BURC EL-DUBAİ’DEN GAZZE’Yİ, ZEMZEM TOWER’DAN KÂBE’Yİ SEYRETMEK

Doç. Dr. Hilmi DEMİR

Mekke’de 1781 tarihinde yapılan, 2002 yılında Suudi Arabistan tarafından yıkılan Ecyad bir Osmanlı kalesidir. Kâbe’ye giden hacı kervanlarını bedevilerin saldırısından korumak için yapılan bu kale, tarihin ne acı bir cilvesidir ki yine o bedevilerin torunları tarafından yıkılmıştır.
Mekke’deki 500 yıllık Türk hâkimiyetinin önemli simgelerinden biri olan bu kalenin yerinde şimdi muazzam bir çelik kule yükseltildi. Şimdi Turco Tour’un devre mülk usulüyle satışa sunduğu, atalarınızın kemikleri üzerine inşa edilen Babil kulesinden mülk alabilirsiniz.
Zemzem Tower birilerinin dediği gibi yalnızca vahhabi zihniyetinin tarihe ve kültüre karşı bir ihaneti ve düşmanlığı olarak geçiştirilemeyecek kadar önemlidir. Türkiye’deki Müslüman kapitalistlerin atalarının kemikleri üzerine inşa edilen bu sefahat kulesine olan düşkünlükleri de mi vahhabiliğin bir sonucudur? Tabiî ki hayır. Zemzem Tower ve aslında unutulan Burc el-Dubai gibi kuleler Orta doğuda kapitalizme eklemlenmiş bir İslam’ın garabetini ve ikiyüzlülüğünü yansıtır.

Burç el-Dubai’de kadehlerin çın çın seslerinden ve cehennem kahkahalarından Gazze’de ağlayan hüznün çocuklarını birkaç dolarla avutmak ister misiniz? Milan’lı Kaka’ya 150 milyon Euro transfer bedeli ödemeye hazırlanan Abu Dabi Şeyhi Mansur bin Zayid el-Nahyan ve Suudi Arabistan Gazze’ye bağışladıkları Petro dolarla vicdanlarını temizleyebilir mi?
Zemzem Tower’ın atlas yataklarında Kâbe’ye yüzünüzü dönüp günahlarınıza af dilerken, gecenin yalnızlığına sarılıp yatan Gazze’nin çocukları gelir mi aklınıza?
Atalarımızın kafataslarından kuleler yaptınız. Ninova’nın saraylarını fakirlerin gözyaşlarından incilerle süslediniz. Babil bahçelerini çocukların kemikleri üzerine yükselttiniz. Şehvetlerinizin ve hırslarınızın kılıçlarıyla akıttığınız masum insanların kanları ile doldurdunuz kadehlerinizi. Ve şimdi Petro dolarlarınızla Gazze ve Kabe’ye karşı elinizde kadehlerle vicdanlarınızı yıkayabileceğinizi düşünüyorsunuz ….
Tanrı’dan rol çalmaya çalışan Babil kulesi gibi Orta Doğunun kalbine diktiğiniz sefahat kuleleri ile Firavun’un büyücüleri gibi bizi de çağırıyorsunuz lüks hayatınıza… Bu eleştirilere karşı “Ne yani Müslümanlar hep fakir mi kalsın istiyorsunuz?” türünden eleştirileri duyar gibiyim. Tabiî ki hayır! Biz gücünü ve parasını atalarının kemikleri üzerine inşa edilen kuleleri pazarlamak ya da satın almak için yarışan zihniyetin inançlarını pazarlayacak kadar köksüzleşmesine isyan ediyoruz.
Atalarımızın oturaklı erdemine ve “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” diyen inancına karşı, duygusuz, ruhsuz, sefahate düşkün bir Müslüman tipi yarattınız. Yıllardır modernizm, aydınlanma, pozitivizm diye yerden yere vurduğunuz batıcılığın, Orta doğuda kapitalizmin vahşi doğasına teslim olan gelenekselciliğin kucağında nasıl doğunu göremediniz.
Bir zamanlar Hıristiyanlık nasıl kaybetti tüm kazanımlarını zannedersiniz. Orta çağ tarihçisi Ferdinand Gregorovius şöyle aktarıyordu olup biteni; “putperest bir örtü çöreklendi kentin üstüne, dünyevi şaşa papalık için ihtiyaç haline geldi; şımarık avam şölen, şölen diye bağırıyordu ve kendisine bol bol şölen sunuldu”.
Çünkü Türkiye’de ahkâm kesen İslamcı sosyologlar kapitalizmin modernizmden ayrı olarak var olabileceğini ve kapitalizmi doğuran şeyin de aslında lüks ve para gücü olduğunu anlayamadılar. Tüm güçleriyle modernizme karşı savaşırken en geleneksel kalıplarıyla korumaya çalıştıkları kalelerde yükselen kapitalizmin ayak seslerini oldukça geç keşfettiler. Akla karşı postmodernizmi överken irfanlarının üstünden geçen dört çarpı ciplerin içinde şuh bakışlı işvebaz bir dilberin göz kırpmasıyla hikmetlerini de yitiriverdiler.
Dünyevileşmenin, siyasal erkin el değiştirmesinden çok daha öte anlamlar içerdiğini, gerçekte dünyevileşmenin zevkperestlik, keyif ve gösteriş düşkünlüğü ve lüks tüketim talepleriyle sosyal düzeni kuşattığını düşünemediler. Oysa dindar insanın hayatındaki bu nitel değişimler toplumsal hayatta nicel bir değişime dönüşerek yaşam tarzını yeniden biçimlendirmektedir.
Maalesef bir şeyin görünür olması, onun anlamlı ve bir değere sahip olması ile aynı şey değildir. Bu gün dindar görünürdür, onu sokakta, alışveriş merkezlerinden, beş yıldızlı otellerde görebilirsiniz. Ama insanlığın vicdanında, gönlünde dinin eşitlik, paylaşma, hak, adalet gibi değerleri artık Gazze’nin sokaklarında, Irak’ın hapishanelerinde kaybolmuştur.
Ali Bulaç’ın dediği gibi “nahif bir zihin, ancak milliyetçi bir ideolojiyle yetinebildiği için daha üst varlık mertebesine ait bir perspektiften insanlığın sorunlarına bakamaz” mış ya! Peki ya Kutsal Topraklar vıcık vıcık bir küresel kapitalizme heba edilirken bundan biz ne kadar kazanabiliriz diye susanlar insanlığa, hayata dair vicdanını yitirmiş bir dindar ve kuru bir muhafazakârdan başka nedir ki.
Biz Zemzem Tower’dan insanlığın sorunlarına nasıl bakıldığını anlayamayacak kadar naifiz. Atalarının kemikleri üzerine kurulan çelik kafeslerin soğuk demirlerini pazarlayamayacak kadar paranın dilinden de anlamayız.
Ama Rabbim şahidimizdir ki, Ecyad’da şehit olan her asker gibi bu coğrafyada katledilen her insanın sorumluluğunu omuzlarında taşıyacak kadar onurluyuz. Tarih bir gün Orta Doğuda kardeşlerinin kanları üzerine petrol pazarlığı yapanlar ve kervanları soyanlarla herkesin sağ salim yoluna gitmesini sağlamak için canının feda eden kervan bekçileri arasındaki farkı kalın çizgilerle yazacaktır.
Fakat yeryüzünde açlık, sefillik ve kıtlık derinleşirken İslami kapitalizmin Orta Doğudaki şefleri Türkiye’de kendine yeni ortaklar bulabilir. Ama unutmamak gerekir ki, zevkin efendileri gaflet kulelerinde kendilerini defnedecek hiç kimse olmaksızın ölümü bekleyecekler. Şikâyetimiz Arif Nihat Asya’nın dilinden Kâbe’nin son Nebisine olsun…
Neler duydu şu dünyada,
Mevlidine hayran kulaklarımız;
Ne adlar ezberledi ey Nebî,
Adına alışkın dudaklarımız!..
Artık, yolunu bilmiyor,
Artık, yolunu unuttu; ayaklarımız!