınırlandırılarak rotasyonla seçilmeleri yoluna gidilmekte;
  4. Bazı alanlarda üye ülkelerin ulusal veto hakları ellerinden alınmakta;
  5. Avrupa Parlamentosunun yetkileri artırılarak, komisyon başkanını seçme yetkisi verilmekte;
  6. Ortak marş, ortak bayrak gibi Devleti çağrıştıran unsurlar yeni anlaşmada yer almamakta;
  7. 2014–2017 yılları arasının geçiş dönemi olarak uygulanması suretiyle, oylamalarda çifte çoğunluk sistemi getirilerek kararların, AB nüfusunun %65’nin ve üye ülkelerin %55’inin desteğiyle alınması suretiyle, nüfusun oylamalarda belirleyici olması sağlanmaktadır. Ancak dış politika, bütçe ve vergi konularında üye ülkelerin oybirliği gerekli kılınmaktadır;
  8. Ayrıca, Anlaşmada genişleme ile ilgili somut düzenlemelerin olmaması da bir diğer dikkat çekici nokta olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu noktada, AB’yi içine düştüğü tıkanıklıktan kurtararak, gelecek vizyonunu şekillendirme ve yol gösterme anlamında büyük umutlar bağlanan Lizbon Anlaşmasının, aday ülke Türkiye’ye yansımalarının nasıl olacağı konusunun kısaca değerlendirilmesinde yarar bulunduğu düşüncesindeyiz:

Öncelikle, kurumsallaşma sürecini tamamlayarak, kendi iç sorunlarını çözüme kavuşturmuş bir AB’nin, genişleme konusunu gündeme alması kolaylaşacaktır. Bu açıdan bakıldığında, yeni yapılanmayı Türkiye bakımından olumlu bir gelişme olarak görmemiz mümkündür. Ancak, 1 Ocak 2009 itibariyle, 2,5 yıllığına seçilmesi ve AB’nin en güçlü siyasi temsilcisi olması beklenen AB Başkanı’nın kim olacağının ve genişleme konusundaki fikirlerinin mahiyetinin Türkiye için ne kadar önemli olduğunu da göz ardı etmememiz gerekmektedir.

Buna ilaveten, AB Komisyonunun, 2006 yılında, Gümrük Birliği Ek protokolünün Güney Kıbrıs Rum Kesimine de uygulanması için Türkiye’ye 2009 Aralık zirvesine kadar süre tanıdığı herkesin malumudur. Bu nedenle, 2009 yılı Türkiye açısından çok kritik bir yıl olacaktır. Bu durum dikkate alındığında, Türkiye’nin şimdiden, yukarıda isimlerini verdiğimiz muhtemel AB Başkanı adayları üzerinde gerekli değerlendirmeleri de yapmak suretiyle, alternatif politikalar üretmesinin vazgeçilmez olduğu ortaya çıkmaktadır.
Diğer taraftan, Lizbon Anlaşmasında genişleme konusuna yer verilmemesinin, Türkiye açısından belirsiz bir ortamın mevcudiyetine işaret ettiğini söyleyebiliriz. İlave olarak, oylamalarda nitelikli çoğunluk sistemine geçilmek suretiyle nüfus, gerek Konsey ve gerekse Parlamento kararlarında belirleyici hale gelmektedir. Bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde, 71 milyon nüfusuyla tam üye olması halinde Türkiye’nin, AB karar sürecinde ne kadar etkili olacağı herhalde Avrupa kamuoyunun dikkatinden kaçmayacaktır. Bu durum, kuşkusuz, Türkiye’ye “imtiyazlı ortaklık”, “Akdeniz Birliği” gibi tam üyelik dışında yollar öneren Fransa ve Almanya gibi ülkelerin, bu söylemlerini daha kuvvetli olarak dile getirmelerine fırsat verebilecek bir gelişme olacaktır.

Konuya Kıbrıs meselesi açısından bakıldığında, dönem başkanlığı kaldırılıp yerine AB Başkanlığı sistemi geleceğinden, Kıbrıs Rum Kesimi’nin 2012 yılındaki dönem başkanlığı endişemiz de ortadan kalkacaktır. Ancak, Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’ın Türkiye’nin AB üyeliğini engelleme gayretlerinin kesintiye uğramadan devam edeceği şüphe götürmediğinden, hem Türkiye ve hem de KKTC’nin, Kıbrıs’ta adil ve kalıcı bir çözüm elde edilmesi yönündeki çalışmalarına ısrarla devam etmeleri büyük önem arz etmektedir.

Netice itibariyle, yıllarca süren kapsamlı bir çalışmanın ürünü olan ve büyük umutlar bağlanan AB Anayasasının, 2005 yılında Fransa ve Hollanda seçmenleri tarafından reddedilmesi üzerine büyük bir hayal kırıklığına uğrayan Avrupalılar, AB’nin geleceğini şekillendireceği ve önünü açacağı umuduyla hazırlanan ve aslında AB Anayasa taslağının kısa bir versiyonundan başka bir şey olmayan Lizbon Anlaşmasına dört elle sarılmış vaziyettedirler. Öyle ki, son günlerde, liderlerin, halkoyuna bile gitmeksizin, Anlaşmayı Parlamentolarında bir bir onaylama yarışına girdiklerini müşahede etmekteyiz.

AB’nin kurumsallaşması ve dünya siyasi arenasında küresel bir güç olarak temsil edilmesi gibi ana hedefleri ihtiva eden bu Vizyon Belgesinin akıbeti hakkında, bu aşamada kesin bir şey söylememiz mümkün olmamakla birlikte, 1 Ocak 2009 tarihinde yürürlüğe girme ihtimali yüksek olan bu Anlaşmanın çok yönlü bir değerlendirmeye tabi tutulması ve Türkiye-AB müzakere sürecine nasıl bir etkisi olabileceği üzerinde hassasiyetle durulması gerekmektedir. Zira 2009 yılı, Türkiye-AB ilişkileri açısından zor bir yıl olacaktır. Kıbrıs Türk Toplumu üzerindeki izolasyonları kaldırmaya bile yanaşmaksızın, Ek Protokolün uygulanmasını müzakerelerin devamının ön şartı olarak önümüze koyan AB’nin uyguladığı çifte standart herhalde dikkatlerden kaçmayacaktır. Dolayısıyla, üyelik müzakerelerine aynı tarihte başlamalarına rağmen, Hırvatistan ile müzakereleri 2009 yılında bitirmeyi hedefleyip, Türkiye’nin müzakere sürecini en az 10–15 yıl daha uzatmaya çalışan AB’nin, Türkiye hakkındaki gerçek niyetinin ne olduğunun iyi sorgulanması gerektiği yönündeki kanaatimizi, devletimizin sorumlularının da paylaştığını ümit ediyoruz.

Nejat ÇOĞAL
TO Akademik Çalışma Grubu Üyesi