Avrupa’da Kimler Tarih Yazıyor?
Son zamanlarda, Avrupa’da yabancı düşmanlığı ve Türk-İslam karşıtlığı yeniden hortladı. Daha önce yazdığımız makalelerle Brüksel’i müteaddit defalar uyardık. Fakat bu meselenin engellenmesi anlamında hiçbir gelişme olmadı. Paris’te geçtiğimiz günlerde yaşanan terörist saldırı göstermektedir ki Avrupa ciddi bir terör tehdidiyle karşı karşıyadır. Maalesef Avrupa Birliği’nde birileri camilere, evlere ve mizah gazetelerine saldırarak tarih yazmaktadırlar. Avrupa’nın göbeğinde, Paris’te, Charlie Hebdo isimli bir mizah gazetesine yapılan saldırının, sırf saldırıyı gerçekleştirenlerin Müslüman olmaları bahane edilerek İslam’la ilişkilendirilmesi büyük bir haksızlıktır. Barış ve kardeşlik dini olan İslam’ı terörle birlikte göstermeye çalışmak ise Batı Dünyasının en büyük yanlışıdır.
Avrupa’da son yıllarda ve özellikle de son 6 ayda ırkçı ve Müslüman düşmanı aşırı grupların eylemleri ve tahrik edici söylemleri bugün yaşanan terör saldırılarının arka planını açıkça ortaya koymaktadır. Almanya, Avusturya ve İsveç’te camilere ve Müslüman-Türklerin evlerine yapılan saldırılar, Almanya’da, Dresden’de PEGİDA isimli, yabancı düşmanı bir grup tarafından her Pazartesi meydanlarda ırkçı sloganlarla yapılan gösteriler, Avrupa’da yaşayan Müslümanları ziyadesiyle tedirgin etmiştir. Neticede, Fransa vatandaşı olan iki Müslüman Kardeş, Fransız istihbaratının takibinde olmasına rağmen derin güçler tarafından hazırlanan bir senaryoya alet edilmiş ve tanınmış bir basın kuruluşuna saldırtılmıştır.
En büyük haksızlık ise hiç ilgisi olmadığı halde, bu terörist saldırının günahının İslam’a yüklenmesi ve cezasının da İslam’a kesilecek olmasıdır. Zira, Avrupa’nın ileri gelen liderlerinin yaptıkları güvenlik zirvelerinde, ortak Avrupa İstihbarat sistemi kurulması, güvenlik tedbirlerinin artırılması, Schengen başta olmak üzere tüm vize uygulamalarında sıkı tedbirler alınması ve göç politikalarının gözden geçirilmesi gibi önlemlerden bahsedilmektedir. Tüm bu yeni tedbirlerin muhatabının kimler olacağı ise izahtan varestedir. Son gelişmeler göstermektedir ki önümüzdeki günlerde Avrupa’da yaşayan Müslüman-Türklerin üzerindeki baskılar daha da artacaktır. Avrupa Birliği’ne seyahat edecek Türk vatandaşlarının da aynı tedbirlerden nasibini alacağını söylememiz mümkündür. Öyle ki 50 yıllık ortağı olan, 19 yıllık gümrük birliği partneri ve 9 yıldır tam üyelik müzakere süreci yürüttüğü aday ülke konumunda olan Türkiye’nin vatandaşlarına hala vize muafiyeti tanınmamıştır. Üstelik Brüksel’in, Paris’te yaşanan saldırıları bahane ederek şimdi vize muafiyeti görüşmeleri sürecini daha da ileri tarihlere ötelemeye çalışacağını tahmin etmek zor olmayacaktır.
Peki, sonuçları itibariyle baktığımızda, Fransa’da yaşanan son terörist saldırıların kime yararı veya kime zararı olacaktır? İşte bu sorunun cevabını verebildiğimizde, bu saldırıların arkasında kimlerin olduğunu tahmin etmemiz de zor olmayacaktır. Elbette, bu saldırıların bedeli Avrupa’da yaşayan Müslümanlara ve Türklere ve hatta Türkiye’de yaşayan Türk vatandaşlarına ödettirilecektir. Peki, böylesi bir sonuç kimin hedeflerine hizmet edecektir? Tabi ki Almanya’da PEGİDA’cıların, Fransa’da Şeytanın Kızı Marine Le Pen’in, Hollanda’da Geert Wilders’in, İtalya’da Matteo Salvini’in, Belçika’da Gerolf Annemans’in ve Avusturya’da Harald Vilimsky’nin ve onlar gibi düşünenlerin hedeflerine hizmet edecektir.
Peki bu noktaya nasıl gelindi? Yazımıza, 2014 Mayıs ayında gerçekleştirilen Avrupa Parlamentosu seçimleri ile başlamak istiyoruz. Çünkü, seçim sonuçları, bugün yaşanan problemlerin önemli bir göstergesi olarak tarihe geçmiş bulunmaktadır.
2014 Mayıs ayında gerçekleştirilen Avrupa Parlamentosu seçim sonuçları Türkiye ve Avrupa gündemine bomba gibi düştü. Öyle ki Müslüman-Türk düşmanlığı ve AB karşıtlığı yapan çevreler bu seçimlerde önemli bir başarı gösterdiler ve AP içinde ciddi bir pozisyon elde ettiler. Nitekim Dışişleri Bakanlığımız AP seçimlerinin hemen ardından yaptığı yazılı açıklamada Türkiye’nin duyduğu rahatsızlığı şu şekilde dile getirmiştir: “22-25 Mayıs 2014 tarihinde gerçekleştirilen Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde, yabancı düşmanı, göç karşıtı, AB projesini sorgulayan, aşırı söylemleri dile getiren partilerin sandalye sayılarını arttırmaları tarafımızdan endişeyle karşılanmıştır…”.
Her ne kadar, Katılım oranı %43.1 olan AP seçimlerinde oyların yüzde 70’ini merkez partiler alsa da AB karşıtları ve aşırı sağ ve sol grupların oylarını artırması AB’de paniğe yol açtı. Zira seçimlerde Sosyalistler, Liberaller ve Hıristiyan Demokratlar oy kaybederken, aşırı sol, muhafazakâr anti-federaller, sağcı AB karşıtları, aşırı sağ dâhil bağımsızlar oylarını artırmış ve 751 üyeli AP’de toplam 167 sandalye kazanmışlardır.
Bu seçimlerde aşırı grupların 2009 seçimlerine nazaran başarı kazanması, Avrupa Birliği siyasetçilerini ziyadesiyle endişelendirdi. Mesela, Almanya Maliye Bakanı Wolfgang Schauble Fransa’daki Ulusal Cephe’nin zaferini bir “felaket” olarak nitelendirmiştir. Berlin’de düzenlenen bir etkinlikte konuşan Schauble, “Fransa’daki seçmenlerin dörtte biri kesinlikle aşırı olan uçlardaki faşist bir partiye oy verdiyse biz nerede hata yaptık? Bu bir felaket.” demiştir.
Bilindiği gibi, Ulusal Cephe’nin Lideri Marie Le Pen, son AP seçimlerinde Fransızların %25 oyunu alarak partisini birinci sıraya taşıdı. Aşırı ırkçı görüşleriyle Fransa’yı sallayan babası Jean Marie Le Pen’den 2011 yılında partiyi devralan Marie Le Pen’in çok kısa bir sürede yüksek başarı sağlaması, Avrupalıları endişeye sevketmiş gibi görünüyor. Son yıllarda Avrupa kamuoyunu meşgul eden göçmenler meselesine ilave olarak, yine Avrupa’da yaşanan yüksek işsizlik problemi ve mali krizin sorumluluğunu da Brüksel’e yükleyen Marine Le Pen, durumdan vazife çıkarmayı başarmıştır. “Şeytan” diye anılan babası tarafından “Şeytan’ın kızı” olarak nitelendirilen Marine Le Pen’in hedefinin, AB’yi dağıtmak ve 2017 seçimlerinde Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmak olduğu söylenmektedir.
Öte yandan, Almanya'da, yabancı düşmanı olarak bilinen NPD’nin ilk kez AP’ye milletvekili göndermesi, AB’de bir diğer endişe kaynağı olmuştur. Ayrıca seçimlere ilk kez katılan, Eurozone karşıtı AfD partisi, Alman seçmenlerin yüzde 7'sinin oyunu alarak 7 sandalye kazanmış bulunmaktadır.
Sonuçları itibariyle şaşkınlık yaratan AP seçimleri, AB’nin bir diğer lokomotifi İngiltere’de de tedirginliğe yol açmış gibi görünüyor. Zira, seçimlerin hemen ardından The Guardian’ın manşetinde yer alan bir araştırma dikkat çekmiştir. Araştırmaya göre, “İngiltere’de 2000 yılından sonra, ırkından dolayı kendilerine önyargılı bakıldığına inananların sayısının arttığına” işaret edilmektedir. Yani Araştırmaya göre, aynı dönemde İngiltere’de ırkçılık ve İslamofobi önemli bir şekilde artış göstermiştir.
Diğer taraftan, İngiltere’de, “Avrupa’yı AB’den kurtaracağım” diyen Nigel Farage’nin Lideri olduğu UKIP Partisi’nin oyların yüzde 27.5’ini alarak İngiliz siyasetinde “3. Güç” olarak ortaya çıkması dikkat çekicidir. Seçim sonuçlarıyla ilgili olarak konuşan İngiltere Başbakanı David Cameron, “Seçmenin, AB konusunda hayal kırıklığı hissettiğini” belirtmesi ve “Sandıktan çıkan mesajı aldık" demesi, İngiliz siyasetinin önümüzdeki günlerde Brüksel ile ciddi problemler yaşayacağını işaret etmektedir.
AB siyasetçilerinin yaptığı bu özeleştiriye karşı, seçimlerde başarı gösteren aşırı grupların verdiği cevap ise manidardır. Avrupa’nın farklı ülkelerinde seçimlerde başarı gösteren aşırı gruplar yaptıkları ortak basın toplantısıyla adeta gövde gösterisi yapmışlar ve “AB’de tarih yazıyoruz” diyebilme cesaretini göstermişlerdir.
AB’deki Aşırı grupların Avrupa Parlamentosu’da yaptığı basın toplantısına Fransa’dan Marine Le Pen, Hollanda’dan Geert Wilders, İtalya’dan Matteo Salvini, Belçika’dan Gerolf Annemans ve Avusturya’dan Harald Vilimsky katılmış ve AP’de bir grup kurma konusunda mutabakata varmışlardır. Toplantıda konuşan Marine Le Pen, “Teknokratik ve totaliter AB modeli geride kaldı” demiş ve kuracakları grupla halkların menfaatine karşı olan her girişimi bloke etmeyi hedeflediklerini söylemiştir.
Türkiye’nin Avrupalı olmadığı iddiasıyla AB’ye tam üyeliğine karşı olduğunu her fırsatta dile getiren Nicolas Sarkozy şoku daha atlatılamadan, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğunu ve Türkiye’yi veto edeceğini açıklayan bir Marine Le Pen’in Fransız siyasetinde önemli bir aktör haline gelmesi, kuşkusuz, Türkiye’nin dikkate alması gereken ciddi bir problem olarak ortada durmaktadır.
Fransa’daki terör saldırılarının ardından Paris’te düzenlenen “Teröre Hayır” yürüyüşüne Fransa’nın ırkçı lideri Marine Le Pen’in davet edilmemesi, kuşkusuz, Avrupalı siyasetçiler için olumlu bir adım olmuştur. Ancak, Müslümanlara karşı devlet terörü estiren İsrail’in Başbakanı Netanyahu’nun katılmasıyla bu yürüyüş anlamını yitirmiştir. Paris’te düzenlenen “Teröre Hayır” yürüyüşüne katılan ve ardından da Almanya Başbakanı Angela Merkel ile Berlin’de bir araya gelen Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun verdiği mesajlar da yerinde olmuştur. Başbakan Davutoğlu’nun “…Paris’teki tablonun çok kültürlülüğü tehdit eden yabancı düşmanlığına karşı da olması gerektiği, Almanya’da yaşayan Türk kökenli vatandaşların, her iki ülke için dostluk köprüleri olduğu, Müslümanlar arasından bir kişi veya grubun teröre bulaşması halinde bunun tüm Müslümanlara yüklenemeyeceği, böyle yapıldığı andan itibaren gerçek anlamda bir dini çatışmanın önünün açılacağı, eğer Türkiye’ye engel çıkarılmamış ve 2004'te Kıbrıs referandumu sonrasında AB'ye entegre edilmiş olsaydı, bu kültürel gerilimlerin bu ölçüde olmayabileceği, son dönemde, bu karşıtlıklar üzerinden siyaset yapmanın Avrupa'da prim yapar hale geldiği ve problemin kaynağının burada olduğu, şeklinde özetleyebileceğimiz açıklamaları, Batı Dünyasına verilmiş önemli mesajlar olarak değerlendirilmelidir.
Öte yandan, AP seçimleri Kıbrıslı Türkler için de bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Nitekim, AP’de Kıbrıslı Türkler için ayrılan 2 sandalye, bir kere daha Rumlar tarafından işgal edilmiş bulunmaktadır. Ayrıca AP’nin yeni gözlemcilerinin, seçimlerin hemen ardından yaptıkları “Ada’da çözüm olana kadar, haklarını alma bağlamında, Kıbrıslı Türkler için AB defteri kapanmıştır” şeklindeki açıklamaları, Kıbrıslı Türklere ve dolayısıyla AB süreci Kıbrıs nedeniyle ipotek altına alınan Türkiye’ye yönelik yeni bir şantaj olarak değerlendirilmelidir.
Görüldüğü üzere, 2014 AP seçimleri özellikle Avrupa kamuoyunda ciddi bir yankı bulmuştur. Eğer Brüksel, Avrupa’da hızla artan yabancı düşmanlığı ve AB karşıtlığı ile mücadele etmezse, yakın zamanda Birliğin temelleri sarsılacaktır. Zira Fransa, İngiltere, Avusturya, Macaristan ve Almanya’da hızla artan işsizlik oranı ve yabancı düşmanlığı, giderek AB düşmanlığına dönüşmektedir. Mesela Fransa’da seçmenlerin sadece %39′unun ülkelerinin Avrupa Birliği üyeliğini destekliyor olmaları, AB siyasetçilerinin üzerinde durması gereken ciddi bir problem olarak karşılarında durmaktadır.
Türkiye açısından olaya baktığımızda, benzer bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzu görmekteyiz. Bu da, Türkiye’nin AB katılım süreci uzadıkça, tam üyelik önündeki engellerin arttığı gerçeğidir. Öyle ki AB’de son yıllarda baş gösteren ekonomik sorunların ve artan suç olaylarının sorumluluğu göçmenlere yüklenmekte ve bu durum, hiç ilgisi olmadığı halde76 milyonluk Türkiye’nin üyeliği ile ilişkilendirilmeye çalışılmaktadır. Avrupa’da yaşayan yabancılar bir nevi günah keçisi haline getirilmek istenmektedir. Bu noktada, AB’li siyasetçilerin ve aydınların acil tedbirler üzerinde kafa yormaları elzemdir. AB’nin her köşesinde görülen ırkçı eğilimler ve oluşumlara karşı Brüksel’in kararlılıkla mücadele vermesi gerekmektedir. Kendi temel değerlerini yine kendi bünyesinde korumak anlamında acizlik gösteren bir AB’nin dağılması ise kaçınılmazdır.
Kaldı ki Türk Halkının AB’ye bakış açısının giderek olumsuza döndüğünü de Brüksel’in görmesi gerekmektedir. Türk vatandaşlarının AB’ desteğinin %40’ın altına indiğini burada belirtmekte yarar bulunmaktadır. AB’deki olumsuz gelişmelerin ekonomik, siyasi ve toplumsal yapısına zarar vermesini engellemek için Türkiye’nin de birtakım girişimlerde bulunması faydalı olacaktır. AB Bakanı ve Başmüzakereci Mevlüt Çavuşoğlu’nun, “Çıkaracağımız yasaları, AB mevzuatlarıyla ne kadar uyumlu olup olmadığını da karşılaştırarak yapacağız. AB ile Gümrük Birliği anlaşmasını da gözden geçiriyoruz...” şeklindeki açıklaması, bu anlamda dikkate değer bulunmaktadır.
Peki, Türkiye’nin AB sürecinin önünün açılması ve ikili ilişkilerde yeni bir sayfa açılabilmesi için neler yapılması gerekmektedir? Türkiye-AB arasında yaşanması muhtemel bir krizin engellenmesi için yapılması gerekenleri kısaca şöyle sıralayabiliriz:
1. Tam üyelik için artık Türkiye'ye bir tarih verilmelidir.
2. Türk milletinin tarihi- kültürel dokusuna müdahale edilmemelidir.
3. Türkiye'nin milli birlik ve beraberliğine, milli ve manevi değerlerine saygı gösterilmelidir.
4. Aday ülke olarak Türkiye'ye karşı samimi davranılmalı ve çifte standartlı yaklaşımlardan
vazgeçilmelidir.
5. Brüksel, Türkiye'nin AB Sürecini, taviz koparmak için bir fırsat olarak görmekten vazgeçmelidir.
6. Kıbrıs, Ege gibi haksız dayatmalardan vazgeçilmelidir.
7. Gümrük Birliği Anlaşması derhal revize edilmedir.
8. Brüksel ve AB’nin lokomotif ülkeleri, AB karşıtlığı ve Avrupa’da tehlikeli bir şekilde gelişen islamofobiye karşı acil tedbirler almalı, bunların AB’de tarih yazmalarına izin vermemelidir.
Netice itibariyle, Birlik çerçevesinde siyasi entegrasyona karşı çıkarak ulusal egemenliği savunan çevrelerle, yabancı düşmanlığı yapan ırkçı gruplar, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde bir ittifak oluşturmak suretiyle gövde gösterisi yapmışlardır. Onları bir araya getiren en önemli faktör ise kuşkusuz AB’de yaşanan yüksek işsizlik ve artan suç oranlarıdır. Evet, birileri AB’de tarih yazacaklarını, çok değil daha 7 ay önce açıklamışlardı. Ne var ki bu birileri, AB’nin temel değerlerini görmezden gelen ırkçı, yabancı düşmanı ve AB karşıtı gruplardır. Eğer AB’li siyasetçiler ve aydınlar, İslamofobi illetinin bu tehlikeli gidişatına bir dur demezlerse, sadece Türkiye’nin AB üyelik süreci zarar görmeyecek, bilakis Brüksel’in varlığı temelinden sarsılacaktır. Kaldı ki geçtiğimiz günlerde Paris’te yaşanan saldırılar, Avrupa’nın ciddi bir terör tehdidi altında bulunduğunu açıkça göstermiştir.
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun da belirttiği gibi, Kıbrıs meselesi çözülmüş ve Türkiye AB üyesi yapılmış olsaydı, Avrupa’daki gerilimler bu safhada olmayacaktı. Müzakere Çerçeve Belgesinde sivil insiyatiflerin geliştirilmesi ve Türk Milleti ile AB vatandaşları arasında karşılıklı diyaloğun artırılması şartını getiren AB’nin kendi vatandaşları arasında Müslüman-Türk düşmanlığının hızla artması karşısında acizlik göstermesi, kabul edilmesi ve telafisi mümkün olmayan ciddi bir problem olarak karşımızda durmaktadır. Avrupa’da yaşanan bu süreç, AB’nin, çok kültürlü ve çok dinli bir yapı olup olmadığının belirlenmesi bakımından da Brüksel için ciddi bir sınav olacaktır. Velhasıl, Şeytan’ın Kızı’nın başını çektiği ırkçı ve yabancı düşmanı grupların AB’de tarih yazmalarına izin verenleri, tarih asla affetmeyecektir.