AB’nin Türkiye Sendromu

Avrupa Birliği’nin yeni Türkiye Delegasyonu Başkanı Büyükelçi Jean-Maurice Rupert’in göreve gelir gelmez “Türkiye’de ifade ve medya özgürlüğü başta olmak üzere demokrasi alanında ilerleme kaydedilmesi gerektiğini” belirterek Türkiye’den yeni reformlar talep etmesi, bir nevi işgüzarlık olarak değerlendirilebilir. Zira, son zamanlarda Brüksel’in Türkiye’ye karşı yürüttüğü çifte standartlı yaklaşımları dikkate aldığımızda, AB’nin “hem suçlu, hem güçlü” bir tavır sergilediğini görmemiz mümkündür.

 

Nedir bu çifte standartlar? Bunlar, mesela Türkiye’nin sert tepkilerine rağmen geçtiğimiz günlerde Fransız Parlamentosundan geçirilen ve AB’nin hamiliğini yaptığı evrensel değerleri adeta ayaklar altına alan İnkâr Yasası karşısında Brüksel’in suskunluğunu korumasıdır. Rumların 1 Temmuz’da başlayacak olan AB Dönem Başkanlığı’na karşı Türkiye’nin her platformda tekrarladığı endişelerine, AB Yetkililerinin “Evet, Rumları üye yapmakla hata ettik, ama artık onlar da Kulübün bir üyesidir, başka ne yapabiliriz?” gibisinden cevaplar vererek gereken ehemmiyeti göstermemeleridir. Ankara Anlaşması ve Katma Protokol’den kaynaklanan ve AB Mahkemelerinin de teyit ettiği serbest dolaşım hakkının Türk Vatandaşlarından esirgenmesi ya da gereğinden fazla uzayan gümrük birliği koşullarının yeniden görüşülmesi çağrılarının dikkate alınmamasıdır. Örnekleri çoğaltmak elbette mümkündür.

Peki, şimdi AB’nin yeni Türkiye Temsilcisinin bu tavrını nasıl değerlendirmeliyiz? Atalarımız ne güzel söylemişler: “Yavuz hırsız, ev sahibini bastırır”. Bu noktada sormak lazım. Acaba, Türkiye-AB müzakere sürecinin durma noktasına gelmesinden kim sorumludur? Kıbrıs Rum Kesimi’ni uluslar arası anlaşmalara aykırı bir şekilde üye yaparak, hem Kıbrıs’ta çözümü tıkayan ve hem de Türkiye’nin AB sürecini Kıbrıs ipoteği altına alan Brüksel değil midir? Türkiye’yi, resmen ve fiilen tanımadığı bir Devletle muhatap etmeye çalışan kimdir? Kuşkusuz, bu tür soruların da çoğaltılması mümkündür.

AB’nin Türkiye’ye karşı uyguladığı çifte standartlı politikalar yeni değildir. Ancak, son yıllarda ortaya konulan haksız uygulamalar Türk Milletinin AB’ye bakış açısını önemli ölçüde olumsuza çevirmiştir. Zira Türkiye’nin sabrı tükenmektedir. Son 5 yılda, AB projesine olumlu bakan Türk Vatandaşlarının sayısı %70’lerden %30’lara kadar düşmüştür. Eğer, AB’nin önde gelen liderleri Türkiye ile olan ilişkilerini gerçekten düzeltmek istiyorlarsa ya da müzakere sürecinin hızlanmasını arzuluyorlarsa, öncelikle Türkiye’nin haklı endişelerine kulak asmaları ve Türk Halkına karşı samimi davranmaları gerekmektedir. Bir Kıbrıs Meselesi, bir vize meselesi, bir Ermeni Meselesi ve hatta bir gümrük birliği meselesi ortadadır ve bu meseleler adil ve kalıcı bir şekilde çözülmediği sürece Türkiye’den yeni adımlar atmasını beklemek anlamsızdır.

 Brüksel’in, GKRY’yi tek taraflı ve haksız bir şekilde Birliğe katmakla büyük bir hata yaptığını ve Kıbrıs meselesini içinden çıkılmaz bir hale soktuğunu söylemiştik. Başta Almanya Başbakanı Angela Merkel olmak üzere AB’nin ileri gelenleri bu hatalarını açıkça itiraf etmektedirler. Ancak, maalesef itiraftan öte bir şey yapılmamakta ve ailenin şımarık çocuğuna müsamaha gösterilmektedir. Siz hem Türkiye’nin tüm uyarılarına rağmen 1 Temmuz 2012 tarihinde GKRY’nin Dönem Başkanı olmasına göz yumacaksınız hem de hiçbir şey yokmuş gibi Türkiye’den yeni adımlar atmasını bekleyeceksiniz. Üstelik de, bu fırsattan istifade, sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti” ile ilişkilerini normalleştirmesi için Türkiye’ye devamlı çağrılar yapacaksınız. Bu duruma verilebilecek tek cevap vardır; “Özrünüz kabahatinizden büyük.”

Evet, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin kendi ülkesinde ifade özgürlüğünü nasıl koruduğunu gördüğümüzde, AB’nin özrünün kabahatinden büyük olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Sarkozy, Fransa’da önümüzdeki günlerde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerini, Türkiye karşıtı tutumları sayesinde kazanabileceğini hesap etmektedir. Nitekim Türkiye’nin tüm uyarılarına rağmen, sözde Ermeni Soykırımını inkâr edenleri cezalandırmaya yönelik kanun tasarısının Senatodan geçmesi için elinden geleni yapmıştır. Kamuoyunda “İnkâr Yasası” olarak bilinen ve Avrupa’nın hamiliğini yaptığı düşünce ve vicdan özgürlüğü gibi insan hak ve hürriyetlerine tamamen ters düşen böylesi bir girişimin, Avrupa’nın merkezî bir ülkesi Fransa’da kabul görmesi ise manidardır. Sarkozy’nin, evrensel değerleri ayaklar altına alan bu girişimlerinin Brüksel tarafından görmezden gelinmesi ise tam anlamıyla fiyaskodur. 

AB ülkelerinin Türk vatandaşlarına yönelik vize uygulamasının Ankara Anlaşması ve Katma Protokol’ün ilgili maddelerine ve bu maddelere dayanılarak alınan Ortaklık Konseyi Kararlarına aykırı olduğu ve AB Adalet Divanı’nın da bu yönde kararlarının bulunduğu bilinmektedir. Türk vatandaşlarına vize uygulamasının kaldırılmasının tartışıldığı bir ortamda, Topluluk Hukukuna aykırı olarak Türklerin serbest dolaşımını kısıtlayacak yeni formüller üzerinde çalışmak ya da Türkiye’yi bu konuda oyalamaya çalışmakla AB, Türk Halkı nazırında güven kaybetmektedir. Kaldı ki Türkiye, vize muafiyeti için ileri sürülen koşulların tamamını yerine getirmiş bulunmaktadır. Bu anlamda, biometrik pasaport uygulamasını başlatmış, Geri Kabul Anlaşması’nı imzalamış ve entegre sınır yönetimi konusunda önemli adımlar atmıştır.

Öte yandan, Türkiye’nin, tam 16 yıldır uygulanmakta olan Gümrük Birliği Anlaşmasının günün şartlarına uygun olarak yeniden gözden geçirilmesi yönündeki taleplerine Brüksel’in kulak tıkaması, bir diğer çifte standart örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira, ilk dönemlerde elde edilen avantajlar süreç uzadıkça dezavantaja dönüşmektedir. Mesela, AB’nin üçüncü ülkelerle tek taraflı olarak yaptığı serbest ticaret anlaşmaları Türkiye’yi açık bir pazar haline getirmekte ve haksız rekabete yol açmaktadır. Bu durum pek tabiî ki yeni soru işaretlerini de beraberinde getirmektedir. Acaba Avrupa Birliği, Türkiye’yi ilelebet gümrük birliği aşamasında mı tutmak istemektedir, yoksa gerçekten de tam üyeliği mi hedeflemektedir? Tam üyeliğe giden yolun başlangıcı olarak kabul edilen ve geçici bir dönem olarak başlatılan bu sürecin uzayıp gitmesi, AB’nin gümrük birliği ile neyi hedeflediği konusundaki şüpheleri de beraberinde getirmektedir.

AB’nin Türkiye’ye tam üyelik için bir tarih vermekten ısrarla kaçınması ise bir diğer gayri samimi davranış olarak karşımıza çıkmaktadır.  Zira Kopenhag siyasi ve ekonomik kriterlerini karşılamaktan çok uzak olan ve dolayısıyla üyelik için hazır olmadıkları halde, sırf siyasi gerekçelerle 10 Merkezi ve Doğu Avrupa ülkesi ile GKRY ve Malta’yı bünyesine alan AB’nin, 50 yıllık ortağı ve 16 yıllık gümrük birliği partneri olan, Kopenhag kriterlerini karşılamış bulunan ve 7 yıldır tam üyelik müzakereleri yürüttüğü Türkiye’ye tam üyelik için bir tarih vermekten kaçınması başka nasıl açıklanabilir ki? Üstelik Türkiye’ye verilecek kesin ve makul bir üyelik tarihi hem Rumların uzlaşmaz tutumlarından vazgeçmelerini sağlayacağı gibi hem de Türk Halkının giderek zayıflayan AB heyecanını tekrar canlandırarak AB sürecine olan bağlılığını ve dolayısıyla müzakerelerin hızını da artıracaktır.

 

Tüm bu şartlar altında Türkiye’nin müzakereleri devam ettirmesini beklemek doğru değildir. Siz, hem tam üyelik hedefiyle müzakere başlatacaksınız, hem de tam üyeliği hedefliyor diye bazı fasıl başlıklarını veto edecek ve tam üyelik dışında formüller öne sürerek Türkiye’yi ötekileştirmeye çalışacaksınız. AB’nin önde gelen liderlerinin evvela bu çelişkili durumdan kendilerini kurtarmaları ve tüm çifte standartlı yaklaşımları terk etmeleri gerekmektedir. Bu bağlamda,  Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Eğer Türkiye’yi istemiyorsanız çıkın bunu açıklayın. Bizi oyalamayın…” şeklindeki açıklaması, Türkiye’nin sabrının tükendiğini göstermesi bakımından anlamlı olmuştur ve bazı AB Liderlerinin bu mesajı iyi okumaları gerekmektedir.   

Netice itibariyle, Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya yönelik olan ve ifade özgürlüğünü ayaklar altına alan İnkâr Yasası’nın Fransız Parlamentosunda Kabul görmesinin hemen ardından, Türkiye’nin “ifade özgürlüğü başta olmak üzere yeni reformlar yapmaya davet edilmesi”, hiç de inandırıcı olmamıştır. AB’nin yeni Türkiye Temsilcisi’nin, ayağının tozuyla yaptığı bu açıklama, son yaşananlardan sonra, Türk Halkı nazarında ne anlam ifade edebilir ki?

Kuşkusuz Türkiye, 2005’te başlayan katılım müzakerelerini devam ettirmek istemektedir ve bu süreci kendi Halkının yararına kullanmaktan yanadır. Ancak bu şartlar altında bunu ne kadar zor olduğu da açıktır. Kaldı ki Türkiye-AB Katılım Müzakerelerinin durma noktasına gelmesinden bizatihi Brüksel sorumludur. Dolayısıyla, bu sürece ivme kazandırmak yine AB’ye düşmektedir.  Brüksel üzerine düşenleri yerine getirmedikçe, Türkiye’nin yeni bir adım atması zor görünmektedir.  Bu anlamda AB’nin, öncelikle ailenin şımarık çocuğunu hizaya getirerek kontrol altına alması, Türk vatandaşlarının serbest dolaşım hakkını gasp etmekten vazgeçmesi, Türkiye-AB ilişkilerini Kıbrıs ipoteğinden kurtarması, gümrük birliği şartlarını yeniden görüşmek üzere Türkiye ile masaya oturması ve nihayet Türkiye’ye artık tam üyelik için bir tarih vermesi gerekmektedir. Brüksel, tüm bu yükümlülüklerini yerine getirdikten sonra ancak Türkiye’den yeni bir atım atmasını bekleyebilir. Esasen Brüksel’in başka çaresi de yoktur. Zira gelişmeler göstermektedir ki yakın zamanda AB’nin bizatihi kendisi Türkiye’nin kapısını çalacak fakat evde kimseyi bulamayacaktır.