Kıbrıs'ta Akıncı-Anastasiadis Dönemi

Nisan 2015 seçimlerinde Mustafa Akıncı’nın KKTC Cumhurbaşkanı seçilmesinin, özellikle Rum/Yunan tarafında memnuniyetle karşılanması manidardır. Önceki KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile müzakere masasında kavga edip, hiddetle masayı bırakıp giden ve nihayet 8 ay sonra, gönülsüz olarak masaya dönebilen Anastasiadis, garip bir şekilde Akıncı ile çözüme ulaşabileceğini düşünmektedir. Manzaranın daha da garip olan tarafı ise Akıncı'nın değil yıllar, aylar içinde Anastasiadis ile çözüme ulaşabileceğini sanmasıdır.

 

KKTC’deki seçimlerin ardından olumlu bir hava estiren Rum/Yunan tarafının, geleneksel ikiyüzlü politikasından vazgeçmiş olduğunu düşünmek saflık olur. Zira, biz bu filmi daha önce çok izledik. Öyle ki, Mayıs ayında yapılan Eroğlu-Anastasiadis görüşmesinin hemen ardından Rum Dışişleri Bakanı Kasulidis soluğu Atina’da almıştır. Atina’da, Yunan Dışişleri Bakanı Kocas ile Türkiye’nin kırmızı çizgilerini nasıl ihlal edeceklerinin hesabını yapmışlardır. Aynı şekilde, KKTC'nin yeni Cumhurbaşkanı ile çözüme ulaşabileceği konusunda umutlanan Rum Lider Anastasiadis İsrail'e giderek, burada, tek taraflı olarak birtakım doğalgaz işbirliği anlaşmaları imzalamıştır. Siz, bir yandan Kıbrıslı Türk Liderle müzakere masasına oturacaksınız, diğer taraftan Atina’da ve İsrail'de yapılan gizli toplantılarla müzakere sürecini baltalayıcı girişimlerde bulunacaksınız. İşte bunun adı tam anlamıyla klasik Rum/Yunan siyasetidir.

 

Ne var ki “Ada üzerindeki garanti ve güvenlik sistemi, Türk Barış Kuvvetlerinin varlığı ve KKTC’deki göçmenler” gibi konularda Türkiye’nin taviz vermesi mümkün değildir. Türkiye’de yapılan genel seçimleri de fırsat bilen Rum/Yunan tarafına şunu hatırlatmak isteriz ki “Türkiye’de bir hükümet vardır ve her zaman da olacaktır. Ayrıca, Türkiye, Ada üzerindeki uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan garantörlük hak ve yetkilerini asla tartışma konusu yaptırmayacaktır.”

 

Öte yandan, göreve gelir gelmez “yavru vatan-kardeş vatan” tartışmasına giren, Rum Liderle yürüttüğü çözüm müzakerelerine, Sözcüsünün (Barış Burcu) "Garantiler tabu değildir. Bu konuda bir anlaşma ya da takvim yok ama Eylül ayında yapılacak toplantı, garantiler konusuna yönelik olacak...",   şeklindeki açıklamalarıyla gölge düşüren KKTC Cumhurbaşkanına da şunu hatırlatmak mecburiyetindeyiz: “Kıbrıslı Türkler, Rumların acımasız saldırıları ve katliamları karşısında yok olmanın eşiğine geldiğinde, Türkiye 20 Temmuz 1974 Barış Harekâtıyla soydaşlarını uçurumun kenarından çekip almıştır. Hulefa-i Raşidin’in mirası ve Osmanlı’nın bakiyesi olan Kıbrıs’ta, 41 yıldır süregelen barış ve huzur ortamının da yegâne güvencesi de Türkiye'dir. Kıbrıs, Türkiye’nin milli davasıdır. Türkiye varsa KKTC vardır. Kıbrıs, Türk Milletinin savaşarak kazandığı son vatan toprağıdır ve masada kaybedilmesine asla müsaade edilmeyecektir.”

 

Bu noktada, Anastasiadis'in Kapalı Maraş’a uzman heyetin girerek tespit çalışmalarına başlaması…” şeklinde ifade ettiği, güya Güven  Artırıcı Önleminin (GAÖ) kabul edildiği yönünde açıklamalar yapan Akıncı ve Sözcüsüne bir hatırlatma daha yapmakta fayda bulunmaktadır: "Maraş, ancak kapsamlı ve kalıcı bir çözümün parçası olarak gündeme gelebilecektir. Kesinlikle, GAÖ olarak tartışmaya açılamaz."

 

Esasen Kıbrıs’taki son gelişmeleri doğru analiz edebilmek için, bugüne nasıl gelindiğini de iyi bilmemiz gerekmektedir. Zira, Rumların başından beri uygulayageldikleri sinsi ve uzlaşmaz tavırlarının bugün de aynen devam ettiğini belirtmiştik. Kuşkusuz Kıbrıs meselesi bugünün meselesi değildir. Meselenin kökeni şöyle bir 50 yıl geriye gitmektedir. 2004 Annan Planı referandumu ve hemen ardından Kıbrıslı Rumların haksız bir şekilde AB üyesi yapılması noktasından hareketle, bugüne gelmeye çalışalım:

 

Bilindiği gibi, 2004’te Kıbrıs’ta gerçekleştirilen Annan Planı referandumunda Rumlar %76 oranında HAYIR demelerine rağmen, bir hafta sonra AB üyeliği ile ödüllendirildiler. Kıbrıslı Türkler ise Plana %65 oranında EVET demelerine rağmen AB dışında bırakıldılar, yani cezalandırıldılar.  Rumların uluslararası anlaşmalara aykırı bir şekilde AB üyesi yapılmasıyla birlikte, Kıbrıs’ta çözümsüzlük daha da derinleşmiş oldu. Adeta içinden çıkılmaz bir hal aldı. Kuşkusuz bu, çok büyük bir hataydı. 

 

2008 yılı başlarında Hrisyofyas’ın GKRY Lideri seçilmesiyle birlikte KKTC Cumhurbaşkanı Talat ile Rum Lider arasında yeni bir müzakere süreci başladı. O dönemde iki eski dost olan Talat-Hristofyas’a büyük umutlar bağlanmış, hatta bu süreç, bir “fırsat penceresi” olarak tanımlanmıştı. Üstelik, KKTC Cumhurbaşkanı Talat, Ada’daki Türk Barış Kuvvetlerinin varlığını bile masaya yatırmaya yeltenmişti. İki lider 100 civarında görüşme yaptılar. Sonuç ne oldu dersiniz? Talat 2010 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kaybetti. Hristofyas masadan kaçtı ve ardından da 2013 Başkanlık seçimlerin kaybetti. Kısacası, büyük umutlarla başlayan ve AB perspektifiyle yürütülen Talat-Hristofyas süreci hüsranla neticelendi.

 

Peki, Hristofyas’ın ardından görevi devralan Nikos Anastasiadis ne yaptı dersiniz?  Tam bir yıl süreyle KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile masaya oturmadı. Üstelik göreve gelir gelmez ne söyledi? Buyurun;“Türkiye doğalgaza karışmasın, kapalı Maraş’ı bize iade etsin, o zaman AB’deki vetomuzu kaldırmayı düşünürüz”.Devam edelim: Anastasiadis, daha Rumlar AB’ye girmeden önce ne diyordu? “Kıbrıs-AB birleşmesini başarmak suretiyle, aynı zamanda Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesini de başarmış olacağız.” Yani, dolaylı ENOSİS…

 

Göreve gelmesinden tam bir yıl sonra, başta AB, ABD ve BM olmak üzere uluslararası toplumun yoğun baskıları neticesinde, KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile masaya oturmayı kabul eden Anastasiadis, nihayet 11 Şubat 2014 tarihinde bir Ortak Açıklamaya imza atabilmiştir:

 

- Müzakereler, ‘her konuda uzlaşı sağlanmadan hiçbir konuda uzlaşılmış sayılmayacağı’ prensibine dayalı olacaktır.

-  Kıbrıs’ta varılacak çözüm, iki toplumlu, iki bölgeli, siyasi eşitliğe ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayalı bir federasyon şeklinde olacaktır.

 -  Birleşik Kıbrıs, AB’ye ve BM’ye üye, tek uluslararası kimliği, tek vatandaşlığı ve tek egemenliği bulunan bir devlet olacaktır.

-  Egemenlik Türk ve Rum halklarından kaynaklanacak, Birleşik Kıbrıs vatandaşları, aynı zamanda Türk ve Rum kurucu devletlerin de vatandaşı olacaktır.

 -  Ortak Devletin nitelikleri, iki eşit kurucu devletin oluşturduğu anayasada yer alacaktır. İki bölgeli, iki toplumlu AB normlarına uygun federal yapı tüm Ada’da geçerli olacak ve bu yapı hiçbir şekilde değiştirilemeyecek biçimde korunacaktır.

-  Kurucu devletler, kendi bölgelerinde kendi yetkilerini federal devletten bağımsız olarak kullanacak, taraflardan hiçbiri diğerine tahakküm edemeyecektir.

 

 Ancak, kısa bir süre sonra, altına imza attığı ve yapılacak çözüm müzakerelerinin de genel çerçevesini belirleyen bu mutabakat Zaptı, Anastasiadis’in başına bela olacaktır.  Kıbrıslı Türklerle eşit statüde olacakları bir ortak devlet çözüm projesine imza attığı için Rum Lider, iç siyasette ağır eleştirilere maruz kalmış ve hatta bu yüzden istifa eden bakanlar nedeniyle Rumların koalisyon hükümeti düşmüştür.

 

11 Şubat’ta attığı imzadan pişmanlık duyan Anastasiadis, 25 Temmuz 2014 tarihli Liderler görüşmesinde diplomatik bir skandala da imza atmıştır. Müzakere masasında kontrolünü kaybederek, Bugüne kadar kabul edilenler beni ilgilendirmez, sadece benim kabul edeceğim konular görüşülmeli, benim istediğim olacak” diye bağırmış, gözlüğünü fırlatmış, sigara yakmış, masayı yumruklamış ve Heyetini masada bırakıp gitmiştir. Böylece, daha önce Talat-Hristofyas ikilisinin anlaşmaya vardıkları konuları “yok saydığını” itiraf eden Rum Lider, içine düştüğü derin çelişkiyi de herkese göstermiş oldu. Zira 11 Şubat 2014’te KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile birlikte altına imza atıp, tüm dünyaya ilan ettikleri ortak çözüm çerçevesinin, aynı zamanda Mehmet Ali Talat ile Dimitris Hristofyas’ın uzlaşmaya vardığı konular olduğunu çok iyi bilmektedir.

 

25 Temmuz’da yumrukladığı müzakere masasını terk edeceğinin ilk sinyalini de vermiş olan Anastasiadis, çok geçmeden, 9 Ekim 2014’te yapılması planlanan görüşmeden bir gün önce, yeni AB Komisyonu Başkanı Juncker’i de arkasına alarak ve Kıbrıs’ın sözde Münhasır Ekonomik Bölgesine Türkiye’nin savaş gemileri göndermesinibahane ederek, barış görüşmelerine katılmayacağını açıklamıştır. Bu tarih itibariyle Masadan kaçan Anastasiadis’in geri dönmesi ise tam 8 ay sürmüş ve nihayet Mayıs 2015’te KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı Mustafa AKINCI ile görüşme masasına oturabilmiştir.

 

KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı seçilen Mustafa AKINCI ile, icraatları ve yaklaşım tarzı ortada olan Anastasiadis’in nasıl bir çözüme ulaşacaklarını doğrusu biz de merak etmekteyiz. Bugün Akıncı-Hristofyas süreci için oluşturulan atmosferin, 2008’de Talat-Hristofyas süreci için oluşturulan hava ile benzerlik göstermesi düşündürücüdür. Umarız, akıbeti de aynı olmaz.

 

Peki, Kıbrıs’ta yürütülen kapsamlı çözüm müzakerelerinin başarı şansını azaltan ana sebepler nelerdir?

 

- Görüşmelerin başarı şansını azaltan en önemli faktör, Hristofyas’ın  “Biz sessiz ve özlü çalışırız”şeklinde özetlediği ikiyüzlü Rum/Yunan politikasıdır. Bu, son derece tehlikeli bir yaklaşımdır ve çok dikkatli olunması gereken bir konudur. Bakınız, 10 yıl GKRY Liderliği yapan Glafkos Klerides ne diyor? “Yıllarca masaya oturduk ama anlaşma niyetimiz yoktu. Hiçbir anlaşmaya da imza atmadan, laf ola görüşmeleri sürdürdük ve sonunda da Türkleri anlaşmazlıkla suçladık.”

 

İşte bu yüzden, Akıncı-Anastasiadis sürecinin akıbeti de daha önceki birçok benzer nafile çözüm çabalarından farklı olmayacaktır. Zira Rumlar muhtemel bir çözüme inanmamakta ve fakat BM, ABD ve AB’nin başını çektiği uluslararası camianın baskısıyla masaya oturmak zorunda kalmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Anastasiadis, bir Klerides’ten veya bir Hristofyas’tan farklı değildir ve olmayacaktır da.

 

- Kıbrıs’ta yürütülen kapsamlı çözüm görüşmelerinin başarıyla sonuçlanmasını engelleyen bir diğer faktör ise görüşmelerin “her konuda anlaşma sağlanmadan, hiçbir konuda anlaşma sağlanmış sayılmayacağıprensibiyle yürütülmesidir.Çünkü Kıbrıs gibi karmaşık bir meselede tarafların her konuda uzlaşmaya varması mümkün bulunmamaktadır.

 

- Ayrıca, Rum tarafı, güvenlik ve garantörlük sisteminin devam etmesini istememekte ve AB’nin garantörlüğünü yeterli görmektedir. Türk tarafı ise Türkiye’nin garantörlüğünü vazgeçilmez kabul etmektedir. 1959 Zürih ve Londra Anlaşmaları yürürlüktedir. Bugüne kadar da taraflardan hiçbirisi Anlaşmanın kaldırılmasına yönelik resmi bir başvuruda bulunmamıştır. Kaldı ki uluslararası hukuka göre taraflardan biri, tek başına Anlaşmayı feshedememektedir.

 

GKRY Meclisinin “Kıbrıs’ta garantileri kabul etmediğine” dair 19 Şubat 2010 tarihinde oybirliğiyle aldığı karar, Rumların hukuk tanımazlığının son göstergesidir. Garanti Anlaşması halen yürürlüktedir ve bu Anlaşmanın 2. Maddesine göre, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın temel maddeleriyle oluşturulan düzeni korumayı garanti emişlerdir. Garantör Devletler ayrıca, Kıbrıs’ın başka herhangi bir devletle doğrudan ya da dolaylı olarak, kısmen veya tamamen, ekonomik veya siyasi birleşmesini veya bu birleşmeyi amaçlayan girişimleri yasaklamışlardır. Bu yasağı uygulamak bizatihi garantör devletlerin ödevidir.  Ne yazık ki AB üyesi olan İngiltere ve Yunanistan, GKRY’nin tek taraflı AB üyeliğini veto etme yetkisi varken bu yetkilerini kullanmamışlar ve böylece uluslar arası anlaşmalardan kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmemişlerdir. Altına imza attıkları anlaşmayı ihlal eden bu ülkelerin, tarih önünde sorumlulukları bulunmaktadır.

 

- Müzakerelerin önündeki bir diğer zorluk ise, Tük tarafı, mülkiyet konusunun takas ve tazminat yöntemiyle toplu olarak çözümünden yanayken, Rum tarafı bu konunun bireysel olarak ve iade yöntemiyle çözülmesinde ısrar etmektedir. Yine Türk tarafı, toprak konusunun iki kesimlilik ilkesine göre ve iki ayrı halkın yoğun olarak yaşadığı bölgeler dikkate alınarak çözülmesini isterken, Rum tarafı göçmenlerin topraklarına geri dönmesini savunmaktadır.

 

- Rumlar, Ada’daki tüm yerleşiklerin Türkiye’ye geri dönmesini isterken, Türk tarafı bunun belirli sayıda olmasını istemektedir.

 

- Ayrıca, Türk tarafı müzakerelerde takvimlendirmeyi ve uluslararası toplumun sürece hakemlik yapmasını savunurken, Rum tarafı buna şiddetle karşı çıkmaktadır.

 

- Rum/Yunan tarafı, “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık” ve “tek uluslararası kişilik” gibi temel kavramlara, tamamen Rum egemenliğini çağrıştıran anlamlar yüklemektedirler.

 

Tüm bu zorluklar, Ada’da yürütülen çözüm müzakerelerin başarı şansını azaltan ciddi faktörlerdir.

 

Öte yandan, her iki toplum lideri nasıl bir anlaşmaya varırlarsa varsınlar, son sözü, Kıbrıs Türk Halkı söyleyecektir. Yani, varılacak bir anlaşma, Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulacaktır.

 

Netice itibariyle, Kıbrıs’ta yeni bir sürecin başlangıcı olarak görülen Akıncı-Anastasiadis görüşmesi, ABD ve AB tarafından ve özellikle de Türkiye tarafından desteklenmektedir. Kuşkusuz Türkiye’nin desteği, milletlerarası arenada psikolojik üstünlük sağlaması açısından yararlı bir diplomatik tavırdır. Ancak peşinen olumlu bir hava estirirken, ihtiyatı elden bırakmamak, Ada’nın gerçeklerini görmek ve Kıbrıs’ın son 50 yıllık tarihinden de ders çıkarmak gerekmektedir. Mesela, Ada’da iki ayrı halk, iki ayrı demokrasi ve iki ayrı egemen devlet vardır. 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları yürürlüktedir. Türkiye’nin Ada üzerinde garantörlük hak ve yetkisi bulunmaktadır. Mesela, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm, Rumların iddia ettikleri gibi, 1963 yılında geçerliliğini yitiren sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti” çatısı altında değil, yeni bir ortaklık devleti çatısı altında gerçekleşebilecektir. Türkiye'nin Kıbrıs'a ilişkin çözüm parametreleri ise bellidir. Buna göre; "Kıbrıs'ta çözüm; BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri'nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır.Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi devam edecektir."

 

 İşte, Kıbrıs’ta umutların yeniden yeşerebilmesi için evvela Rumların bu gerçeklere inanmış olmaları ve ikiyüzlü diplomasiyle dünya kamuoyunu aldatmaktan vazgeçmeleri gerekmektedir. Türkiye’nin ise, Rum-Yunan şantajlarına boyun eğmeden dik duruşunu devam ettirmesi, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerinden asla taviz vermemesi büyük önem arz etmektedir.

 

KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı'ya ise;

 

- Kıbrıs Türk Halkının yakın geçmişte yaşadığı acı olayları,

- Türkiye'nin, Ada'daki kalıcı barış ve huzur ortamının yegane teminatı olduğunu,

- Ana Vatansız bir KKTC'nin var olamayacağını,

- Türkiye'nin Ada üzerindeki garantörlük hak ve yetkisinin, KKTC'deki göçmenler ile Ada'daki Türk Askeri varlığının asla tartışma konusu yapılamayacağını,

- Türkiye’nin tam üye olmadığı bir Avrupa Birliği’nin, Kıbrıs Türklerinin meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüm bulmasının mümkün olmadığını,

- Sessiz ve özlü çalışan klasik Rum/Yunan siyasetinde hiçbir değişiklik olmadığını, olmayacağını,

- Enosis hayalinin çöpe atılmadığını, atılmayacağını,

- Anastasiadis'in bir Klerides'ten veya Hristofyas'tan hiçbir farkının bulunmadığını,

- Kısaca, ihtiyatlı bir iyimserlik içerisinde müzakere yürütülmesi gerektiğini,

 

hatırlatmak isteriz.

 

Nihayet, bilinmelidir ki Kıbrıs meselesi sonsuza dek masada kalamaz. Bu nedenle, makul bir süre içerisinde, Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamadığı takdirde-ki gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir- mevcut statünün devamını, yani KKTC’nin uluslararası toplum tarafından tanınmasını sağlamanın en doğru yol olacağını da tüm tarafların dikkatine sunmak isteriz.