AB’nin Türkiye Paradoksu: İmtiyazlı Ortaklık

Nejat ÇOĞAL

Türkiye karşıtlığını iç siyasi malzeme konusu yaparak kendilerine pay çıkarmaya çalışan bazı Avrupalı liderlerin samimiyetsiz tavırları karşısında, Türkiye’nin adeta savunma pozisyonuna geçtiğini müşahede etmekteyiz. Tam üyelik müzakerelerinin devam ettiği bir dönemde “imtiyazlı ortaklık”, “Birliğin hazmetme kapasitesi” veya “ucu açık süreç” gibi ne olduğu belirsiz ve tam üyelik dışında çağrışımlar içeren söylemlerin, bazı AB yetkilileri tarafından yüksek sesle dillendirilmesi, Türkiye’yi ziyadesiyle rahatsız etmektedir. Bu bakımdan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Avrupa’ya girmek için elli yıldır bekliyoruz. Artık net bir cevap bekliyoruz. Kimi liderler önce bir şey diyor, sonra da dediklerini düzeltip öyle bir şey demediklerini iddia ediyor. Komedilerden usandık. Ayrıcalıklı üyeliği asla kabul etmem. AB’ye tam üyelik istiyoruz. Tam üyelik dışında bir şey istemiyoruz” şeklindeki beyanatı, Türkiye’nin tam üyelik sürecini sulandırmaya çalışan bazı Avrupalı liderlere verilmiş anlamlı bir mesaj olarak değerlendirilmelidir.

Avrupalı olmadığı gerekçesiyle Türkiye’nin tam üyeliğine karşı çıkan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile Türkiye’ye imtiyazlı ortaklık öneren Almanya Başbakanı Angela Merkel’in bu söylemleri, ne yazık ki, Haziran ayında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde etkili olmuştur. Tam üyelik müzakerelerini yürütmekte oldukları Türkiye hakkında seçmenlerini bilgilendirmeleri gerekirken, tam tersine Türkiye karşıtlığı üzerinden politika üreten bu liderler esasen AB’nin geleceğini de karanlığa sürüklemektedirler. Nitekim son AP seçimlerinde AB’nin geleceğine inanmayan kesimlerin başarı kazandıklarını görmekteyiz ki bu kesimin bilhassa Türkiye karşıtlığından da beslendikleri iyi bilinmektedir.

Fakat, Sarkozy ve Merkel ve onlar gibi düşünen Avrupalıların özellikle farkına varmaları gereken gerçek şudur ki AB’nin, Türkiye olmadan küresel bir güç olma hedefine ulaşması mümkün bulunmamaktadır. Bu bakımdan, geçtiğimiz günlerde Bükreş’e bir ziyaret gerçekleştiren Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, "Avrupa'nın, kapılarını Türkiye'ye açması halinde küresel bir güç olabileceğini, aksi takdirde statik, kıtasal ve kendini izole etmiş bir güce dönüşeceğini" söyleyerek, Türkiye gibi bir ülkenin uzun süre AB kapısında bekletilemeyeceği mesajını vermesi de yerinde olmuştur.

Türk Milletinin Avrupa ile bütünleşme arzusunu bir zaaf olarak gören ve bu süreci Türkiye’den taviz koparmanın bir aracı olarak değerlendiren bir kısım AB yetkilisi, Türk kamuoyu nazarındaki itibar kaybını hesaba katmamaktadırlar. Öyle ki, AB üyeliğine olumlu bakan vatandaşlarımızın oranının %75’ten %50’ye düşmesi, AB’nin samimiyetsizliğinin Türk halkı tarafından iyi değerlendirildiğini işaret etmektedir.

1999 Helsinki zirvesinde Türkiye’ye adaylık statüsü tanıyan AB, eşzamanlı olarak Kıbrıs meselesini masaya yatırmış ve Kıbrıs’ı, Türkiye’nin tam üyelik süreci vasıtasıyla çözmeye çalışacağının ilk işaretini vermiştir. Nitekim öyle de olmuştur. Önce, Kıbrıs’ı bir bütün olarak, Rumların egemenliğindeki sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ adı altında yutmaya çalışmış, bu olmayınca, Rumları tek taraflı olarak ve güya tüm Ada’yı temsilen AB üyesi yapmıştır. Annan Planı’nın Türk tarafına zorla dayatılmaya çalışıldığı dönemlerde sıklıkla dile getirilen “Türkiye’nin AB yolu Kıbrıs’tan geçer” şeklindeki şantaj kokan açıklamalar, günümüzde de yüksek sesle dillendirilmek suretiyle Türkiye üzerinde baskı kurulmaya çalışılmaktadır.

Öyle ki, Türkiye’nin AB sürecini koz olarak kullanmaya çalışan ve bu vesileyle özellikle Kıbrıs konusunda taviz koparmaya heveslenen Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı yürüttüğü baskı politikaları, bilinçli bir şekilde devam ettirilmektedir. Bu kapsamda, Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’ın, “…Türkiye’nin yükümlülüklerinin bilincinde ve sorumluluğunda olan, devlet ve diplomasi bilgisi, geleneği olan ve büyük coğrafyaları, büyük nüfusları idare etmiş bir ülke olduğu, Yunanlı dostların ilk ve tek gündem maddeleri olan Kıbrıs’ın aksine, Türkiye’nin yegane gündem maddesinin de Kıbrıs olmadığı, Türkiye’nin diplomasi tarihinin 1974’ten, şöyle bir bin yıl daha geriye gittiği…,” şeklindeki beyanatı, “Türkiye’nin AB üyeliği konusunda yükümlülüklerini yerine getirmesi gerektiği" şeklinde açıklama yapan Yunanistan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni’ye anlamlı bir cevap olmuştur.

AB’nin Türkiye’ye karşı Kıbrıs dayatması ile başlattığı samimiyetsizlik, son zamanlarda dile getirilen “imtiyazlı ortaklık” söylemleriyle daha da derinleştirilmektedir. Siz bir ülke ile hem tam üyelik müzakerelerini başlatacaksınız, hem de tam üyelik dışında çağrışımlar içeren, ne olduğu belirsiz birtakım ifadelerle oyalamaya çalışacaksınız. Bu dürüst olmayan davranışlar, kuşkusuz, yönünü batıya çevirmiş bir ülkeye yapılabilecek en büyük haksızlıktır.

Türkiye’nin 1959 yılında başlayan AB süreci, 1995 tarihli Gümrük Birliği Anlaşması ile son dönemece girmiştir. Geldiğimiz noktada Türkiye, Kopenhag kriterlerini önemli ölçüde karşılamış ve yapısal reformlarını büyük ölçüde gerçekleştirmiş; Türkiye-AB Gümrük Birliği ile, gerek ticaretin mal ve ülke bazında çeşitlenmesi ve gerekse ülkeye yeni teknoloji ve sermaye girişinin hızlanması ve rekabetin geliştirilmesi açısından önemli bir aşamaya gelmiştir. Türkiye’nin dış ticaretinde AB’nin payının %50’nin üzerinde olması, Türk ekonomisinin gelişmiş batı ekonomileri ile rekabet edebilir bir düzeye geldiğini göstermektedir. Ayrıca, müktesebat uyum çalışmalarında da ileri bir aşamaya gelmiş bulunan Türkiye’nin tam üyelik sürecini, birtakım bahaneler ileri sürerek belirsizlikler içine sürüklemeye çalışmak, tabiri caizse abesle iştigaldir.

Netice itibariyle, Müslüman-Türk kimliğini ön plana çıkararak Türkiye’yi ötekileştirmeye çalışan bir kısım Avrupalının bu tavırları, AB’nin bir “Hıristiyan Kulübü” olduğu yönündeki iddiaları destekler mahiyettedir. Ayrıca, Türkiye’nin 50 yıllık AB macerasını bir elli yıl daha uzatma hesapları yapan bu zihniyetin hüsrana uğraması da kaçınılmaz görünmektedir. Bölgesinin en güçlü ve istikrarlı ülkesi olan ve tarihi-kültürel birikimi ve jeopolitik konumu itibariyle küresel bir güç olma kapasitesine sahip bulunan Türkiye’nin uzun süre AB kapısında bekletilemeyeceği ve tam üyelik dışında bir seçeneği de kabul etmeyeceği gerçeğinin, Avrupa kamuoyu tarafından yakın zamanda anlaşılacağını ümit etmekteyiz.

İyi bilinmelidir ki aktif, rasyonel ve çok yönlü dış politika stratejileri geliştirebilen bir Türkiye’nin önünde her zaman farklı alternatifler olacaktır. Genç ve dinamik nüfusuyla, milli birlik ve beraberlik içerisinde, 21. yüzyılın lokomotif ülkesi olma hedefine sımsıkı sarılan bir Türkiye için AB projesi, bu alternatiflerden sadece bir tanesi olarak kalmaya mahkûmdur ve bu durumda AB’nin bizatihi kendisi Türkiye’nin tercihleri arasında yer almak için gayret sarf etme noktasına gelecektir. Yanlış anlaşılmasın; AB ile düşman olmak gibi bir niyetimiz yoktur. AB’ye tam üyelik görüşmeleri biter, tam üye yapılmayacağımız kesin kararı alınır; ondan sonrasını biz de değerlendiririz; AB de değerlendirir.