Avrupa Parlamentosu Seçimleri ve Kıbrıs

Nejat ÇOĞAL

Avrupa seçmeninin %43 gibi çok düşük düzeyde ilgi gösterdiği Avrupa Parlamentosu seçimleri nihayet yapıldı ve maalesef Türkiye’yi iç siyasi malzeme konusu yaparak, AB ve Türkiye karşıtı söylemler üreten kesimler seçimlerde başarı kazandı. Kuşkusuz, bu durum Türkiye’nin Avrupa Birliği süreci açısından olumsuz gelişmelerin de işaretçisi olarak görülmelidir. Zira, AP’nin yeni oluşumuna şöyle bir baktığımızda, yaklaşık 6 milletvekilinden birisinin yabancı düşmanlığını savunan ya da AB’nin geleceğine inancı olmayan milletvekillerinden oluştuğunu görmekteyiz.

Türkiye’nin AB süreci bakımından olumsuz bir tablo ortaya çıkaran AP seçim sonuçları kuşkusuz, KKTC açısından da son derece talihsiz bir gelişmeyi gündeme getirmiş bulunmaktadır. Zira, Kıbrıslı Rumlar, AP’de Kıbrıs için ayrılmış bulunan 6 sandalyenin tamamı için seçim yapmak suretiyle, Kıbrıslı Türklere ait olan 2 adet sandalyeyi bir kez daha işgal etmiş bulunmaktadırlar. Kıbrıslı Türklerin temsil haklarının haksız bir şekilde gasp edilmiş olması, Ada’da devam etmekte olan uzlaşma sürecine de ağır bir darbe indirmiş bulunmaktadır.

Nitekim, KKTC Dışişleri Bakanı Hüseyin Özgürgün "Tüm ilgili taraflara hatırlatmakta yarar vardır ki, Rum tarafının 1963 yılında Kıbrıs Türk ortağını Kıbrıs Cumhuriyeti'nden silah zoruyla dışladığı tarihten itibaren, 'Kıbrıs Cumhuriyeti' kisvesi altında yaşatılan entite, sadece ve sadece Kıbrıs Rum halkını temsil eden Güney Kıbrıs Rum yönetimidir. Bu entitenin Kıbrıs Türk halkını temsil etme yetkisi ve hakkı bulunmamaktadır. Dolayısıyla Avrupa Parlamentosu'na seçilen Rum vekiller; Kıbrıs Türk halkını temsil etmemekte, Kıbrıs Türk halkı adına hiçbir karar üretme veya karara imza atma yetkisine sahip olmamaktadır.” diyerek Kıbrıs Türk Halkının tepkisini dile getirmiştir.

 

Kıbrıslı Rumlar, AP’nin Kıbrıslı Türklere ait 2 sandalyesini işgal etmekle, Ada’da Kıbrıslı Türklerle eşit statüde, birlikte, bir arada yaşamak istemediklerini ve Kıbrıs Türk Halkını sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” bir azınlığı gibi gördüklerini ve Ada’nın iki kesimli yapısını inkâr ettiklerini bir kez daha ortaya koymuş oldular.

Bilindiği üzere, 1 Mayıs 2004'te Avrupa Birliği'ne üye olan Güney Kıbrıs Rum Kesimi'nin üyelik senedinde, Avrupa Parlamentosu'nda Ada için ayrılan 6 sandalye'nin 4'ünün Rumlar, 2'sinin de Kıbrıslı Türkler tarafından doldurulması öngörülüyor. Zira, AP’ deki sandalye sayıları ülkelerin nüfusuna orantılı olarak belirlenmiş ve Kıbrıs’a tahsis edilen 6 sandalye de Kıbrıslı Türkler dikkate alınarak tahsis edilmiştir. Dolayısıyla, Kıbrıslı Rumların sadece 4 sandalye için seçim yapmaları ve Kıbrıs’ta her iki tarafın kabul edebileceği adil ve kalıcı bir çözüme ulaşıncaya kadar, Türkler için ayrılan 2 sandalyenin boş bırakılması gerekmekte idi. Ne var ki, dönemin Rum lideri Tasos Papadopulos Türklerin bu haklarını gasp etmiş ve 2004 yılında yapılan AP seçimlerinde, 6 sandalyenin tamamını Kıbrıslı Rum temsilcilerle doldurmuştu. Papadopulos, bu tavrıyla Kıbrıs Türklerine olan bakış açısını bir kez daha ortaya koymuştu.

AP’deki Rum işgali günümüze kadar devam etmiş ve nihayet geçtiğimiz günlerde yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, GKRY, toplam 6 üyelik için seçim yapmak suretiyle, bu haksızlığı aynen devam ettireceğini ortaya koymuştur. Böylece, Rum lider Hristofyas’ın da, Tasos Papadopulos’tan farklı olmadığı ve Kıbrıs Türk Halkını sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bir azınlığı gibi gördüğünü ve esasen Ada’da nasıl bir çözüme ulaşmak istediğini de bir kez daha göstermiş oldu.

KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, Rumların bu haksız tavırlarını tekrarlayacaklarını çok iyi bildiği için, Hristofyas ile yürüttüğü kapsamlı çözüm müzakerelerini 2009 AP seçimlerine kadar sonuçlandırmayı hedeflemişti. Fakat özellikle Rum Liderin aksi tavırları ve herhangi bir takvim kabul etmemesi nedeniyle bu hedefe ulaşılamamış ve boş bırakılması gereken 2 AP sandalyesi, Rumlar tarafından haksız bir şekilde yeniden işgal edilmiş ve üstelik Rumlar, ileride bir çözüme ulaşılsa dahi bir sonraki seçim tarihine kadar bu işgali sürdürme fırsatını ele geçirmişlerdir.

Öte yandan, son zamanlarda, Güney Kıbrıs'ta Avrupa Parlamentosu için yapılacak seçimlerde ''Kıbrıslı Türklerin de oy kullanması'' yönünde yapılan çağrıların esasen, Ada’daki gerçeklere tamamen aykırılık teşkil eden ve ''Rum gaspının meşrulaştırılması'' amacını taşıyan nafile çabalar olduğu görülmüştür. Neyse ki KKTC Halkı bu çağrılara itibar etmemiş ve bu tür ''ayak oyunları''na alet olmamıştır. Kıbrıs Türk Halkı bu duruşuyla ayrıca AB’nin Kıbrıs’a yönelik tek taraflı bakış açısına da prim vermemiş oldu. Bilindiği gibi AB ve dolayısıyla Rum Kesimi, KKTC topraklarını sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümetinin’ etkili bir denetime sahip olmadığı Kıbrıs Cumhuriyeti bölgeleri olarak görmekte Kıbrıs Türklerini ise bu sözde Cumhuriyetin vatandaşları olarak değerlendirmektedir.

Oysa bu yaklaşım, Ada’daki gerçeklerle bağdaşmayan, tek taraflı bir bakış açısını yansıtmaktadır. AB bu yaklaşımıyla, bir yandan Kıbrıslı Türkleri izolasyonlarla cezalandırmaya devam etmekte, bir yandan da Kıbrıslı Rumları AB üyeliği ile cesaretlendirmektedir. Kıbrıs meselesinin bugüne kadar çözülememesinin en büyük sebebi şüphesiz, başta AB olmak üzere uluslar arası camianın Kıbrıs Rum Yönetimini meşru “Kıbrıs Hükümeti” olarak tanıması ve KKTC’yi yok saymasıdır. Uluslar arası toplumun bu haksız desteğini arkasına alan Rumlar ise Türkiye’ye ve KKTC’ye karşı fütursuzca saldırmaya devam etmektedirler.

Oysa, Ada’daki gerçekler görmezden gelinerek, Kıbrıs meselesi içinden çıkılmaz bir hale sokulmaktadır. Ada’da dini, dili ve kültürü tamamen birbirinden farklı iki ayrı halk, iki ayrı demokrasi ve iki ayrı egemen devlet vardır. Kıbrıslı Türkler, Adanın Kuzey kesiminde, kendi ülke sınırları içerisinde, kendi anayasal düzenleri altında bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) vasıtasıyla egemenliklerini kullanmaktadırlar. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ise 1963 yılında ortaklık statüsünü kaybetmiş ve bu tarihten itibaren sadece Rumları temsil eden Güney Kıbrıs Rum Yönetimi haline dönüşmüştür. Bunlar Ada’nın gerçekleridir ve Kıbrıs’ta bulunacak bir çözüm bu temel üzerine inşa edilmelidir.

Ayrıca, AB’nin KKTC’yi, sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin etkin kontrolü altında bulunmayan bölgeler’ olarak nitelemesi ve tüm izolasyonlara rağmen Kıbrıslı Türkleri de AB vatandaşı olarak görmesi doğru değildir.

İşte AB, Kıbrıs’a yönelik bu tek taraflı ve haksız yaklaşımı nedeniyle AP’de bir temsil krizinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Kıbrıs'ta sağlanacak bir çözümün AB kurucu ilkeleriyle bağdaşması gerektiğini söyleyen AB Komisyonunun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn ise esasen, KKTC’yi ve Türkiye’nin uluslar arası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yükümlülüklerini görmezden gelmektedir. AB’nin bu tavrından yüz bulan Rumlar, bir yandan AB mevzuatının Kuzey Kıbrıs’ta uygulanmadığı gerekçesiyle, 6 Rum temsilciyi AP’ye göndermeye hazırlanırken bir yandan da KKTC Cumhurbaşkanı Talat ile çözüm müzakereleri yürütmektedirler. Kıbrıslı Türkleri eşit bir halk olarak görmek istemeyen Rumlarla, her iki tarafın meşru ve temel hak ve çıkarlarını gözetecek adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılmasının zorluğu ise ortadadır.

Öte yandan Rum Lider Hristofyas’ın bir yandan “Kıbrıslı çözümden” bahsederken bir yandan da İngiltere ve Rusya ile tek taraflı olarak memorandumlar imzalayarak çözümü başka mecralarda araması düşündürücüdür. Hristofyas’ın müzakerelerden beklentisini tahmin etmek zor değildir. Rum Lider, Türkiye’yi Ada’dan dışlayarak, Kıbrıs Türklerini azınlık konumuna düşüren, tamamen Rum egemenliğine dayalı bir çözüme ulaşmak istemektedir. Ayrıca Rumlar, Türkiye’yi köşeye sıkıştırmayı, Ada’nın iki kesimli yapısını bozmayı ve KKTC’yi yok saymayı amaçlayan ve büyük bir titizlikle seçilen mülkiyet davaları ile mevcut uzlaşma sürecini baltalamaya çalışmaktadırlar.

Ayrıca geçtiğimiz günlerde, Birleşmiş Milletler’in, Kıbrıs’ta liderler arasında görüşmelerin sona ermesinin ardından 50 sayfalık bir raporu taraflara sunacağı ve rapor üzerinden referandum düzenleneceği şeklinde haberlerin yayınlanması, “Kıbrıs’ta neler oluyor?” sorusunu bir kez daha gündeme getirmiş bulunmaktadır. Bu noktada Talat’ın çok dikkatli olması, Rumlar, Kıbrıslı Türklerle birlikte, eşit koşullarda bir arada yaşamayı kabul etmedikleri sürece Ada’da adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılmasının mümkün olmadığı gerçeğini iyi görmesi ve hiçbir dayatmayı kabul etmemesi büyük önem arz etmektedir.

Fakat ne yazık ki, Rumların taviz vermez tutumunu kararlı bir şekilde sürdürdüğü bir dönemde, Talat’ın “Türk tarafının yüzde 29 artıyı başlangıçta kabul ettiğine göre toprak vermek zorunda olacağınıbeyan ederek, daha müzakerelerin devam ettiği bir esnada Türk tarafının taviz verebileceği mesajını vermesi son derece talihsiz bir gelişme olmuştur. Oysa iyi bilinmelidir ki daha önce Türk tarafınca kabul edilen çözüm paketleri Rumlar tarafından reddedildiği için rafa kaldırılmışlardır. Yani, her iki tarafın aynı zamanda kabul etmediği bir çözüm paketi, öneri olarak kalmaya mahkûmdur ve hukuken ve siyaseten geçerli değildir. Bu bakımdan, Kıbrıs Türk Halkının taviz vermesini gerektirecek bir anlaşma mevcut değildir ve Talat’ın, Halkı adına yürüttüğü müzakerelerde bu durumu bilhassa göz önüne alması gerekmektedir.

Ayrıca, Hristofyas’ın geçtiğimiz günlerde söylediğiTürkiye AB sürecinde attığı her adımda karşısında bizi bulacak” şeklindeki maksatlı sözlerine, Talat’ın verdiği “Vallahi Allah ona kolaylık versin. Yani Türkiye ile rekabete soyunuyorsa Allah ona kolaylık versin. Bu duama ihtiyacı olacak” şeklindeki cevabı zayıf kalmış ve hatta yanlış olmuştur diyebiliriz. Talat, duasında herhalde “Allah ona akıl fikir versin” demek istemişti.

Netice itibariyle, Kıbrıslı Rumlar, Avrupa Parlamentosunda Kıbrıslı Türklere ayrılmış iki sandalyeyi işgal etmek suretiyle, Ada’nın iki kesimli yapısını ve dolayısıyla KKTC’yi tanımadıklarını bir kez daha göstermiş ve yeni bir temsil krizinin kapısını aralamış bulunmaktadırlar. Hâlbuki AP’de Türklere ayrılan iki sandalye ancak, Ada’da her iki tarafın kabul edebileceği adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılması ve KKTC’nin de AB üyesi olması halinde, Türkler tarafından doldurulabilecektir. Oysa halen, KKTC AB üyesi değildir ve Kıbrıs Rum Yönetimi de Kıbrıslı Türkleri temsil etmemektedir. İşte bu nedenle, söz konusu sandalyelerin boş kalması gerekmektedir.

Ayrıca, AP seçimlerinde, genelde yabancı düşmanlarının ve özelde ise Türkiye aleyhtarlarının başarı kazanmış olması bir diğer olumsuz gelişme olarak karşımıza çıkmış bulunmaktadır. Kuşkusuz, bu talihsiz gelişmelerde, başta Sarkozy ve Merkel gibi AB liderleri olmak üzere, yabancı düşmanlığını körükleyen Avrupalı siyasetçilerin büyük sorumlulukları bulunmaktadır. Sonuçta, gerek Ada’daki gerçeklerin ve gerekse Türkiye’nin AB katılım sürecinde gösterdiği olumlu çabaların Avrupa kamuoyuna doğrudan anlatılması suretiyle hem Türkiye’nin ve hem de KKTC’nin önündeki psikolojik engellerin ortadan kaldırılması mümkün olabilecektir.