Brüksel’in Türkiye Açılımı
Bir süre önce yayınlanan “Güle Güle Sarkozy” isimli makalemizde, Türkiye ile AB/Fransa arasında suni krizlere yol açan Sarkozy’nin siyaset sahnesinden silinmiş olmasının, Türkiye-AB/Fransa ilişkileri açısından olumlu bir gelişme olduğunu ve Sarkozy’nin gitmesiyle birlikte AB siyasetçileri üzerindeki baskının da önemli ölçüde kalkmış bulunduğunu belirtmiştik. Türkiye-AB ilişkilerinde son günlerde yaşanan gelişmeler, bu tespitimizi doğrular netliktedir.
Mesela, AB üyesi ülkelerin daimi temsilcilerinden oluşan COREPER toplantısında, Türk vatandaşlarına vize işlemlerinde kolaylık sağlanması konusunda bir “mutabakat” sağlanmış olması, bu gelişmelere verilecek ilk örnek olabilir. Bilindiği gibi, 26 Nisan’da yapılan toplantıya sunulan “uzlaşı metni” Fransa, yani Cumhurbaşkanı Sarkozy engeline takılmıştı. Fransa, yakın zamanda yapılacak seçimler nedeniyle metni imzalamamış ve bu uzlaşı Sarkozy’nin seçim kampanyasını zayıflatacak bir girişim olarak görülmüştü. Söz konusu uzlaşı metninin, AB İçişleri ve Adalet Bakanlarının Haziran’da yapacakları toplantıda onaylanmasının ardından Temmuz’da yürürlüğe girmesi beklenmektedir. Her ne kadar Türkiye’nin beklentisi “vize kolaylığından” ziyade tüm Türk vatandaşlarını kapsayan “vize muafiyeti” olsa da bu gelişme şimdilik kaydıyla önemli bir rahatlama sağlayacak gibi görünüyor.
Peki, bu anlaşma metni kısaca neleri içermektedir? Türk vatandaşlarının AB’ye seyahatlerinde sağlanacak vize kolaylıkları konusunda bir yol haritası sunan bu uzlaşı metni ile AB üyesi ülkeler, vizelerin tamamen kaldırılmasını sağlayacak olan vize muafiyeti görüşmeleri için Komisyona yetki vermekte, bunun karşılığında Türkiye’nin Geri Kabul Anlaşmasını imzalamasını talep etmekte ve AB Polis Teşkilatı olan EUROPOL ile işbirliğinin geliştirilmesini ve ortak operasyon yapılmasını istemektedirler.
Sarkozy’nin gitmesinin hemen ardından Türkiye-AB ilişkilerinde yaşanan bir diğer olumlu gelişme ise, AB Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış ile AB Komisyonu'nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Stefan Füle tarafından resmen başlatılan “Pozitif Gündem” girişimidir. Türkiye-AB ilişkilerindeki duraklamanın aşılarak, sürecin ivme kazanmasını amaçlayan ve Türkiye'nin AB katılım müzakerelerine alternatif teşkil etmediği belirtilen Pozitif Gündem çerçevesinde 8 fasılda ortak çalışma grupları oluşturulması hedeflenmektedir.
Bilindiği gibi son iki yıldır hiçbir yeni başlık müzakereye açılmamıştır. Bu durum Türk Halkının AB heyecanını da olumsuz yönde etkilemektedir. İşte Türkiye-AB Katılım Müzakere Sürecinin adeta durma noktasına geldiği şu günlerde Brüksel ve Ankara arasında başlatılan bu yeni girişimin, ilişkileri tekrar rayına oturtmak anlamında itici bir güç olması beklenmektedir.
Sarkozy’nin ardından gelen ve Türkiye-AB ilişkilerinin geleceğini ciddi anlamda etkileyebilecek nitelikte olan bir diğer gelişme, 16 yıldır Türkiye-AB arasında devam eden ve gittikçe Türkiye’nin aleyhine dönen gümrük birliği sürecinin masaya yatırılmasının Brüksel tarafından karar altına alınmış olmasıdır. Konu ile ilgili birçok makalemizde, Gümrük Birliği Anlaşmasının günün şartlarına uygun olarak yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini belirtmiştik. Zira tam üyeliğe giden yolda son ve geçici bir dönem olması gereken gümrük birliği sürecinin bu şekilde uzayıp gitmesi de Türkiye’yi rahatsız etmeye başlamıştır. Öyle ki ilk dönemlerde elde edilen avantajlar süreç uzadıkça dezavantaja dönüşmüştür. Mesela, AB’nin üçüncü ülkelerle tek taraflı olarak yaptığı serbest ticaret anlaşmaları Türkiye’yi açık bir pazar haline getirmekte ve haksız rekabete yol açmaktadır.
Bu bakımdan, Birliğin karar alma mekanizmalarının dışında bırakılarak, ekonomik açıdan edilgen bir konumda tutulmaya çalışılan Türkiye, Brüksel’den gümrük birliği anlaşmasının gözden geçirilmesini defaatle talep etmiştir. Nihayet Brüksel’in bu konuyu gündeme almış olması önemli bir gelişmedir. Fakat AB’nin soruna bakış açısı “yavuz hırsız, ev sahibi bastırır” mealindedir. Zira AB Komisyonunun gümrük birliği çerçevesinde Türkiye’den talepleri, sanki mağdur olan Türkiye değil de kendisiymiş gibi bir izlenim ortaya koymaktadır.
Gümrük Birliği uygulamasının modernize edilmesi, iyileştirilmesi ve kapsama alanının genişletilmesi amacıyla yola çıkan Avrupa Komisyonu, bu fırsattan istifade Kıbrıs Rum Kesimi ile ilişkilerin normalleştirilmesi yani Türk limanlarının Rum gemilerine açılması meselesini de çözmeyi hesaplamaktadır. Gümrük Birliği Anlaşmasının gözden geçirilmesi talebi başından beri Türkiye’den gelmektedir ve burada mağdur olan taraf Türkiye’dir. Bu nedenle, eğer bu süreç masaya yatırılacaksa öncelikle Ankara’nın talepleri dikkate alınmalı ve birtakım siyasi meseleleri bu yoldan çözme girişimlerinden vazgeçilmelidir.
Tüm bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye’nin tek taraflı bir çıkışı gündeme gelmiştir ki özellikle dikkat çekicidir. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Olli Rehn ile Genişlemeden Sorumlu Üyesi Stephan Füle ve Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Ria- Oomen Ruijten’nin de bulunduğu bir ortamda, “kalan 3 başlığı da biz açmak istemiyoruz” diyerek, Brüksel’e anlamlı bir mesaj göndermiş oldu. Kuşkusuz bu konu da yine Sarkozy’nin Türkiye’yi engelleme çabalarıyla yakından ilgilidir. Zira 2005 yılından bu yana sadece 13 fasıl müzakerelere açılmış bulunmaktadır. Fransa tarafından tam üyeliği hedefliyor gerekçesiyle veto edilen 5 müzakere faslı ve Kıbrıs nedeniyle Brüksel tarafında askıya alınan 8 fasıl ile Rumlar tarafından veto edilen 6 başlıktan sonra geriye açılabilecek sadece 3 fasıl kalmıştır. Ne var ki bu defa da Türkiye restini çekmiş bulunmakta ve Türkiye’nin rekabet gücünü zayıflatacağı gerekçesiyle bu 3 faslın açılmasını istemediğini resmen açıklamış bulunmaktadır. Tam üyelik için net bir tarih verilmediği sürece de bu başlıkların açılması, Türkiye tarafından gündeme alınmayabilecektir.
Öte yandan, Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz’un önce “Türkiye’ye karşı dürüst davranmalıyız”, ardından da ''Ya üyelik hedefiyle müzakere yapılır ya da hiç yapılmaz'' şeklindeki çıkışları da Türkiye-AB ilişkilerinin, tam üyeliğe karşı çıkan Sarkozy’nin gölgesinden kurtulduğunun ciddi işaretleri olarak görülmelidir. Nitekim özgür düşünce ve objektif karar alma ortamında, AB’li siyasetçi ve karar organlarının Türkiye’nin önemini anlama ve bunu ilişkilere yansıtma konusunda daha cesaretli davranacaklarını söyleyebiliriz.
Netice itibariyle, son günlerde yaşanan gelişmeler, Brüksel’in Türkiye-AB ilişkilerine bakış açısında olumlu yönde bir değişim yaşandığını işaret etmektedir. Bu durumu Brüksel’in Türkiye açılımı olarak da değerlendirebiliriz. Bu açılımın, Türkiye düşmanı Sarkozy’nin Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kaybedip siyaset sahnesinden silinmesinin hemen ardından gelmesinin ise bir tesadüf olamayacağı kanaatindeyiz. Türkiye’nin AB süreci birtakım siyasi gerekçelerle durma noktasına gelmiştir ve bunun tek sorumlusu da AB’dir. Dolayısıyla, 5’inci büyük pazarı ve 7’inci büyük ticaret ortağı olan Türkiye ile ilişkilerin bu şekilde devam edemeyeceğini anlamaya başlayan Brüksel’in daha somut yeni adımlar atması gerektiği, aksi halde bu gidişattan Türkiye’den ziyade AB’nin zarar göreceği hususu her fırsatta dile getirilmeli ve her hâlükârda Brüksel’e karşı ihtiyatlı olunmalıdır.